Sayfalar

26 Eylül 2019 Perşembe

ÇOK Bİ GÜZEL






ÇOK Bİ GÜZEL

   Kuzguncuk’ta Çınaraltı Kahvesinde boğazı seyrediyor Can Yücel. Karşı kıyılardan ötelere, daha ötelere, insanlığın her olduğu yere uzanıyor da yetmiyor, yetemiyor.

   O gün birçok insan gibi bir insan ölmüştü; Haldun Taner. Şairin seyrek beyaz saçlarını, Firişka rüzgârı yalayıp duruyordu. Hafiften bir esintiydi ama şairi teselli etmiyordu.

  Beyaz bir kâğıda dökülüverdi gözü yaşlı sözcükleri-mısraları;

“Baktım sana Yahya gibi
Teşvikiye’den
Kimler seni etmiş olmalı ki teşvik
Küplüce’ye(taa)gidiyordun…
Yürüyordun aramızda
Yürüyordun aramızdan…
Giderayak
İnsan Haldun
Çok bi güzel
Çok bi güzel
Çok bi güzel
Yepyeni bir İstan-buldun…
  Bir gün önce Küplüce Mezarlığına gömülmüştü Haldun Taner. Hani Kadıköy’de hemen iskelenin karşısında Devlet Tiyatrosunu ismi verilen Haldun!

  Onun kaleminden, gezip durduğu ilçelerinden, hikâyelerinden söz etmeden olmaz! Şişhaneye Yağmur Yağıyordu hikâyesi, zamansızlığın ödülüne layık görülmüş, uçsuz evrenin içinde edibi dünyaların yörüngesine çoktan oturmuştur.

  Keşanlı Ali Destanı; başlı başına bir destan… Ya onun seslenişi;” Çok Güzelsin Gitme Dur” ricası; kendi dilinden dökülen sözcüklerle bi tamam olur; “ Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil.”

  İnce beyaz saçları, sigara dumanından sararmış sakal ve bıyıkları, bir can taşıyordu hükmetmek istemediği dünyaya, bir hınç duyuyordu. Sıkkındı canı Haldun’dan önce de, sonra da.

   Sıradanlığı, basitliği sevdiği kadar aklı, mizahı, sanatı seviyordu. Bir ayrılışın öyküsü, hiç bitmeyecek hissiyatında ki ocakta yine bir şeyler pişiriyordu;

“İnsan Haldun
Çok bi güzel
Çok bi güzel
Çok bi güzel
Yepyeni bir İstan-buldun…”

Güven Serin  


19 Eylül 2019 Perşembe

ÇALIN UYARI ÇANLARINI!





   ÇALIN UYARI ÇANLARINI!

   Kim bilir kaç yüzyıldır sesleniyor sanatçılar, filozoflar insanın azgın gidişatına, bitip tükenmez vahşi gururuna boyun eğişine. Doğayı ağır ağır tüketen insan, kendini yenilerken, yeniden var ederken de zalimliği, unutkanlığı davam ediyor.

   Tabiat ses veriyor; eriyen buzulları, yakıcı güneşiyle… Mülteciler, kadim vatanlarını bırakıp da gözlerini bile kırpmadan gecenin karanlığına bürünmüş sulara giriyorlar. Nasılsa geride ölüm kol geziyor! Karşıya; Avrupa Kıtasına geçerlerse kölelik de olsa, yaşam var ;çoluk çocuğa…

  Mülteciler kendi topraklarına girmesinler diye gökleri bile şaşırtacak hesap kitaplar yapılıyor. Kimi ülkesine kocaman duvarlar örüyor. Kimileri ise pazarlık masasında “Kaç para” vereceklerini hesaplıyorlar.

  “Çalın Uyarı Çanlarını” Çalın… Sonsuza kadar çalınsa, bu kaderin zavallı gerçek yüzü hep yüzümüze haykıracak; “ İyi kötüdür, kötü de iyi!” Sanki Şekspir; sanki tüm zamanların çan çalısızı, kulak çekicisi…

   İç huzuru yerle bir olmuş Kral Macbbeth kaderinden kaçamayacağını biliyor. Kader bu ya; üç cadı kadın onun kafasını karıştırıyor.

  Birinci kadın; “ Aslan gibi yürekli ve gururlu ol” derken, ikinci kadın; “ Macbeth, asla mağlup edilemeyecek. Büyük Birnam Ormanı kalkıp yürümedikçe, Dunsinane Tepesi’ne savaşmak için seninle.” Üçüncüsü ise; “ Kadından doğmuş hiçbir insan evladı zarar veremez Macbeth’e”

   “Kargaşa kendi şaheserini yarattı. Sözcükleriyle, akıl sınırlarını tespit okyanusu kıyıcığına getiren felsefe ve sanat; hep haykırdı, hep saf, zarif uyarılarını yaptı. Kana bulanmış gurur, krallığa aç olan yarı tanrı yaradılışlı insan; zaferden zafere koştu durdu…

   “ Kalkın! Kalkın! Uyanın gaflet uykusundan!” Ne hoş bir geçit töreni; bilmemek, öğrenmemek neden? Saf bir boyun eğiş, kaba bir nefret ile devam ettirilen acınası ve imrenilecek ömürler…

Güven Serin 

17 Eylül 2019 Salı

SÖZCÜKLERE SIĞINMAK


İNTERNET



İNTERNET



SÖZCÜKLERE SIĞINMAK


   Albenisi olan zamanlardan geçiyoruz.21.yüzyılın geride kalan çeyrek dilimi, dünyada durulmayan dengesizliklerin de her daim peşimizden geleceğini gösteriyor. Doğa, milyarlarca yıl hayat sunmuş bu canlı dünya, insanın bir takım zararlı etkileri sayesinde uyarılarda bulunuyor.

   Bazen, seller olarak gösteriyor kendisini. Bazen aşırı ve yakıcı sıcaklar olarak. Doğanın refleksleri muhteşemdir. Sabrı da öyle; hiç acele etmez.


   Ya insanın sabrı? Doğanın bu güzel canlısının, doğal olandan hızla uzaklaşmaya çalışırken kopan fırtınaları kim dindirecek?

   Sözcüklere sığınmayı, korkularımızla yüzleşmekten çok kaçmayı, saklanmayı; hadi halk diliyle söyleyelim; yalan söylemeyi tercih ediyoruz. Örneğin, ticari bir kaybı, kişisel hataların bataklıklarını gizleme ustasıyız.

   Ele güne karşı, tutanaksız, neredeyse omurgasız oluveririz. Tanıdığım bir ailenin kızları eşinden ayrılalı birkaç ay oldu. Bayramda karşılaştım onlarla. Sessizlik çok büyük… Birisi soracak diye ödleri kopuyor.

   Düğünleri; birleşmeleri büyük duyurular, törenlerle yaparız da; ayrılmaları, utanç kaynağı, bir kâbus, hastalık gibi görür, üstünü örtmeye çalışırız. Bizim insanımızdan kaçar mı? Göçlerin, bin bir türlü ayrılıkların, kopuşların içinden gelen bizim insanımız? Daha da meraklanır, kurcalar da kurcalar…

   Batı, gelişen ülkeler niçin ileri gitti? Açıklık politikalarıyla yan yana, adalet, özgürlük anlayışları baş başa yol aldı. Bir sorunu kıyamet gibi görmek yerine, nedenlerini, niçinlerini sorgulamak, onların yaşam biçimi…

   Bir belgeselde, kaplan köpek balığı bir kadına saldırış anını anlatıyor; kadının kalçalarının 3/2’sini köpek balığı tarafından koparıldığı işleniyordu. Sonunda kadının verdiği cevap;”Köpek balıklarını çok seviyorum. Onlar bize düşman değil”

  Bu sözü, açıklamayı niçin yapıyor? Çünkü hayvan dünyasını, saldırının nedenini biliyor. Kendi giyimi, köpek balığının avlanma yerinde oluşunu, kaplan köpek balığına yüklemiyor.

  Korkuyoruz; yaşamaktan, estetik, zarif, öncü, sanatsal şeylerden korkuyoruz. Korkutmuşlar! Katıla katıla gülmeyi bile;”başıma bir şey mi gelecek!” düşüncesi içinde sonlandırıyoruz. Birisine nereli olduğunu söylediğimizde; köyünden söz etmekten kaçındığını görüyorsunuz. Köylülüğünden, ahırından, bahçesinden, özgürlük alanından kaçmış olmanın tarafında; savunmasız bir şekilde, sözcüklerin pasif ve kör alanlarına salını veriyoruz.

Güven Serin  





13 Eylül 2019 Cuma

ÖLÜMÜN ARDINDA BIRAKTIĞI HUZUR





                           ÖLÜMÜN ARDINDA BIRAKTIĞI HUZUR


  Her ölmüş-merhum kişinin ardında bıraktığı hüznün hemen kıyıcığında bir huzur gizlidir. İç dünyamızın dış dünya karşısında ki boyun eğişi, kabul edişi; teslim oluşun huzuru…

  Bu huzur çok değerlidir. Paha biçilmezdir… Bu gezegende kalıcı olmadığımızın içsel muhasebesi o an; saatlerde, dakikalarda yapılır; kötülükten öte, var olan canın, sağlığın, canlıların hoşluğu içinde bir yere aitlik içinde mutlu bir huzur yakalarız.

   Her şey, yakalanan gerçek huzur, birkaç gün sonra değişip,”Aynı tas aynı hamam” döngüsüne dönülecek olunsa bile, o anın, ölümlü oluşunun teslimiyeti güzeldir. Kavgadan çok barış, öfkeden öte sevgiyle kucaklaşırız…

   Babamın, kardeşimin cenazeleri önünde, diğer insanların; eş, dost, akraba, komşuların gelmesini beklerken hissettiğim duygu, yazdıklarımdan farklı değil. Özgün olan hüznü yaşarken, insanın kalıcı olmadığının, gücün sınırsız bir şey olmadığını bilmek, yaşamı kavgadan çok barışla, öfkeden çok sevgiyle geçirmiş insanlara çok daha iyi geliyor.

  Her ölenin ardından kalanların yaşadığı huzurda bir parça güç sarhoşluğu da vardır. Kalmış olmanın, ölmemiş; yaşayan tarafta kalmanın onuru, gizli bir güce, gurura da dönüşür. O yüzden ölenin ardından bolca konuşurlar; “Yapmasaydı, gitmeseydi, olmasaydı, duymasaydı” Birden; herkes bilirkişi olur.

   Oysa oynanan bu oyunu kimse kazanamaz; Kazanamadı! Efsanedeki Hz. Süleyman Peygamber de; bin yıllık zamanını çabuk doldurdu. Evrenin zamanı o kadar bol, yaratıcının sabrı o kadar büyük ki, bize verilen küçük sahneyi o büyük güçle kıyaslamak mümkün bile değil…

  Yakın zamanda eşi genç yaşta ölen bir kadının fotoğrafını gördüm. Cenazesine katılamadığım ölüm törenine gidemediğim merhumun geride bıraktığı insanların; eşinin, arkadaşlarının fotoğrafa yansıyan yüzlerini, donmuş, dondurulmuş hallerini fotoğraf karesinde gördüm; izledim.

  Metanetlerini korudukları belli oluyordu. Üzüldükleri de ortadaydı. Eşinin duruşundaki hüzün, aynı zamanda sözünü ettiğim huzuru da yansıtıyor. Sözünü ettiğim şey; ölümün karşısında sevinç değil! Herkesin öleceği şüphesini gideren, ağırlıksız bir his… Belki de ruhların dokunuş anıdır; Gidenin, kalan insana, ağırlıksız bedeniyle dokunup teselli etmesi, geride kalan zamanı iyi kullan, eninde sonunda sende geleceksin, hissiyatının huzuru…

  Cenazelerin başında olan insanların idraki, yaşam ile ölüm arasındaki kavgaları azalmışsa, duruşlarına yansıyan iç huzur daha da öne çıkıyor. Onların derdi, kalan zamanı en iyi şekilde kabul etmek! Giden insanın uğurlanması, tekrar görüşülecek olma inancıyla birlikte, korkunç bir kaybediş öfkesi değil…

  Her ölüm, kendi hüznünü yaratır. Kaybın büyük oluşu, genç oluşuyla daha da can yakar. Biz istesek de istemesek de, ölüm ağıtları gökyüzüne yükselir. Ölümü anlamak için yaşamı sevmek, tüm canlıların döngü içindeki yaşam aralıklarına bakmak gerekir. Hiçbir hayvanın ölüm korkusu yüzünden herhangi bir hastaneye gidip yaşamını uzatmak için kayıt yaptırdığını göremeyiz.

  Bir tek insan; insan, dünyayı çok fazla sever ve burada kalmak ister. Her gün cenneti hayal edenler bile; “ölümsüzlük hapı” gelse, ilk önce onlar koşar; daha fazla kalalım, yaşayalım diye…

  Bütün sorun, (daha fazlada) gizli olsaydı, çok şey değişirdi. Asıl mesele, hemen herkesin ömrünün kıymetini bilemeden tüketmesi… Hele, geleceği netleşmemiş bir ekonominin, sosyal hayatın içindeyse, yaşam telaşı sadece yeme içmeye sıkışır. Diğer taraftan her şeyi bol olanların bıkkınlığı, uyumakla, tiksinmekle geçirdikleri zaman; yaşamın kendisinden çalınmış en değerli parçalardır.

  Cenaze törenlerini, evlenme törenleri kadar seviyorum. Bir anlığına o inan, insanın özgün-saf halini yakalamak mümkün. Servilerin rüzgârla sallandığı, toprak-kır kokan mezarlıkların kenarında, içinde insanlık dramının uzağında çok az bir zaman için; hüzün ile huzuru, saf olanı, ağırlıksızlığı yakalarız…

  Ve melodisi sadece ruhunuzda duyulur bir ses; senfoni orkestrası, tüm zamların insanlar korosu; evrene yayılan bir sesyayarlar;

“ Gülümse, hadi gülümse/Bulutlar gitsin/Yoksa ben nasıl yenilenirim/Hadi gülümse”

Güven Serin 

10 Eylül 2019 Salı

TÜRKAN'IN BAKIŞLARI






                                              TÜRKAN’IN BAKIŞLARI


    Son günleri, sonsuza atacağı adımları çoktan bir kitaba; esere dönüşüp, yüz binlerce insanın kendi hikâyesine dönüştü.

    İdealizm kendine bir kurban daha mı aldı? Yoksa bir öncü kendi başarısını, köklerini daha da derine mi gömdü? Türkan, daha baştan beri; okul yıllarında hümanizme yazgılı olduğunu karakteri ve duygularının mantığı üzerinde bıraktığı etkiden biliyordu.

  Taşıyacağı yükler, alacağı yol; yüz binlerce insan bir araya gelse, yapmaktan çekineceği kadar büyük ve ağırdır. Onun içinse yaşamın kendisi; yaşama biçimiydi… İki evlilik, iki kocanın hürriyetine, kadınlığına; “Evinde otur; evinin kadını ol!” baskılarına, ricalarına zerre kadar yanaşmamış, kendi inancını; başarı öyküsünü yazmıştır.

   İki kez vereme yakalanıp, iki savaştan da galip çıkar. Tıpkı kansere yakalanıp bir göğsünü aldırdıktan sonraki galibiyeti; gibi… O yüzden, sıklıkla tekrarladığı marşı; “ Çıktım Açık Alınla Girdiğim Her Savaştan!” şeklinde yorumlanacak, benimsenecektir.

  Girdiği her savaştan; cüzamlılarla verdiği o büyük ve yüce mücadelenin yanında, öncelikle kız çocuklarını okutma çabaları, insan sınırlarını zorlayan, günü kurtarma sıradanlığına teslim olmuş insanların anlamayacağı aşamaya ulaşmıştır.

   Kim bilir kaç bin cüzamlıya dokundu. Evet! Bizzat dokundu. Çünkü cüzüm hastalığının bulaşıcı olmadığını biliyordu. El yüz temizliğine dikkat ettiğin zaman bir şey olmayacağını, hastalara dokunarak da ciddi yardımlarda bulunulacağını çoktan görmüştür…

  Cüzam isminin bile yettiği zamanlarda vermiş olduğu mücadeleyi anlamak için; Van’ın Çaldıran ve Bahçesaray ilçelerine gitmek. Kimselerin uğramadığı zamanlarda oralarda köy köy, mezra mezra alınan yolların, çekilen cefaların karşılığıydı; itilmiş, kakılmış, yok sayılmış bir cüzamlıyı hayata kazandırmak…

  Unvanları çoktur; Eğitimci, doktor, yazar, akademisyen, Çağdaş Yaşama Derneği Başkanlığı ve daha niceleri…

   Yaşamının sonuna geldiğini görüyor, anlıyordu. O bir doktordur; bedensel faaliyetlerinin, almış olduğu ilaçların-zehirlerin bedenine yaptığı etkiyi çok iyi izliyordu. Yemek yiyemiyordu. Dayanacağı, dayanması gereken bir tek tarih vardı; 2 Mayıs 2009 gününe kadar bir şey olmasın; gerisi; Allaha emanetti…

  2 Mayıs günü Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin yirminci yıl kutlamaları yapılacaktır. O güne kadar ne yapıp ne edecek ölmeyecektir! Lütfi Kırdar’da yapılacak kutlamalar, onur ruhuna son bir teşekkür sunmaktan öte, değerli bir veda töreninin de en anlamlı günü ve gecesini de tarihin kayıtlarına geçirecektir.

  Bu anlamlı güne ve geceye katılmayı Fazıl Say’da kabul etmiştir. Konser biletleri günler önceden satılmıştır. Say’dan başka; Patricia Kopatchinskaja, Cihat Aşkın, Çağ Erçağ, Tolga Salman, Burcu Karadağ ve Güvenç Dağüstün hiçbir para talep etmeden bu işi Çağdaş Yaşım Destekleme Derneği ve Türkan için kabul ettiler.

  Türkan’ın ölüm anına on altı gün kalmıştı. Belki de bu öykünün ve bundan sonrakilerin doğum anına… Yaşamı kuvvetlendiren, daha ötelere taşıyan şey, dönüşümler, yenilenmeler değil midir?

   Evrende kalıcı olan ne var?10 milyar yıl yaşayan en büyük yıldız bile eninde sonunda, sönmeye yazgılı, dönüşüme programlı değil midir?

   Kalabalık çok büyüktür. Lütfi Kırdar tarihi günlerden birisini yaşamaktadır. On altı gün sonra yaşama veda edecek Türkan’da öyle! Salona girince ilk söylediği şey; “ Aman Allahım! Aman Allahım!” Hissettiği şey; ölüm yoktur; değişim, dönüşüm ve ilerleme vardır…

  Kardelenler’i gördü; beyazlıklar içinde. Kış savaşçılarıydı onlar. Bahara hazırlanan, saflığın imbiğinden süzülen beyaz renkte kış güneşi kokan Kardelenler’i oradaydı.

  Büyük bir alkış tufanı; erişilmez olanın bedeninden öte, ruhuna dokunma çabaları; inanılmaz görüntüler…

   Bedeni her şeyden vazgeçmiş, ruhu direniyordu. Bir fısıltı içinde şunları tekrarlıyordu;

“ Beni hırpaladılar, yerden yere vurdular, ne gâvurluğum kaldı, ne Kürtçülüm, ne de komünistliğim. Şu son aramayla darbeci yerine kondun. Umurumda bile değil. Çünkü ben, gavur, Kürtçü, komünist veya darbeci değilim. Ben sadece, yüreği insan sevgisiyle dolu hekimim. Ülkemi, insan haklarına ve hukuka saygılı, demokrasiye inanan hükumetlerin idare etmesini isteyen bir vatanseverim. Hayatım boyunca tek istediğim, iyi ve dürüst bir insan olmaktı.

  Bedenini yiyip bitiren kanser, verilen zehirler, dayanma gücünün son anına geldiği anlarda; duydukları sözcükler; dizelere dönüşmüştü. Şiirlere ve şarkılara hayat vermiş insanların sonsuza adanmış ruhları, onun cüzamlı hastalara, Kardelen’lere sarıldığı gibi Türkan’a sarılmışlar, onu ağrısız, acısız ve ağırlıksız olana davet ediyorlar…

  James Joyce’nin ruhu oradaydı; o da, Türkan’ın eriştiği yere büyük bir saygı içinde Türkan’ın duyacağı biçimde mısralar fısıldıyordu;

“Artık ağlama, yaslı çoban artık ağlama/Yas tuttuğun Lycidas ölmedi, zira/Sudan örtünün altında batmışsa da…

   Türkan, camdan bakıyor, sokağa toplamış kalabalığa,”SUS” işareti, sükûnet, sakinlik çizgisini anlatmaya çalışıyor. Oysa onu, onun ülke sevdasını kirletmeye çalışanlar,”Ali Cengiz oyunu” içindeydiler. Ölmesine bir ay kala, neredeyse son bir ölüm gösterisini, diğer ölüme taş çıkartacak bir sınanmayı, camdan bakışları, insana, insanlığa olan sevgisiyle yine kucaklayarak; şefkat içinde; Türkan bakıyordu…

   Güya öleli çok olmuş Türkan’ın! Oysa camdan bakıyor; Türkan’ın bakışları, camda, cama ait gönüllerde kalmış…

Güven Serin 



6 Eylül 2019 Cuma

ERKEK ERKEĞE KONUŞALIM



İNTERNET

  ERKEK ERKEĞE KONUŞALIM
--------------------------------------------------


   Kavgaların, rest çekmelerin, öfke ve bedel ödetme istekleri olan ilkel duyguların ürünü olan bir sürü sözcük; “Erkek erkeğe konuşalım!” Dünya almış başını; 4,5 Milyar yıldan bu yana gidiyor. Evren genişlemesine devam ediyor. Yıldızlar ölürken, başka yıldızlar doğuyor. İklim şartları bir kez daha sınamak istiyor dünya üzerindeki canlıları. Bilinen ve görünen şekilde; en büyük suçlu: İNSAN…

   En hakiki kapitalist düşmanı uçağa en önce biniyor. En pahalı telefonu almayı; “Kaçınılmaz” bir gereksinme olarak görüyor.

   Bir baba küçük çocuğunun karşısına çıkmış; “ Gel, senle erkek erkeğe konuşalım” diye sürekli zırıldı çıkartan çocuğu ikna etmek ve erkek erkeğe konuşmanın ayrıcalıklı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Hâlbuki genç anne de yanlarında. Bu sözcüğe, babanın oğlunu ikna ediş biçimine aldırış bile etmiyor. Belki de onun da işine geliyor; erkek erkeğe konuşma biçimleri… Kadın olarak kalmanın, kadın içtenliğinin saf ve duru biçiminin bozulmasını istemiyor…

  Bir şarkı yayılıyor havaya; temposu çok yüksek. Anlattığı hikâyesi var;

 “ Bana dün haber göndermişsin/Gelsin yüzleşsin demişsin/Geldik işte tek başına delikanlı gibi/İyi bilirim ben bu oyunu/Hem başı belli hem sonu/Konuşalım şimdi delikanlı gibi”

    Kabalığın kol gezdiği ülkelerin gençleri; özellikle iyi eğitim sahibi zeki çocuklar ilk fırsatta uygar dünyaya kaçıyor. Kas gücünün öne çıkmadığı, akıl değerlerinin sahiplenildiği yeni yeşerecek tohumların, buluşların, düşlerin gezegenine…

  Bir baba, oğlunun omuzlarından tutmuş hafifçe sarsıyor. Onu kendine getiriyor. Kendince daha bir erkek olması için; “Babanın oğlusun sen” Babanın oğlu, ayrıcalıklı bir rütbe biçimi olmalı…

  Sözcüklerimiz yenilenmeyi bekleyen viran yapılara dönmüş durumda. Biraz ilerisini, biraz gerisini sorgulamaya kalksak; “Benim aklım bu kadarına eriyor arkadaş” demenin hazır cevaplığı hemen yanı başımızda…

   Derli toplu yaşayan bir sürü insan tanıdım. Hepsinin kadını erkeğinin yanında; ya da kadının yanında erkeği… Bir amacın iradesiyle tutunmuşlar yaşamın bol seçenekli hallerine. Köyde, kasabada, kentte; her yerde, birlikteliğin samimi ve adil olanı kazanıyor… Bakmayın siz, saman alevi gibi parlayan zenginliklere. İkinci kuşağa gelemeden, ne büyük facialara gebedir onlar…

   Köy Enstitülerinin yüceliği buradan gelir; aklın ilimle buluşması yetmezmiş gibi; köy insanı; kadın ve erkeği; itilmişlikten kurtarılıp insan olduklarını anlama becerilerini, özgürlüklerini fark etmeleri sağlanmıştır.

 
 Güven Serin