İnternet
HATIRLANMAK İSTER İNSAN!
(
Kasap Celal De Öyle…)
Bazı insanlar
için yaşam sadece kazanmak üzerine kurulu bir düzen, sonsuza uzanan bir köprü
gibi görünürken, bazıları; yaşama hakkını yaşama ve yaşatma sanatına dönüştürür…
Fakat her bir şahıs-kişi bir şekilde anılmak, yaşatılmak, kalıcı izler de
bırakmak ister; kendi kabiliyeti, hatta yetmezliği, kimsesizliği içinde…
Bana en ilginç
gelenler ise, yaşam sahnesini her daim pazarlık konusu yapanlar. Yaptıkları işe
büyük kavramlar yükleyip, en büyük alkışı ve kazancı bekleyenler. Hele bir de
isimlerinin önünde “sanatçı” ,”aydın” sıfatları varsa daha da komik duruma
düşerler.
Bir zamanlar
kendilerini sanatçı görüp sanata yakın uğraş içinde olan iki kişiyle konuşuyorduk.
Yeterince anlaşılmamaktan, kazanamamaktan, ünlü olmadıklarından yakınıyorlardı.
Onlara bildik bir
sözü söyledim; “ İyi sanat, eninde sonunda kendi başının çaresine bakar.”
Dememin vereceği etkiyi düşündüm. Beklediğim gibi olmadığı gibi bana hokkalı
bir cevap verdiler;
“ Ağabey, bize ne
bizden sonra gelecek ünden, şandan, anılmadan! Biz yaşarken zengin, ünlü
olacağız ki tadına doymayalım!”
Ne diyeyim? Bu inanç
içinde olan insanların yolu açık olsun demekten başka bir şey gelmez elden. Biz
bugüne dönelim. Kasap Celal’e kadar uzanalım. Her zamanki gibi Ekrem Bey
atölyeme uğradı. Ortak konumuz ve sorumluluğumuz yaşadığımız yere-şehre karşı
olan duyarlılığımız. Bir haber için ona sormuş olduğum sorular karşılığında ; “
Hadi gidip yerinde görelim, arabam sahilde” deyince yola koyulduk.
Tekirdağ
Süleymanpaşa Hürriyet Mahallesi ve çevre yolunu gezdik. Okuyucular tarafından
ısrarla anlatılan, ilgi bekleyen sorunları yerinde gördük. Fotoğraflayıp konu
hakkında detaylı bilgi sahibi oldum. Oradan da Kumbağ’ın yolunu tuttuk. İlk
işimiz Esnaf Şükrü’yü ziyaret etmek oldu. Gazetemizin ve duyarlı insanların
yardımıyla Gül Bakım Merkezi’ne kaldırılan, acınası halden kurtarılan
şehrimizin yıllardır esnaflığın yapmış insanı ziyaret ettik.
Esnaf Şükrü’nün
buraya alınması neredeyse 7–8 ay oldu. Kendini bilmez durumda, iyice bakımsız
bir haldeyken şimdi onu görmeye gelecek olanları kapıda bekler halde. Bir çocuk
kadar sevinçli, mutlu ve unutkan bir vaziyette gelecek olanları gözlüyor…
Kapıdan, ayaküstü konuşmalar sonunda Kumbağ merkezine gittik.
Liman bölgesi;
kayıkların, balıkçıların, yazlıkçı ve yerli halkın bir arada yaşadığı yere geldik.
Masaların tamamı doluydu. İğde ağaçları etrafa muhteşem kokular gönderiyordu.
Güvercinlerin büyük bölümü karınlarını doyurmuş yere konmuş aylaklık
ediyorlardı.
Bir masada tek bir
adam oturuyordu. Çayını içmiş yüzünde maskesi. Ekrem beye, izin isteyip şu
beyefendinin yanına oturalım, dedikten sonra izin isteyince; “ tabi, buyurun”
diyen tok ve kararlı bir ses.
