KIR SAÇLI ADAM
Öğle vakti birkaç saat önce geçmiş, akşam vaktine ilerliyordu döngünün gezegeni. Küçük çay ocağının önünde, kıt olan masanın hasırdan yapılı sandalyesinde oturmakta, kahve parçacıkları kokan nefesimin dümen suyu içinde ilerlemekte, hatta yuvarlanmaktayız.
Önde kır saçlı bir adam, viran yürüyüşlü; ağır-aksak… Sonradan anladım ki bir un çuvalı kadar fazla kilolarından ve bir sorunu var gibi görünen sol ayağından ötürü öyle yürüyordu. Arkasında genç bir kadın, hiç makyaj yapmadan da güzel görünen, sarı saçlı, durgun bakışlı iki çocukla birlikte geliyorlardı.
İlk baştan, kır saçlı viran yürüyüşlü adamın kızları, çocukları sandım gelen üç kişiyi. İki üç metre uzaklıktaki banka oturdu büyük bir zahmet içinde gelen kır saçlı adam. Kadın, kız çocuğu ve erkek çocuğu da onu izlediler; küçük masanın etrafına, küçük, büyük sandalyelere doluştular.
Anlaşıldı ki kadın onun kızı değil, karısı, diğerleri; altı yaşlarında bir kız ve dört yaşlarında bir erkek çocuk da onun evlatlarıymış. İlk önce şaşırıyor insan; bakmanın, görmenin körlüğü içinde şartlanmış yanlış tanı koymuş bir doktorun hüznü içinde, karşıma oturan kır saçlı adamı, usul usul inceledim...
Kadından daha yaşlı değildi. Ama ben öyle sanmıştım. Gelip geçseydiler yanımdan, onu çoktan işi bitmiş bir ihtiyar sanmayacak mıydım? Yüzü, tıpkı bir çocuğun yüzü gibiydi; pürüzsüz, masum-günahsız…
Bacağındaki sancı, bedenindeki kilolar çocuk bakışlı yüzünden okunuyordu. Sadece kır saçlarından ve kilosundan ötürü onu viran bir nisan sanmıştım. Bir ihtiyar; çoktan vaktini doldurmuş bir yaşlı adam… Oysa daha kırk yaşlarındaydı; tıpkı genç, güzel, alımlı ve makyajsız karısı gibi; tam bir aile saadeti içinde oturdular küçük masanın etrafına.
Onları rahatsız etmeden her fırsatı değerlendirerek baktım kır düşmüş saçları olan adamın yaşam yükünün ağırlığı altında eziliyormuş gibi gizli ve bir parça şımarık bir çocuk gibi sancı çeken yüzüne.
Paraya-pula, geziye, yemeye, içmeye doymuş, kendi koşusunu sonlandırmış bir insan kılığındaydı. Arkadan, yandan bakılınca ise iyice ihtiyarlamış bir insan…
Rumen filozof, yazar Emil Cioran, kendi yolunun sonuna geldiğinde bir röportajda ona sorulan bir soruya şu can alıcı cevabı veriyor;
“ Kaderinize karşı bakış açınız nedir?
- Benim kaderim sona erdi. Artık yazmamalıyım kararıyla sona erdi… Bu kararın fizyolojik bir temeli vardı. Nasıl desem… İçimde bir şeylerin değiştiğini hissettim.
- Nasıl bir değişimdi?
- Bu şey… Bir kırılma! Nasıl derler; TÜKENMİŞLİK…”
Kır saçlı adamın oturuşunda, yürüyüşünde ve boşluğa bakışında tam da Emil Cioran’ın sözleri ve eylemiyle uyum gösteren bir hissediş ve duruş vardı. Oysa bu sözcükleri söyleyen filozof, yarım yüzyıllık yazı, düşünce serüveni karşısında fazlasıyla yorulmuş, ihtiyarlamış, kendince tükenmişti… Yamaktan, okumaktan ve belki de düşüncelerden vazgeçmişti. Ona sunulan bütün hediyelerden de, mal mülk kazançlarından da…
Yaşamın yükleri, dünyanın ağırlığı der gelip geçeriz. Filozofun fizyolojik sebepleri, karşımda oturan kır saçlı adamın da derdi olmalıydı. Ama sadece fizyolojik sebepler mi? Kilolarını verse, aksayan bacağını iyi bir tedavi sonucu bir sporcu hareketine, heyecanına ulaşsa; onun bedenine yapışmış acılı, sancılı bakışlardan kurtulabilir mi?
Tanıdığım bir doktor, eşinin eczanesinde karşılaştığımda, ayaküstü sohbette konu konuyu açmışken bana şunu söylemişti;
“Dostum, en çok hangi hapları satıyoruz biliyor musun?
- Bilmiyorum
- Antidepresanları…”
Donmuş yüzler ve ruhlar; susturulmuş sesler, renkler ve soluklar; hepsi bir tek sebepten dolayı kilitlenme aşamasına geliyor; hiç kimse diğerini önemseyip dinlemiyor…
Bir beğenme mantığı içerisinde, en farklı gösteriyi nasıl sunarım korku ve iştahı; 21.yüzyılın modern insanını çıtır çıtır yeme peşinde; onun iştahı da yerinde; fazlasıyla…
Sanırım işin sırrı kıt olanda gizli… Haddini aşma eylemi, ister tüketim, ister mal, mülk, her türlü eşya edinmede yaşansın; doğanın öz evladı olan insanı, insandan ve doğadan alacağı o muhteşem sevgi içinde var edip besleyemiyor; eksik kalıyor insanın diğer insan ve tabiat yanları…