Sayfalar

25 Nisan 2021 Pazar

BİR ESERİ KALICI KILAN,ZAMANA KARŞI DAYANIKLI KILAN NEDİR?

 




   BİR ESERİ KALICI KILAN, ZAMANA KARŞI 

   DAYANIKLI KILAN NEDİR?

        İoanna Kuçuradi ( Filozof) edebiyat alanındaki bir soruyu şu düşünceyle sorgulamak istiyor;

“ Edebiyat alanında bir yazarın eserini önemli kılan nedir sorusuna sık sık verilen bir cevap; o eserin kalıcılığı, zamana karşı dayanıklılığı olduğudur. Ne var ki bu kalıcılık sonuçtur. Asıl sorulacak soru: Bir eseri kalıcı kılan, zamana karşı dayanıklı kılan nedir?”

  Eser deyince akla resim, heykel, kitap geliyor ilk bakışta. Neredeyse yüz yıl önce kurulan Türkiye Cumhuriyeti de bir eserdir. Filozofun edebiyat sorgulamasında yaptığı sorgulamayı Türkiye Cumhuriyeti için yapabilir ve şu soruyu pekâlâ sorabiliriz;

   “ Türkiye Cumhuriyetini dayanıklı ve kalıcı kılan nedir?” Cumhuriyet kurulur kurulmaz yapılan devrimlere biraz eğilirsek, bunca hırpalanma, kemirilme karşısında yüz yıldır dimdik niçin, nasıl kaldığını, felsefe serüvenindeki Andronikos’un kendisiyle karşı karşıya geldiği iç hesaplaşma gibi hesaplaşabilir, özümüze daha büyük özgüven, bilgi ve görgü katabiliriz…

  Keşiş Andronikos kimdir? Bu yazıma ilam kaynağı olan kişidir. Bizans İmparatorluğu, İmparator III. Leon ( M.S.717–741 ) zamanları yaşamış bir din adamının içsel yolculuğu; Kuçuradi’nin ifadesiyle; “ Değer, değersizlik, değer ile değersizlik çatışmaları”

  İonna Kuçuradi bu yolculuğa Bilge Karasu’nun en eski eserlerinden birisinden destek alarak çıkıyor. Bilge Karasu’ya ait olan öykü; “ Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”

  Neyi anlatıyor bizlere? Filozofun beslendiği besinler, mineraller bu öyküde. Arkadaşı Bilge Karasu’nun ölüm yıl döneminde, bu eserini kendi derslerine kadar taşımasının önemini tane tane anlatıyor.

  Oldukça zor olan bu çalışmayı yapmanın iç heyecanını vurgulamak isterim.1300 yıllık bir öyküye getirilen felsefik ve edebi bakışı, günümüze taşıyıp yorumlamak, yazı yaşamım için ayrı bir gayret ve ilerleme anlamı taşıyor…

  Andronikos 18 yaşında bir manastıra girip keşiş olmuştur. Bu yolculukta, aldığı eğitimlerde başköşeye koyduğu tek şey vardır; sevgi ve alçak gönüllü olmak… Sahiplendiği sevgi katıksız haldedir. Koşulsuz bir şekilde kucaklamıştır Andronikos.

  III. Leon İmparator olduğunda yaptığı ilk işlerden birisi dini resimleri-ikonaları kaldırmak olmuştur. İmparatorun kilise ve manastırlara giden emri üzerine, sevginin bütün evreni hayatta tuttuğuna inanan Keşiş Andronikos da hiç düşünmeden bu emri uygulamıştır.

  Keşiş Andronikos’in kendisiyle çatışmaları da burada başlar. Sorgulamadan, saf sevgiye hizmet etme amacıyla vermiş olduğu karar, başına dert olmuştur. Günün birinde Andronikos artan çelişkileri karşısında yeni bir inanç kabul etme aşamasına gelmiştir. Aynı zamanda da kabul etmeme şartları onu iyice köşeye sıkıştırmıştır.

  Andronikos 33 yaşındadır. İmparator III. Leon’un verdiği emirler üzerine koşulsuz boyun eğişi, ikonaları-dini resimleri kaldır emrini uygulaması, onu ilk kez kendisiyle tartışmaya, çatışmaya itmiş ve soru sormasına neden olmuştur.

  Bu sorgulamada, kendi düşüncesine haykırı bir Andronikos bulur. Bir keşiş olarak resimleri kaldırma kararına; “Hayır!” demesi gerekiyordu. Hayır, deseydi bir kahraman olacaktı. Ama keşiş inancına göre ise; “ Bir keşiş alçak gönüllü olmalı!” O,kahraman olmak istemiyordu. Öyleyse, resimleri kaldırılmasına “Hayır” dememeliydi.

  Andronikos bir ikilem yaşamaktadır. Keşişlik inancıyla kahramanlık arasında bir çatışma… Filozof ve yazarın tespitine göre, bu ikilem keşişi çıkmaza götürüyor. Çıkar yolu kaçmakta buluyor. Hiç kimsenin yaşamadığı bir adaya gider. Kaçtığı şey, yine kendi imgesi-düşünceleridir…

  Fakat Kuçuradi’nin bakış açısıyla; “ Kişinin kaçamayacağını, ancak kaçaduracağını henüz öğrenmemiştir.” Farkına vardığında tekrar kaçmış olduğu manastıra geri döner. Yaptığının doğruluğuna inanmadan dini resimlerin kaldırılmasına; “ Hayır” der. Ve bunun cezasını çeker. Cezası da, gece gündüz hiç durmadan konuşmak konuşmak; hiç ara vermeden tükeninceye kadar konuşmaktır.

  Gelelim bu öykünün yazarı Bilge Karasu’ya. Kuçuradi’nin tespitine göre günümüzdeki kahramanlığı yeniden değerlendirme düşüncesi içindedir; ”Herkesin gözünde kahraman olan Andronikos aslında bir kahraman değildir. Kendi imgesiyle kendisini çakıştırmaya çalışan ama bunu bir türlü başaramayan bir insandır.”

  Çok yakın zamanda iki aydınımızın, sanatçımızın ulusal medyaya yansıyan konuşmalarını dinledim. Yetmiş dört yaşındaki aydınımızın bir arkadaşı ölmüş, cenazede uzatılan mikrofonlara arkadaşı hakkında konuşuyordu. Son sözleri ise; “ Nur içinde yatsın, ışıklar içinde uyusun, iyi bir insandı.” Oldu.

  Şaşırdım önce. Bildik, klasik halk söylemiydi aydınımızın sözleri. Oysa o güne kadar hiç bu tür klasik sözleri almamıştı ağzına. Dindar olmaktan öteydi yaşamı… Acaba, keşiş Andronikos gibi kendisiyle bir çatışma halinde miydi? Baskı altında yaşayan toplumların, sanatçısına oynadığı bir oyunun eseri miydi bu açıklama ve ortaya konuşma, bilemiyorum…

  Seksen üç yaşında bir başka sanatçımız ise Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanmıştı. Basına verdiği cevaplar capcanlı ve şöyleydi;

  “ Hiçbirinde Cumhurbaşkanına hakaret diye bir şey yok. Zaten olamazda. Onlara, benim işimin politik tiyatro yapmak olduğunu, altmış yıldır bu işi yaptığımı ve dünyanın her yerinde haksızlıklara, baskılara, adaletsizliklere, bağnazlığa karşı olduğumu, bu düşüncelerimi açıkladığımı, hem sahneden hem de sosyal medyadan bunları anlattım. Başkanlık sistemine karşıyım dedim. İfade özgürlüğünün kısıtlanmasına karşıyım dedim. İnsanların düşünceleri yüzünden hapis yatmalarına karşıyım dedim. Doğanın katledilmesine, betonlaşmasına karşıyım dedim.”

  Sözlerimi İoanna Kuçuradi’nin insanlığa sorduğu soruya bırakıyorum;

“ Acaba günümüzde kahraman, kendi imgesini kendisiyle çakıştıran insan ya da kendi imgesine gerek duymayan insandır…” ,

“ Diyebilir miyiz?”

 Güven SERİN 





22 Nisan 2021 Perşembe

BENİM VEFALI TÜRK ANAM

 

İnternet

İnternet


                                      BENİM VEFALI TÜRK ANAM!!!  

                                     ( Bayramınız, Bayramımız Kutlu Olsun)

    Sanırım 1935’li yıllarda Mustafa Kemal manevi kızlarından Sabiha Gökçen ile bir tatil gününde gezintiye çıkmışlardı. Sabiha Gökçen berrak hafızası ve onu oldukça etkileyen anısını anlatırken dahi duygularına engel olamıyor, buğulanıyor gözleri, aydınlanıyor yüreği tekrar tekrar…

   Bu gezi esnasında oldukça yıpranmış, beli bükümlü, yüzü güneşten, rüzgârdan kavrulmuş bir kadına rastladılar. Mustafa Kemal atından aşağı inerek kadına sordu; “ Merhaba nine? Nereden gelip nereye gidiyorsun? “ deyince yaşlı kadın cevap verdi; “ Merhaba. Neden sordun ki? Yoksa buraların saabısı mısın, bekçisi misin? “

   Atatürk ihtiyar kadının iyice yanına sokuldu ve gülümseyerek cevap verdi; “ Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine… Bu topraklar Türk milletinin malıdır, buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? “

   Yaşlı kadın başını ve yorgun bedenini iyice doğrultarak cevap verdi; “ Tabi söyleyeceğim. Ben Sincan’ın köylerindenim bey. Otun güç bittiği, atın geç yetiştiği kavruk köylerinden birindenim. Bizim muhtar bana bir bilet aldı. Trene bindirdi. Kodum Angara’ya geldim...”

    “ Muhtar niçin Ankara’ya gönderdi seni? “

  “ Gazi Paşamızı görmek için… Benim iki torunum gâvur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Angara’ya geceleyin geldimdi… Yolu neyi bilmediğimden, işte akşamdan beri böle kendimi oradan oraya vurup duruyorum bey…”

    “ Senin Gazi Paşa’dan başka bir isteğin var mı? “

    Kadının yüzü birden değişti; “ Töbe de bey, tebe de. Daha ne isteye bilirim ki. O bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşman elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi. Daha ne isteye bilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşayıp gidiyoruz. Şunun, bunun gâvur dölünün köpeği olmadan onun sayesinde kurtulduk. Buralara bir defa onun yüzünü görmek, ona sağ ol paşam demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyorsun, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa’yı nerede bulacağımı deyiver…”

   Atatürk’ün gözleri dolu dolu, manevi kızına dönerek; “ Görüyorsun ya Gökçen; işte bu bizim insanımızdır. Benim köylüm, benim vefalı anamdır bu…”

   Sabiha Gökçen yaşlı kadının yanına sokuldu ve ellerini tuttu; “ Anacağım, senin rüyalarını süsleyen Gazi Paşa, işte karşında duruyor.”

   Sincan’ın otun güç bittiği, atın geç yetiştiği köyünden olan yaşlı kadın şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp Atatürk’ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı…”

   ANADOLU, insanı her yerde hep aynıdır. Binlerce yıllık kadim geçmişin ruhu bu toprakların içine süzülmüş. Bu toprakları her kim işlerse mayasında bu ruh biter, bu ruh tüter; bu ülkenin her neresine giderseniz gidin; Urfa’ya, Kars’a, Erzurum’a, Edirne, Tekirdağ, Aydın, Adana, Konya, Kayseri, “Anadolu anası”nı bulursunuz. Gözlerindeki yaşlar çoktan kurumuş, yüzündeki deri kavrulmuş ama umutları o kadar taze, inancı o kadar saf ki; o kavruk yüzün kuru elleri bir dokunsun size; nice makyaj, nice hile, gurur, safdillik kendiliğinden mum gibi eriyiverir; eğer bir parça vicdan, bir parça kültür, bir parça insan tarafınız kalmışsa…

   Yaşlı kadının sonrası ne mi oldu? Mustafa Kemal Atatürk iki gün ağırlanmasını, hoş tutulmasını ve yanına üç inek verilerek köyüne getirilmesini emretti.

   “ Benim armağanım olsun “ dedi, ellerine sarılan, ellerini öpen yaşlı kadınla sarılıp ağladığı Anadolu insanı, Anadolu anası için…

   Herkes kendi doğrusu peşinde koşsun koşmasına ama milletleri millet yapan ortak özellikler, sağlam karakter, ortak anılar, hatıralar, hüzün ve sevinçlerdir… Sosyolojinin özünü kaçırırsanız Milleti, coşkuyu, çocukları da kaçırırsınız;

   23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için hazırlanmıştır: KUTLU OLSUN…

 Güven SERİN 

 

 

 

 



19 Nisan 2021 Pazartesi

KÖY ÖĞRETMENİ,İNSANI; KISKANÇLIĞI ANLATIYOR

 




                KÖY ÖĞRETMENİ, İNSANI; KISKANÇLIĞI ANLATIYOR

     Köy deyince “Köy Enstitüleri” tadı geliyor akla ama artık bir efsane olarak anacağımızı da herkes gibi bende biliyorum. Yıkmanın, yapmaktan daha zor olduğunu uygar dünyanın milletleri gibi bizde öğreneceğiz bir gün; başaracağız (!)

   Çok değerli bulduğum köy öğretmeninin anısını, hikâye lezzetindeki tadını burada paylaşmak istiyorum. Otuz beş yaşında bir köy öğretmeni. İdealizmi başköşesine, edebiyatı, öğretileri ise heybesine koyup da inmiş köy denen bahar sevinci yaşayan, etrafında şeftali çiçeklerinin bol olduğu yere.

   Dersten sonra köyün dışına gezintiye çıkmış. Üstelik de bahar güneşine sarılarak yürümüş köyün yakınlarındaki bayırlarda, tepelerde. Dağlara türkü söyleyen küçük çobana rastlamış:

    Karnım aç, deyince küçük çoban kadim zamanlardan beri yapılan şeyi yapmış:

-        Dağarcığından kumlu köy ekmeği ve suyu seli kaçmış Mihaliç peyniri çıkarıp verdi. Pınar buldum su içtim.

    Köy öğretmeni bir güzel doyurmuş karnını, baharın ıslık çalıp, küçük çobanın dağlara türkü söylediği yerde…

   Uzun uzun dolaştıktan sonra evinin yolunu tutmuş. Onu bekleyen on yedi yaşındaki karısı Fadime’yi sevmiyordu ama hoşuna gidiyordu; her kapıyı açışta tatlı tatlı gülen Fadime.

   Otuz beş yayındaki öğretmenin anlatmasına göre, elin fakir çocuğunu-kızını köy ağaları zorla vermişler öğretmene;

   “ – Kızın sende gözü var. Eh diyiver işte.

Bir gün diyiverdim. Akşam Fadime geliverdi. Bir kuzu, bir bakır mangal, dört tencere, bir sini, iki şilte, beş altı yastık ve yorgan yüzü de getirdi. Konu komşu:

 -        Muallimin evi tamtakırdı, dediler. Bereket Fadime’ye şanlı şerefli oldu.

   Fadime’ye gel dedim, geldi. Git dedim, gitti. Ne yalan söyleyeyim beni hiç rahatsız etmedi. Bazı korkunç geceler, insanlığımın bütün iştahsıyla ona sarıldım da… Öptüm de…

  Fakat sonraları düşünüp taşındım. Fadime’yi kendime eş bulamadım. Kendi kendime sana arkadaş lazım, karının ne lüzumu var ki. Başkalarının çocuklarını sevmesini bildikten sonra kendi çocuğun olsun diye heveslenmekliğin budalalığından geliyor.

  Mesela, her akşam dağdan kuzuları otlatmaktan gelen güzel delikanlı çoban Fadime için ne biçilmiş kaftandı. Ne güzel eş olurlardı. Onları bir şair görse, ne şiirler yazmazdı.”

  Köy öğretmenimiz böyle konuşa dursun,bir gün kahvede konu komşuyla biraz sohbet ettikten sonra evine doğru yürüyormuş.Fındıkların dibinden gelen sesleri dinlemiş.On yedi yaşında ağaların zoruyla öğretmene verilen Fadime ile on yedi yaşındaki delikanlı çoban konuşuyorlarmış:

 “ - Yaprakları aralayarak yavaş yavaş yanlarına yaklaştım. Delikanlı çoban Hüsref Fadime’nin elini tutmuştu. Beni görünce elini çekmedi. Filozoflaşarak içimden:

   On yedi yaşında bir erkek çocuğu on yedi yaşında bir kız çocuğunun elini tutarsa, otuz beş yaşındaki erkek on yedi yaşında bir kızın kocası da olsa şaşmamalıdır, dedim.

-        Merhaba oğul, Fadime nasılsın? Dedim. Sonra, yürüdüm. İçim ezikti, yüreğimde bir bulantı vardı. Buna rağmen yaprakların arasında konuşmalarına devam eden iki mahlûkun cümbüşünden aldığım bir buruk lezzetle, ıslık çalarak kitaplarımın arasına atıldım.”

    Bir köy öğretmeni, bir yazara, sanatçıya dönüşürse; Mahmut Makal, Fakir Baykurt, biraz Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Otyam, biraz da Sait Faik olur…

     Bütün bunları nereden mi öğrendim; aylaklığı kendine iş edinmiş, özgün yazı dilini sosyoloji, psikoloji ve merhamet ile dengelemiş Sait Faik’in “Kıskançlık” hikâyesinden… Sait Faik’in bu hikâyesi, bir köy türküsü gibi; yakılarak yaşanmıştır, düşünülüp kurku yapılmamıştır…

   Bedri Rahmi Eyüboğlu Çorum ve İskilip’e gittiğinde tanıyacaktır Anadolu kültürünü. Köy yaşamını, farklı olan ilmik ilmik işlenen kültürün yaşama ait olan parçalarını. Ve seslenecektir:

 " Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım” diyecektir, tıpkı otuz beş yaşındaki öğretmenin, zorla evlendirilen on yedi yaşındaki Fadime’nin on yedi yaşındaki delikanlı çobanın elini tuttuğunda duyacağı utanma, iç bulantısı ve acı gerçeğin türküsü gibi…

 Güven SERİN 

 

 

 


15 Nisan 2021 Perşembe

İSMİ YABANCI KENDİ YERLİ BİR İNSAN

 



                                İSMİ YABANCI KENDİ YERLİ BİR İNSAN

 

  Kimden mi bahsediyorum? Giovanni Scognamillo’dan. İstanbul’da doğmuş, İstanbul’da ölmüş eserler vermiş bir insandan… Arama motorlarından birisine Giovvanni’nin ismini girdiğinizde şu bilgilerle karşılaşırsınız;

“ Giovanni Scognamillo, Türk yazar, sinema tarihçisi, araştırmacı, eleştirmen, eğitmen, reklâmcılık, dekoratörlük, kitabevi yöneticiliği ve daha pek çok farklı alanda çalışmıştır.”

  İsminin yabancı olduğuna bakmayın sakın. Pierre Loti,bu ülkede doğmasa bile,İstanbul’dan ayrıldıktan sonra bile ülkemizi,ülke insanının hiçbir zaman unutmayan insanlardan birisi olarak; edebi dünyamıza bir efsane olarak girmiş,Pierre Loti ve Aziyade’nin mitini oluşturmayı başarmıştır.

  Giovanni Scognamillo, Beyoğlu’nu yaşanır hale getiren değerli insanların sadece birisi. Ve önemli olanları! Halk arasında kadim zamanlardan beri söylenen bir söz ; “ Bu dünya güzel insanların hatırına yaşam sunmaya devam ediyor.”

  İstanbul denen efsane şehir, bugün dahi çekim alanı yaratıyorsa, bir yıldız gibi, yaşam dolu gezegenlerini kendisi etrafında dönmeye ikna etmişse, bu şehrin coğrafik, tarihsel, sosyolojik gizemlerinin, güzelliklerinin de olduğunu hatırlamamıza neden oluyor…

  İstiklal Caddesi, Postacılar Sokağı,13 numaralı daire uzun yıllar Scognamillo’nun yaşadığı yer olmakla birlikte, kapısını her çalana açılan bir mekân, her gelene huzur veren bir dinlence, onarım merkezi gibiydi… Bu evin kapısını her çalan kişi; genç-yaşlı, ünlü-ünsüz ayırt edilmeden ağırlanması, yüksek ve derin bir kültürün kendisi değil midir? Bu kültürü tanıyan, bu huzur evinde soluklananların geriye bıraktığı sözcükler ise şöyledir;

  “ Beyoğlu’nun beyefendisiniz huzurunda kendinizi şimdiki zamandan kopmuş, geniş zamanların içine düşmüş bir çocuk gibi hissederdiniz.”

  Türk olmadığı halde Türk sinema tarihini, kendi içindeki dönemleriyle birlikte araştıran, inceleyen bir insandır. Türk Sinema Tarihi 1 ve 2 cilt diye hazırlanmış; “ 1896 yıllarından 1986 yıllarına kadar olan dönemlerini sinema tarihinin hizmetine sunmuştur. İstanbul’un Gizemleri çalışması ise apayrı bir eser “kült” bir çalışma olarak kabul ediliyor.85 yıllık ömrün neredeyse boşa giden bir kıymığı bile yok dercesine; deryalar içinde ayrı bir okyanus yaratmış bir insanın öyküsü; ölümüyle daha bir ayrı öneme sahip olacak…

  Edebi dünyanın kaderi budur! Yazar, ressam, şair öldükten sonra yaşamaya başlar… Şaşılası bir kader; ilk bakışta bir nankörlük görünse bile, insan sosyolojisinin tuhaflığını iyi anladığımızda, şaşırmaktan öte, bir uyku, rüya dönemi diye düşünmek de mümkün…

   Türk sineması adına onca araştırma, deneyim yaşayan Giovanni Scognamillo’nin sinemamız için ortaya koyduğu en güzel tespit şu açıklamasıdır;

“ Konumuz yine Türk sineması. Bir meselede gerçekçi olalım. Türk sinemasının henüz doğru dürüst bir grameri (Dil Bilgisi), bir sentaksı (Söz Dizimi) bile olduğu söylenemez.”

  Yaşama,edebiyatın,sanatın ruhuyla tutunanların bakış açısı,güneşin ışıkları kadar net ve yaşam kokar…

  Giovanni ile ölümünden önce yapılan bir röportaj çok ilginçtir. Kameranın karşısına, yattığı yerden, zar-zor konuşarak başlayan sanatçının ilk sözcükleri; “Merhabaaaa,Merhabaaa,Merhaba” gelen konuklarını,konuşmaya zorlandığı,yaşlılığın belini büktüğü anda bile tebessümü;yüzü ve sağ elini ağzının izahına getirerek,konuklarına büyük bir hürmet-saygı gösterisinde bulunması ayrıcı onun farklı yanıdır…

  Ve bu tebessüm karşılamadan sonra diğer sözcükleri de hayli ilginçtir;

  “ Etkinlikten önce Paris var benim için… Çünkü ilk kez Paris gibi bir başkent; bir kültür, bir eğlence merkezi; her şeyin bir merkezi saldırıya uğradı.”

  Giovanni 85 yıllık yatağında ölüme bu kadar yakınken dahi, Paris’de olan terör saldırılarına karşı yaşadığı ruhsal sıkıntıyı, yürek yangını ancak bu kadar duyarlılık içinde anlatılır.

 “Benim için Paris var!” düşüncesi, onu İstanbul, Beyoğlu'ndan koparıp dünyanın en güzel sarayına getirseler; İstanbul-Beyoğlu için de söyleyeceği sözcük aynı olacaktır; “Benim için her şeyden önce İstanbul-Beyoğlu” var diyecektir…

  İstanbul, bu yüzden hep farklı, hep gizemli bir şehirdir… En gelişmiş teknolojilerin var olduğu zamanlarda bile kendi puslu, saklı gizemini, güzelliklerini korumaya devam ediyor. Bu kadar talana, bu kadar istilaya uğradığı halde; nice güzel insanın geride bıraktığı muhteşem sevgi, kendi koruyucu kalkanlarını oluşturup, göksel bir korunak yaratıyor…

Güven SERİN 


14 Nisan 2021 Çarşamba

ROMANLAR YOLCULUKTA

 


JOZEF KOUDELKA


JOZEF KOUDELKA

                                            ROMANLAR YOLCULUKTA

 

     Charles Baudelaire, çingeneler yolculukta şirinde dile getirir gördüklerinin sancısını ve haykırışını;

“ Gün yola çıktı yine, gözbebeği ateşten

Kâhinler aşireti, yavruları sırtında

Ve sunarak onlara arzu duyduklarında

Sarkık memelerinin hazinesini her an”

   Altınova’da oturan arkadaşım Yunus Usta yıkılacak eski bir yapının yan tarafında bekleşen Çingeneleri haber verdi. Telefondaki sesindeki heyecan, saygı ve sevgi iç içe germiş, her an bir şiir yazacak şairin doğurganlığı içinde;

“ Görmelisin Güven, öyle bir heyecan içinde bekleşiyorlar ki! Bir de ateş yakmışlar çalı çırpıdan; etrafına toplanmış çoluk-çocuk…

    Neşe içindeler; küçük, büyük; birazdan yıkım olursa çıkacak demirlerden kendilerine düşen payı almak adına, bir gün daha tok geçecek umutları sapa sağlam; oturdukları ateşin başında-eski-püskü giysileriyle çingene çocukları, bir yudum umudu zenginlik kılıyor…”

  Şehrimizde yaşayan çingenelere çingene demek neredeyse suç haline geldi. Şimdi ; “ Roman “ diye sesleniyorlar onlara. Sanki dertleri azalmış, saygınlıkları artmış, onları eğlenceli kılan meslekleri-uğraşları daha yücelmiş gibi…

  Bu kandırmaca seslenişe neredeyse herkes teslim olmuş durumda. Hemen hemen her sorunu yok sayarak veya önemsemeyerek bu durma düşmedik mi? Kendi folklorik değerlerimiz de böyle eridi gitti. Gönüllü erime, asimilasyon böyle bir şey… Fakat bu eriyişimizin karşılığı ne? Bir dönüşüm, bir yenileme içinde olduğumuza göre kime benziyor, kime dönüşüyoruz? Batıya mı? Doğuya mı? Sanırım; hiçbiri…

   Sait Faik’in boyacı çocuğu, dillere destandır. Şair nasıl sesleniyor boyacı çocuğa şiirinde;

“ Seni satmam çocuğum

Dört yüz bin tekliğe,

Ne güzel kaşların var

Ne güzel bileklerin

Hele ne ellerin var, ne ellerin.”

  Günümüzden 30–40 yıl önce panayırlar olurdu. Eğlenmek adına panayırlarda yok yoktu! Şarkılı danslardan, müzikal benzeri etkinliklere, uçan sandalyelerden, silah atışlarına, halkalara kadar; hüner isteyen büyük organizasyonu kuran da yöneten de Çingenelerdi. Bir makyaj yapardı çingene kadını, etrafında on, yüz, bin erkek dolanırdı. Güya dışlanan, güya ötelenendi Çingene kadını! Hünerli eller böyle bir şeydir, kendine çeki düzen verir ve hünerini satmayı becerir…

  Doğduğum yerde birkaç ayda bir gelen Çingeneleri görürdüm. Özellikle, sepetçi ve kalaycı zanaatı olanlar anne annemin komşusu olurlardı. Neden mi? Onların Ayşe Ninesiydi. İstedikleri zaman su, ekmek verir onları kollardı. Onların da yeryüzünde insan olduğunu, insan haklarına sahip olduğunu kendi hiç hukukuyla çoktan anayasasına yazmıştı.

   Türkiye Cumhuriyeti Anayasası gibi; herkes eşittir; “ Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrı gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmaz.”

  Yasalar böyleyken yaşadığımız toprakların zenginliği binlerce yıl öteye uzanıyorken, kendi geçmişimizin coşkusu, Rumeli, Anadolu, Orta Asya imbiğinden süzülmüşken niçin kendi kendimizi eritiyor, kültürlerimizi özentiler uğruna yok ediyoruz?

  Şehrimizin en önemli renklerinden birisi de Çingene vatandaşlarımızın yüzlerce, belki de binlerce yılda oluşturdukları meziyetler değil midir? Onların kalaycılığı, el sanatlarındaki becerisi; panayır şenliklerinin sıra dışı mimarı ve mühendisi onlar değil mi?

 Ya müzik uğraşları? Hangi topluluk, hangi kültür onların müziğe olan tutkusuyla, müzisyenliğiyle boy ölçüşür? Ya bakışları? Yüzlerine yansıyan o yabanıl bakışlar? Sahtenin de sahtesi kol geziyorken, şehrimiz için kültürel, sosyal ve turizm yönüyle büyük bir hamle olacak destekleri veremeyiz mi?

  Onların müziği, onların el sanatları, onların yaşam tarzı; kendi kendilerine yetecek duruma gelmeleri, şehrimizin eriyen, kaybolan kültürü ve kültürleri adına çok büyük bir kazanım olacaktır. Bir ormanı düşünün; tek bir ağaç çeşidi, çok şey ifade etmez. O ağaçlar, diğer ağaçlarla, bitkilerle, böceklerle, hayvanlarla bir orman olabilir ancak…

  Charles Baudelaire devam ediyor şiirine;

“ Kum yuvası içinden görüp geçişlerini

Cırcırböceği birden yükseltiyor sesini

Çoğaltıyor yeşil, böylece dost Kybele”

Güven SERİN  

 

 






9 Nisan 2021 Cuma

EYLEM HALİNDEKİ BİLGİ

 



                                          EYLEM HALİNDEKİ BİLGİ

( Bilmeye Cesaret Et ) 

 Bu çalışmamı, her çalışmamdaki amatör ruhla yazma bilinciyle yola çıktığımı söylemek isterim. Gelişmemiş toplumlarda bir parça kılık-kıyafet düzeltilir, birkaç taşınmaz alınırsa “Beyefendi veya Adam!” muamelesi görebilme hakkını ise gönüllü kullanmak istemediğimin farkında olma bilincini, daha evrensel ve hakikati bilmeye-tanımaya çevirmek istiyorum.

  Neredeyse ışık hızında ilerleyen insanlık-teknoloji değişimlerine altmış yıl öncesini bilenlerin ayak uyduramaması bundandır. Şaşkınlık, duygu kırıklıkları, yalnızlık hissiyatı ve “Bu dünyanın çivisi çıktı” sözcüklerine malzeme olan “Korku” ,bilginin hakikate ulaşmak için çaba harcamadığının YÜCE kanıtıdır.

  Bilimin çok azını anladığım gibi felsefenin de çok azını öğrenmiş olmanın sezgisel, mantıksal yoğrulmasıyla erişmiş olduğum sağduyu: Yaşamı, Dünyayı ve EVRENİ, daha fazla sevmeme neden oldu. Bununla birlikte bu gezegeni dolduran bütün canlıları, aynı hassasiyet içerisinde; kimine derin sevgiler beslerken, kimilerini ise sağduyunun ev sahipliği içinde sayıyorum; saygı duyuyorum…

  “ Düşünüyorum, o halde varım! “ fikri boşu boşuna, sadece slogan olsun diye atılmamıştır yeryüzü cennetine. Düşüncenin eyleme dökülüp; Descartes’in ulaştığı ve bize büyük bir insanlık mirası olarak sunduğu; “ Bilmeye Cesaret Et” fiiline-davranışına dönüşmesinin şanı ve şerefidir…

  Sanırım, bunca gevezelik, kurban vermeler, takat-sız haller, çareyi, her daim yarattığımız, seçtiğimiz insanların yüzüne bir SUÇ gibi çarpmalar ve yüklemeler, hiçbir fayda getirmeyeceği gibi bizleri EYLEMSİZ bırakacaktır.

  Ne demektir bu? Hızlı bir çürüme, yitik bir akıl, hatta hiçbir zaman sahip olunmayacak bir SAĞDUYU!

  Descartes, Aklın İyi Yönetmek Ve Bilimlerde Hakikati Aramak İçin, eserinde bir başka eylem hazırlığını, başarı ve cesaretini anlatır;

“ Bunun içindir ki yaşım öğretmenlerime tabi olmaktan çıkmama izin verir vermez kitapları incelemeyi tamamen bıraktım. Ve bizzat kendi içimde ya da, dünyanın büyük kitabında bulunabilecek olandan başka bir bilimi bundan böyle aramaya kesin karar vererek, gençliğimin geri kalanını yolculuk yapmak, saray erkânlarını ve orduları görmek, çeşitli mizaçlarda ve koşullarda insanlarla içli dışlı olmak, çeşitli deneyimler edinmek, kaderin önüme çıkardığı rastlantılarda kendimi denemek ve her yerde önüme çıkan şeyler üzerinde bir parça yarar sağlayabilmek amacıyla bu şekilde tefekkür-düşünüş etmek için kullandım.”

  Ne demeli bu düşünceler için? İnsan ruhuna, bütün kavgalardan, miraslardan, unvanlardan daha büyük, değerli ve anlamlı bir sunum-hediye değil de nedir?

  Biliyorum,herkes bildiğini okumayı sever.Kimi hürriyeti; uçmak,kaçmak,saklanmak veya birilerine BEDEL ödetmek adına büyük kazanç-güç olarak görür ve sayar.Büyük sahne o kadar büyük ki; şu an dünyadaki bütün insanların büyüklüğü ancak bir yüzyıl için geçerli.Çünkü,her yüzyılda bir dünyada doğmuş bütün insanlar sıfırlanıyor.Tıpkı,yüzyılda bir dünyanın bütün sularını yer değiştirmesi gibi…

   Yüzyıllar önce yaşamış filozof; arayıp bulduğu ve bilmeye cesaret ettiği hakikat, insanlık yeryüzünde durduğu sürece hep fayda sağlamaya, öncülük yapmaya devam edecektir. Bu yüzdendir gerçek manada filozof, sanatçı, bilge olmuş insanların gün içerisinde ALKIŞ-HEDİYE, ŞAN-ŞÖHRET beklememeleri…

  Bu yüzdendir etrafımızdaki büyüklerimiz dediğimiz yaşlı insanların için için erimesi ve yalnızlıklarının büyük kederleri; bütünüyle eylemsizlik ve hakikate olan mesafeleri…

  Şu an, bir eyleme, deneyime ve bir gözleme karar verdiyseniz; hakikatin izlerini, kokusunu görme, hissetme heyecanınız oluşmuşsa; bütün hayal kırıklıklarınız da bir süre sonra sizi terk edeceği, yoktan veya sihirli bir şey değildir. Tamamıyla insan ruhunun-kendisinin, yüce evren ve eşsiz gezegenin hücreleri ve elementleriyle iç içe olduğumuzun farkına varmaktır…

   Bilgelik her şeyi bilmekten çok öte; sağduyuyu edinmek, ön yargıları yok etmek ve yola çıkmaktan ibaret çok basit ve masrafsız bir şeydir…

Güven SERİN 

 

  


8 Nisan 2021 Perşembe

İHTİYARIN DERİN HÜZNÜ

 





                                               İHTİYARIN DERİN HÜZNÜ

 

                       ( Bizleri Görmeye Gelen Bugün Bulur,Yarın Bulamaz!)

  

   İlgili belgeselde Anadolu’da ki bir yerleşim alanı ( köy ) tanıtılmaktaydı. Yemyeşil vadinin eteklerine kurulmuş, zanaatkâr ve sanatkâr insanların yaşadığı ve bıraktıkları evlerin iki katlı, ahşap ve taş işçiliğinin, mimarisinin zarafetinden belli olan köyde yaşayan birkaç insan kalmış.

   Gençleri çoktan şehirlere göç etmiş. Kim sorarsa “ Geçim derdi “ Oysa şehirlere aç insanlık, belki de birkaç on bin yıldır kendince doyuma ulaştığını sandığı yerlerden kaçıyordu. Erkeği kalsa, kadını gitmek istiyor. Kadını kalsa, çocukları gidiyor…

   Bu süreç, bu döngü böyle olmasını anlayışla karşılardım karşılamasına âmâsı var! Köylülüğü, çiftçiliği, hayvancılığı, ipek böcekçiliğini, zeytinciliği, tütünü, çay işini bu kadar yalnız bırakmasaydık, hor görmeseydik, bu ıssızlıklar böyle olmazdı. Daha ağır, daha demlenmiş olarak akardı, şehirlere olan insan göçleri…

   Ya şimdi? Neredeyse “ Cennet “ gibi bir Anadolu köyü, iki katlı ahşap evlerinin, ahırlarının, kilerlerinin, bağ ve bahçelerinin yalnızlığı, orada kalanlar için büyük bir yük. İhtiyar adamın neredeyse komşusu kalmamış. Her tarafa doğa hükmediyor. Kuşlar, orman hayvanları, böcekler ve o muhteşem ormanı saymazsak, insan denen canlı yok gibiydi tanıtılan cennet-imsi yerde.

   İhtiyarın yalnızlığına çare zurnasıydı. Çocukluğundan beri çaldığı zurna, şimdi en yakın arkadaşı olmuştu. Bir de üfleyişi, çalışı var ki sormayın; bir ağıt, muhteşem bir insanlık destanı anlatıyor gibiydi…

   Program yapımcılarına ihtiyarın söylediği son cümleler; sevgiyle beslenen insanın ruhunu birden yangın yerine çevirecek kadar gerçek ve hüzün yüklü;

   “ Nesil bitti bitecek, bu son çırpınışıdır insanımızın! Bizleri görmeye gelen, bugün bulur, yarın bulamaz! “

   Daha ne desin hüzün yüklü ihtiyar? Nasıl anlatsın bunca boşluğun, insansız olamayacağını! Cennetin bile insansız bir anlam yüklenemeyeceği gerçeğini hangi dille tarif etsin.

   Tam olarak kimi suçlayacağız? Politikacıların oy avcılığını mı? Yoksa bilgiye, deneyime yeterince emek sarf etmeyip kolayca kaçışlara yaslandığımızı mı? Kim bilip anlatıyor şimdi bizlere; Orta Asya’da yaşamış atalarımızın 2–3 Bin yıl önce yaşadığı şehirlerde su ve kanalizasyon sistemi olduğunu. Kerpiçten kurdukları şehirlerde ciddi derece zenginliğe sahip kütüphanelere sahip olduğunu, kim söyleyecek bizlere? ( Kayıp Aydınlanma-S.Frederıck Star)

  Belki şair bir şeyler söyler kendince, derdimize çare değil de, bize başka dertler eklemek niyetiyle;

 “ Ey sen ki durmadan ağlarsın,

Döversin dizini;

Gel söyle bakalım ne yaptın,

N,ettin gençliğinde? “

   Paul Verlaine böyle söyler söylemesine de, o kadar çok şeyi kaybettik ki, ancak kıt hale gelince insanı, köy yumurtasını, köy tereyağını, ekmeğini, sütü ve peynirini arıyoruz. İnsanlığın en büyük hataları burada başlar; bol olanı suçlar. Bol olanla kavga eder. Dönüşümünü, muhtaç kaldığı zamanlar yapar; damla damla, sevgi, özlem, insanlık akar yalnız kalmış insanların ruhlarından.

Güven SERİN 

3 Nisan 2021 Cumartesi

ALLAH AÇGÖZLÜ İNSANLARDAN KORUSUN BİZİ!

 




                    ALLAH AÇGÖZLÜ İNSANLARDAN KORUSUN BİZİ!

 

    Sıklıkla duyarsınız dünya nimetlerinin-zenginliklerinin büyük çoğunluğundan “Küçük Azınlık” denen bir sınıfın faydalandığı üzerine yapılan açıklamaları. Doğrusu yaşam denen bilmece; yaşama sanatı, büyük çoğunluk tarafından kendi doğal akışı-yetinmesiyle karşılanır…

   O yüzdendir küçük çoğunluğun büyük lokmaları yemesine ses çıkarmayan büyük çoğunluğun; milyarların…

   Yarım yüzyılı geçen zaman deneyimi içerisinde her türlü insanı tanıma fırsatım da oldu. Cimri ve savurgan, oldukça denk bütçe yapan, o muhteşem ince çizgiyi tutturan tanıdıklarım da var.

   Deseniz ki hangi arkadaş biçimini tercih edersin? Cimriye de, savurgana da mesafeli olmak şartıyla hiçbir sözüm yok. En fazla kendilerine zarar verirler. Dışarıya, çevreye, diğer insanlara zarar verme aşaması, hiçbir zaman tasvip edilmez…

   Mesela cimri arkadaşla yola, yolculuğa çıksanız; ne tat ne de tuz bırakır sizde. Her şeyin en ucuzunu aramakla gününüzü deşer ve içine eder o güzel günün. Onlar öyle bir cimrilik yaparlar ki, hiç tüketmedikleri yiyeceklerin bile pahalı oluşlarının şikâyetlerini yaparak, bir parça neşeli olduğunuz zamanın neşesini çalar kaçarlar. Yapabilecekleri bütün zarar budur; fazla yakın olduğunuzda neşenizi kaçırmak, hiç istemediğiniz halde sizi, para kavgasına sokmaktan öteye gitmez-geçmez…

   Savurgana gelince, parası olduğu sürece herkes tarafından sevilir. Yakın çevresi dâhil… Deneyimlere göre, savurgan cimriden daha fazla sevilse bile, daha zararlı olabiliyor. Parası bitmeye görsün, bütün bonkörlüğü, sevecenliği para bulmaya, insan tırtıklamaya dönüşür… Fakat savurganın da zararı, mesafeli olduğunuz sürece kendisine ve en fazla ailesine…

   Aynı kulvara-şeritte, kumarbazı, alkoliği de alabiliriz. Büyük çoğunluğunun en büyük zararları sadece kendilerinedir. Bazılarının ise ailesine ve yakınlarına sızma ihtimali hep vardır. Yine de toplumun birer fertleridirler; diğer insanlar gibi…

   Gelelim, AÇGÖZLÜ olanlara. Dünyanın her yerinde, pastanın-değerlerin; zenginliklerin en büyüğünü bir şekilde ele geçiren, elde eden insanlara; en korktuğum insan biçimleri… Allah, herkesi, bütün dünyayı, ülkemizi ve şehrimizi bu insanlardan korusun…

   Dehşet derece toplamaya, kazanmaya, biriktirmeye, ele geçirip elde etmeye programlı birer robot gibidirler. Gücü ve zenginliği ölesiye severler. Gelinen noktada, ülkemizin, şehirlerin nimetleri tam manasıyla adil dağıtılmıyorsa; bütün bunların sebebi; açgözlülüktür…

   Hep söylenir ve neredeyse herkes bilir; “ Kefenin cebi yoktur” fakat karaktere yön veren genler öyle bir alışmıştır ki, güç ve zenginlik sarhoşluğu, ülkenin servetinin akış yönünü değiştirir.

   Bilmiyorum kaç kişi izleyip de vicdanen gözyaşı dökmez; Geçenlerde bir şehrimizde Belediye iki yüz kişi almak için iş ilanı verdi. Kaç kişi başvurmuş sizce? 53 BİN genç insan, kuyruğa girmişti…

   Bu ülkede, en iyi niyetli olanlar ve en gamsız insanlar-YÖNETİCİ-LER bile hüngür hüngür ağlaması gerekmez mi? Bunca insan, bunca eğitimli, donanımlı insan; askeri ücrete bile, hatta onun altına bile razı olup; “ Ne iş olursa! “ yapacağının sırasına giriyor ve eve eli boş, gönlü kırık, ruhu buruk ve ezik dönüyorsa; ALLAH bütün insanları, onuruyla yaşama savaşı veren herkesi bu AÇGÖZLÜ korkunç iştahı olan azınlıktan kurtarsın…

   Bu yüzden, kurum ve kuruluşlar; bu vatanı sevmiş olan ülke insanları, herhangi bir koltukta, kurumda, kuruluşta yetkisi olanların yapabilecekleri en büyük milli mücadele işsizliği ADİL bir şekilde yenme uğraşı olmalı.

   Ülke sevdası, birey olup kendi kendine yetme onuru; iç içe geçmiştir; hiç kimse yetişkin olunca birilerine muhtaç kalmak istemez. Onuruyla kazınıp yuva kurma, ülkeye, şehirlere, millete de huzur getirir; başka bir şey getirmez…

 Güven SERİN