Masadaki oturan kişi
bize yabancı olduğu gibi biz de ona yabancıydık. Üstelik yıllardır bu limana
gelir güvercinler gibi kimi aylaklık eder, kimi tanıdıklarımla sohbetler ederim.
Daha önce hiç görmediğim adam, meğer on beş yıldan beri özellikle yazları
Kumbağ’da oturan emekli bir küçük esnaf; kasap-mış.
Çaylar söylenip
sohbet için ilk adımlar atılınca, bize yabancı olan adamın yüzündeki maske inince,
yuvarlak, esmer, bıyıklı, ürkek bir insan tanıdım. Çok kısa süreliğine
ürkekliğinin nedenini araştırdım kendimce. Bölgeler arası suçlamalar,
kuşkulardı bu ürkekliğin sebebi. Bir de bizim yabancı oluşumuz…
Yarım saat sora
Kasap Celal ile öteden beri tanışan insanlara dönüştük. Bir torunu olduğunla kalmayıp,
kaç yıl kasaplığı yaptığından tutun da kızı ve oğlunun ne iş yaptığına kadar
birçok özel konuların dinleyeni de olduk.
Birkaç ay önce kalp
krizi geçirmiş Kasap Celal. Bir parça ürkekliği de ondan sayıla-bilinir.
Ölmeyip, yaşadığı sevinci, bunca ölenlerin yanında şimdilik görmüş olduğu
tedavinin ürkekliği, sevinci gizlemesinden, belki de nazır değecek oluşu
korkusundan da…
Bir çırpıda dinledim
Kasap Celal’i. Ömrü İstanbul’da geçmiş. Daha on yaşında ticaretin, esnaflığın
içerisinde bulmuş kendini. İyi çalışmış, iyi kazanmış ve tutmuş bir insan.
Bildik manada herkesin “ aferin adama, çalışmış, kazanmış ve tutmuş; ne mutlu
ona!” diyeceği bir insan…
Ama asıl konu onun
kasaplık mesleğine geçince anlatmaktan öte sohbeti adeta yaşıyordu. Bir kuzuyu,
bir koyunu, bir danayı nasıl kestiğinden, dinlendirip birkaç gün sonra o
hayvanın özel bıçaklar yardımıyla nasıl işlendiği, hazırlandığını dinlerken,
azcık kasaplığa ilgim olsaydı hemen bu işe merak sarar, peşinde koşardım.
Kalp krizi geçirme anına,
ambülans gelip özel hastaneye gidiş zamanına geldiğimizde ayrı bir anlatı içine
girdi. Yuvarlak, esmer yüzündeki çocuksu tarafı daha ciddileşti. Doktorların
anjiyo yaparken ne düşündüğünü seslendirdi, birçok insanın dünya sahnesinde
yapmış olduğu seslenişler benzeri;
“ O an, doktorlar bana müdahale
edip, tedavimi yaparken şu sözleri söyledim kendime; Heyy Kasap Celal! Geldin
gidiyorsun! Şimdi ölsen, seni gömdükten sonra kimse hatırlamaz bile! Evin 900: Bin,
işyerin: 900 Bin, araban pahalı, birikimin var; ama ölüm de yanı başında; şu an
ölsen kim hatırlar seni?”
Doktorların
kontrolünde yarı baygın halde ölümü böyle seslendirmiş Kasap Celal. Bir yerde
herkesin kalbinde, genlerinde olan, belki de insan olmaya dönüşen evrimin bize
hediye ettiği en gerçekçi şey; hafıza ve hatırlanma isteği…
Ülkemizin kurucusu,
hürriyetimizin geri kazanılmasında en büyük emeği olan o koca komutan; Mustafa
Kemal’in en zarif, en basit isteklerinden birisi değil miydi; “ Beni
hatırlayınız!” dileği…
Velhasıl dostlar; hatırlanmak,
anılacağını bilmek değerli bir şey. Yaşarken, yaşatma bilinci, yaşadığımız
yerlere “YAŞAM” katma becerisidir hatırlanacak oluşumuzun müjdesi…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder