Ne güzel şeydir, kış
güneşinde kuytu bir köşe bulup, ticari, siyasi bildik bütün kaygılardan uzak,
dem tutmak; yaşamın uçsuz bucaksız ufuklarına sisler ardına bakarak…
Sadece biriktirme,
sadece komşuları, akrabalarıyla statü, ekonomi, sosyal yarışa girmişler ise
“Üzgün” olduğumu söylemek isterim. Zor, işleri çok zor! Ama yine de kolaylıklar
dilerim; nasıl olsa önlerinde “Bin yıl”lık yaşam var…
Sözün özü, uzaktan,
tebessüm ile izlediğim, çocuk ambarından çıkarıp da sizlere sunacağım ilk konu; akşamcılardır. İkindi vakti neşe, tebessüm içinde hareketlenirlerdi. Dört kafadardılar.
Balkanların kıyıcığında kurulmuş Paşaköy’ün dört kafadarı, meyhaneye gitmekten
çok köy meydanı münasip yerlerini seçer, kıyıya köşeye koydukları yiyecekleri
özenle hazırlar ve sonra, Akşamcı olmanın büyük keyfi içinde demlenirlerdi.
Akşamcıların en
güzel zamanı, çilingir sofralarını hazırlama, dostları, arkadaşlarıyla bir
araya gelme vaktiydi. En bonkör, neşeli, romantik olduğu an o zamanlardı.
Biliyorlardı ki bir sofra kurulacak ki, Halil İbrahim Sofrası gibi, sohbet,
anason, kavun, peynir, karpuz, turşu ve bereket kokacak…
Akşamcıların
sofrasında sadece yiyecek içecek yoktur. Renklerin en çeşidi, seslerin en içten
haykırışı, Türk musikisi icra ederler, uzaktan gelen seslerin anlattığı şarkılar,
ihtiyacı olanı can evinden yakalardı.
İçlerinden hangisi
söylerdi bilinmez, çocuk ürkekliği, merakı içinde uzaktan dinlerdim birbirine sokulmuş,
biriktirme telaşını çoktan unutmuş, yaşamın bir başka evresini anlatan yanık
sesli akşamcı;
“ Akşam oldu hüzünlendim ben yine” ezgileri, Paşaköy’ün
gecesine öyle güzel yayılırdı ki anlatamam. Hamamcı Osman’ın Meyhanesi, Arap
Hasan’ın Meyhanesi hep aynı vakitler kendi has müşterileriyle, onların derin
sohbetleri ve yanık türkülerin, şarkıların iç içe geçtiği vakitler birbirine
kavuşurdu.
Kafamızdaki bildik korkuları,
yargıları esnek hale getirmediğimiz vakit, her karşılaştığımız insana ilk
soracağımız şey; “ Nerede çalışıyorsunuz? Nerelisiniz? Rütbeniz nedir? Af
edersiniz ama maaşınız şu kadar oluyor mu?”
Her onurlu insan,
kendi kendine yetme becerisine, şansına sahip olmasını isterim. Eğer olmadıysa da,
çevresine zarar vermiyor ve sadece kendi varlığını savuruyorsa, olgun yaşın
tercih ile bu işi bonkörce, neşe içinde yapıyorsa; böyle insanları da suçlamayalım.
İnanın ki bizlerden daha fazla anıya, neşeye, huzura dokunacaklar. Bizlerden
daha fazla da acı rüzgarlarıyla , dövüşeceklerdi de…
Aylaklığı yücelten,
kendi kazancıyla yetinip günün, gecenin büyük zamanını, saatlerini sosyal,
kültürel yaşama ait kabul edenlerin ellerinden öpmek istesem de bir sözü de
hatırlatmak isterim;
“ Şeytan hep
aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur.” Sanırım, bu sözü, edebi, felsefi
görgüyle tersine bile çevirmek mümkün;
“ Aylaklığın yüceliğine,
erdemine erişmiş kimseler, şeytanı bile güldürecek, eğlendirecek şeyler bulur.”
Bu kadar işkencenin,
nasırlı telaşların, çamurlu suların içinden süzülüp gelen insanlığın
yücelteceği en güzel şeydir; aylaklığın erdemiyle dostları, arkadaşları,
akrabaları, komşularıyla vakit geçirmesi. Yeterince aylak olmasaydı Cerventes,
doğar mıydı Don Kişot? Ya Dante? Aylaklığın erdemiyle kucaklaşmamış, barışmamış
olsaydı yaza bilir miydi İlahi Komedya’yı? Vergilius’un Aeneis Destanı,
Homeros’un İlyada ve Odysseia eserlerini dokunmayacağım bile…
Bugüne kadar 4000
bin yazıyı “Efendi Çocuk “anlayışı içinde yazdım. Bir kez olsun aylaklara, akşamcılara,
savuranlara seslenmemiş idim.. Şimdi, bir borç ödemekten öte onların renklerine, neşelerine,
kendi içinde yarattıkları yaşam algılarına, eşsiz yaşamın içinde bir iz bırakma
suskunluklarına teşekkürü borç biliyorum. Değerlidir onlar. Tıpkı, insanın aylaklığı,
akşamcı-lığı, savurganlığı içinde tüten; bir kıvılcım gibi çakan şarkılar gibi;
“ Dilimi bağlasalar anmasam hiç adını/Gözümü dağlasalar
görmesem hiç yüzünü/Elimi bağlasalar tutmasam ellerini/Silemezler gönlümden ne
aşkı ne seni”
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder