Sayfalar

24 Ekim 2018 Çarşamba

DAHA İYİ OLMAK KABİLDİR BİRADER


Kamera; Güven-TEKİRDAĞ Resim Sergisi


DAHA İYİ OLMAK KABİLDİR BİRADER
------------------------------------------------------------


  Şimdi Amerika’da yaşayan, yaşamın her daim olumlu yönlerini gören, yakalayan bir insandan söz edeceğim.

  Bardağın dolu tarafını görse de, bu insana “Nasılsınız?” dendiği zaman, iyiyim sözünden çok; “ İyiyim ama daha iyi olmak kabildir birader!” dermiş.

  Öteden beri alışılagelmiş NASILSIN? Soruları, hal hatır sormaktan çok öte anlamını yitirmiş olmalı ki; şimdi Amerika Birleşik Devletlerinde yaşayan iş adamımız, bildik o sözcükleri; “ Çok şükür iyiyim!” hiçbir zaman söylememiş.

  Aslında bizim yazgımız, kaderimiz tam da burada başlıyor gibi! Kaç insanda, konuşma, sohbet esnasında tanıklık ettim. Karşısında ki kişi döküldüğü, yıkılmak üzere olduğu halde; “Seni iyi gördüm!” iltifatları; yıkılmak üzere olan kişinin de vay be; ben iyiymişim! İnanmamış inanma görüntüleri; kuru nehirler gibi; çoktan yatağının yataklarına çekilmiş sular misali…

  Kaç insan, kendini iyi görme merakı yüzünden erken gitti diğer dünyaya… Ayıp olmasın diye açıklanamayan, anlatılamayan nice sorun-dert; hiç bilinmeden, fark edilmeden uçup gitti; canlar, ruhlar gibi…

  İyi olmak nasıl bir şey? Laf olsun diye iyi olunur mu? Dişin ağrıyorsa dişin ağrıyordur! Başın ağrıyorsa ağrıyordur! Açsan; açsındır! Üzüntülüysen, üzüntünün de gerekli olduğunu bilerek üzülme hakkına sahip olmak gerekirken…

  İşte bu yüzden; gülen, gülümseyen insanların ses tonları; sanata, sanatçıya ve doğaya yakışmayan doğa ötesi bir korkutucu tonla yapılıyor. Şişen, gerilen, neredeyse inme inecek insanların doğa dışı gülmeleri komik değil; korkutucu oluyor…

 Baş edemediğim bir tek atasözü var. Kol kırılır yen içinde kalır! Asla kabul etmeyeceğim bir şey! Kol kangren olacak! Doğrusu tedavi sürecine adım atmak; değil mi?

 Yiğitlik edeceğiz diye nice suskunluk!

Güven Serin 

20 Ekim 2018 Cumartesi

DOĞMUŞLUĞUN AZİZ HATIRINA


Kamera; Güven Hoşköy Tarihi Hora Feneri

O da,bir kez daha doğacak küllerinden...


Kamera, Güven

Tarihi Hora Feneri

Yakında,paslarından,yalnızlığından kurtulacak
diye ümit ediyorum...

Kamera; Bülent



                    DOĞMUŞLUĞUN AZİZ HATIRINA


  Kim istemez ki şölenleri,törenleri ve hatırlanıp onanmaları? Yaşa,başa bakmadan ve şımarma korkusu yaşamadan…

  Doğmuşluğun aziz hatırına,evrende yol alan dünyamızın saatte ki hızının 110 Bin km olduğunu bir kenara bırakıp,mucizevi bir canlı olduğumuz halde,bıkkınlığa,uyuşukluğa,ölüm duraklarına zorunlu yönlendirme korkuları ve telaşları yaşamadan;

Doğmuşluğun aziz hatırına;yaşamın içerisinde,kraldan fazla kral olmadan,kralın çıplaklığının önemi kalmadığını bilerek;doğmuşluğun aziz hatırına…

 Büyük çırpınışları,battıkça batak olan tepindiğimiz yeri,hürmetle selamlayıp,hareketin,edebi ve felsefi dünyanın en kıymetli biçimlerini en halkçı,sade anlayış içinde kabullenerek;sevinç ve coşkunun,yıldız tozları gibi her an var olduğunu bilmenin kutsiyeti içinde SELAMLIYORUM sizleri.

 Yakın zaman önce müjdeli bir haber verildi;Kıyı Emniyet Müdürlüğü tarafından gazetemizin köşesinde ki Hora Feneri çalışmalarımın karşılığı olarak. Paşa Dedemden kalacak mirasın düşlerinden daha gerçekçi ve manevi etki yaptı yüreğimde.

 175 yaşında viran,175 bin hikayesi olan bu fenerle bütünleşmiş olan ruhumun titreşimlerini bir kez daha hissettim;doğmuşluğun aziz hatırına…

 İşte böyle;İlimsel bir araştırma;ölüm döşeğinde ki insanlara sorulan bir tek soru;şu sonuçları verdi.

 “ Bir daha dünyaya sağlıklı bir şekilde gelseniz ne yapardınız?” Verilen iki önemli cevap;

“ Daha fazla seyahat eder,insanları,şehirleri,doğayı daha fazla fark etmek isterdik.” İkinci cevap; “ Daha az titiz olurduk;kırılanı döküleni hesaplamadan!”

 Ne çok kayıplarla uğraşıp durduk;bizden öncesi,bizden sonrası;bizim elimizde olanlar ve olmayanlar adına…Sınırlar,mülkler için;hapsolmuş olduğumuz bu güzel dünyanın en ufak kıymetini bilmeden;oysa uçsuz evren,bize hep güldü;varın beni keşfedin,sınırım yok,diyerek…

 Sözüm;kaprislerden kurtulamayanlara,kini,nefreti besleyenlere hiç değil.Vardır onların kendi yolu;daha tepinecekleri,bataklık hale getirecekleri yerleri…

 Doğmuşluğun aziz hatırına;harekete,edebi dünya ve sanata tutunan ülkelere olan muhtaçlığımızı hiç unutmayın. Sadece tüketen ülkelerin efeliği,masallarda saklanır ancak. Gerçeğin efendisi her daim,bütün ilimlere,sanat dallarına sahip olanlardır;küçük sandığımız Yunanistan bile Homeros’a,Sokrates’e,Aristo’ya nice dünyalar borçludur.

 Bu yüzden,doğmuşluğun aziz hatırına;bilin ki;Mevlana,Yunus,Pir Sultan,Mustafa Kemal,Yaşar Kemal,Orhan Kemal,Aziz Nesin ve daha niceleri;doğmuşlun aziz hatırına bizden çok ötelerde biliniyor,inceleniyor,anlaşılıyor.

 Ayran içmenin vazgeçilmezliğine saygı duyarım;hayran gönüllü olup,abartılı ve soytarıca sevgilerden korkarım hep…Bir olan akıl ve ortak olan dünya ihtiyaçları;doğmuşluğun aziz hatırına iyi anlaşılır diye ümit etmekten başka bir de yazıyorum;gazetemizin insanlığa uzanmak isteyen köşesinde;nice yazan,çizen,okuyan,kendi işinde ter döken,düşünceli,erdemli insanlar gibi…

 Selam ve sevgilerimle;selamlıyorum sizleri;Doğmuşluğun aziz hatırına…

Güven serin

    






17 Ekim 2018 Çarşamba

HAYATIMI TOPRAĞA VERİYORUM





HAYATIMI TOPRAĞA VERİYORUM
---------------------------------------------------

  Bir yazar; yazgısını yazmada, düşünmede ve irdelemede tamamlasın! Düşünün bir kere; yazdıkça sandığa atsın eserlerini! Ve sonunda onun felsefesi şu fikri savunsun;



“ Öyleyse kim kurtaracak beni var olmaktan? Hayatımı toprağa veriyorum.”

Fernando Pessoa, yaşamı boyunca yazıp durdu. Neredeyse bütün yazdıklarını onun meşhur sandığına attı. Günümüz insanının her saniyesini sosyal medyada paylaşmak için yanıp tutuştuğunu düşününce; ne kadar uzak şimdiki zamana Pessoa; ne kadar çok…

 Ölümünden sonra sandık açıldığında ortaya çıkan sayfa sayısı, yaklaşık olarak 27 Bindir… Akıl alacak gibi görünmese de; sanatçılar her daim toplumların birkaç adım önünde giderler. Yaşamı, yaşam sapmalarını ve kırılmalarını da önce yaşama hakkına veya eziyetine de onlar sahip olurlar.

 Tıpkı Latin Şair Vergilius gibi, henüz bitirmediği büyük yapıtını yakmak, yok etmek istemiştir; Son nefeste dahi…

 Pessoa, bunca düşünceyi, yazıyı, eseri niçin biriktirdi? Neden yayınlamadı? Bugünün ve dünün insanı; ün, şan, güç için yanıp tutuşuyordu oysa! Bu da bir sanat oyunu mu? Bir tepkinin, inatçılığın karşılığı mı? Bilinmez…

  Belki de yakın zaman önce konuştuğum bir arkadaşım; boşu boşuna bunca yıl idealizm adına çalışıp, durmuşum! Onca kazancı, emeği; toplum için harcayacağım derken, kendi hayatım akıp gitti, diyerek bir küskünlüğü, pişmanlığı dile getirmesi; insanın, insanlardan beklediği karşılığı bulamayınca; her şeyden vazgeçme gibi bir huyu olduğu da anlaşılır hale geliyor…

  Sanki biraz ötemde Pessoa’nın sesi, soluğu bir şeyler anlatmaya çalışıyor; bütün amacının seyir; eylemsiz kalarak sessizce dünyayı, ona ait olan yaşamı, kendi içinde bir komediye dönüştürmek; bütün ciddiyetini de muhafaza ederek; gülecek olanlar gülsün, düşünecekler düşünsün; onun erdemi, seyretmek ve eylemsiz kalmaktır…

Güven Serin 

ALIN YAZISI




Kamera; Güven   Tekirdağ

Heykeltıraş; Velıslav Mınekov


Kamera; Güven-Velıslav Mınekov



ALIN YAZISI

Bu çalışma;Akdeniz'de,Ege'de ölen göçmenler anısına üretilmiştir.
Alın Yazısı olmayan,insanlığın çürük tarafını geçmeye çalışan
efsanelerde ki ruhlar gibi;yeraltı ırmağında,kayıkçıya para
vererek cehennemden kurtulacağını sanan insanlar...

Son olarak;ailesiyle;daha iyi bir yaşam umuduyla
göç etmek isterken tekneleri alabora olan 
Iraklı Kadın; Mıhabat İsmael'in 28 saat yüzerek 
hüzünlü kurtuluşu yansıdı haber diye;insanlığın  yüz
ve kulaklarına. Eşi;alın yazısı adına öldü;
binlercesi gibi...

Onların anısına,kendi durgun ve suskun irademi,
poslu yüreğimi bir parça telaşlandırmak
adına da bu çalışmayı paylaşıyorum.
Güven Serin 


11 Ekim 2018 Perşembe

ÇIRAKLIK ve KALFALIK DEVİRLERİ


ANTİK EFES KÜTÜPHANESİ


ÇIRAKLIK ve KALFALIK DEVİRLERİ
------------------------------------------------


  Kadim zamanlara ait, zanaat işlerini öğrenecek olan insanların izleyeceği yüce yolun yokuşları, bekleme ve sabır süreleri oldukça uzun ve önemliydi…

  Önce çırak olarak başlayıp, sonra kalfalığa ve belki de iyi marifet gösterilirse; ustalığa kadar gidecek önemli, şanlı, erdemli yol; yollar…

  Usta olabilmek birkaç günün veya zekânın işi değil; eğitilmenin, yoğrulmanın, ezilip büzülüp, kendi atomlarından, elementlerinden tekrar var olabilme becerisinin karşılığıdır. Tıpkı; Selimiye Camii’nin ustası Sinan’ın yolu, yolculuğu gibi…

  Kütüphane yolculuğum; yani çıraklığım da öyle başladı. Aradan yıllar geçti;35 yıl kadar. Daha çok yeni; kalfalık diplomamı aldım. Meğer yarım yüzyıl beklemek gerekiyormuş edebi, felsefi, sosyal ve manevi olgunluğa erişmek; bir merdiven daha çıkmak için…

  Okumanın da çıraklığı mı olurmuş? Bal gibi oluyor işte. Kalfalık; belki de hiç bitmeyecek bir durum… Çıraklığın sonunda, geçiş yaklaşırken kendi kitaplığımı kurabilme becerisine, gönüllü seçim yapabilme hakkına sahip oldum.

 Kendi kitaplığını kurabilme özgürlüğü, gönüllülüğü ne demek? Yaşamın kirli bilgilerinden, korkunçluğundan mantık, duygu, sezgiler yardımlarıyla uzak durabilmek anlamına da geliyor. Edebiyatın, okuma hürriyetinin seçim, seçme hakkı; koruyucu kalkanlar sağlıyor.

  Akıl yürütme; reddetme; sorular sorma, cevaplar arama… Bir sürü kirli bilginin, kitabın veya seçeneklerin içinde boğulup gitmenin âlemi var mı? Avucumuzdan bir yudumluk yaşam hakkı; onu da hızla ve gereksiz çırpınışlarla, yaşarken ölü vaziyetine bürünüp, yaşamaya çalışmak; diğer yaşayanlara da büyük haksızlık değil mi?

  Kitaplar dünyası, kalfalığı, ustalığı ayrı bir yere koyar. Kapılar açılır; manevi ve sırlarla dolu kapılar… Örneğin; Goethe’nin Doğu Batı Divanını bir açarsınız; bir bakmışsınız sizi Hafıza, Nasrettin Hocaya, Hazreti Muhammed’e, Kâbus name’ye kadar getiriyor. Ustalık böyle bir şey; öyle bir yolculuk yaptırır ki; Dante’nin yolculuğundan daha edebi, sosyal ve kültürel bir dünya; dünyalar çıkar ortaya…

 Bunca telaş, bilgi, güç, kuvvet ve boşa giden ince servetler… Enerjiler… İnsan ömürleri… Üniversitelerin araştırmalarını sabırla bekliyorum. Bu kadar çok mal mülk edinirken, insanların daha çok antidepresan kullanımı, daha çok yalnızlaşmasının ana temellerinden en önemlisi; daha az öğreniyoruz! Daha az okuyoruz! Daha az sanatla meşgulüz…

 Sıralama baştan beri önemli; sağlık için vazgeçilmez olanlar; hareket, doğru beslenme ve stresten uzak durma! Diğer taraftan bunları algılamamıza yardımcı olacak en önemli yolculuk; çıraklık, kalfalık ve ustalık için; kütüphanelere dört elle sarılma ve seçici olmak için, yanılgılarla başlayıp; bilgi, görgü ayıklama becerisine; yani kalfalığa ulaşmak için; Yunus gibi yıllarca odun taşıma; odun toplama…

  Bu günün dünyasına ne çok uzak şeyler değil mi? Hangi ara? Yani gençlerin söylediği gibi; ne ara olacak bu işler?

 O zaman bırakalım kendimizi; rüzgâr ve akıntı bizi nereye getirecek? Muhtemelen ait olmadığımız dünyalara; yaşam hakkının bile farkına varamayacağımız son duraklara; cebelleşerek, tepişerek ve hiçbir şeyden zevk almadan ulaşılacak son durağa doğru…



 GÜVEN SERİN 






9 Ekim 2018 Salı

GÜNLER GEÇİYOR,GÜNLER


Kamera; Güven  


GÜNLER GEÇİYOR, GÜNLER
--------------------------------------------

  Ahmet Muhip Dıranas’ın şiirlerinden birisidir; Geçen Günler dizeleri. Yaşamın, yaşamların bir nehir gibi akıp geçmesi, akan yaşamlara yerleşen kavramlar üzerine tahtını kurmuş bir şiir.

Günler geçiyor, günler;
Pişmanlığa sürgünler
Gibi geçiyor günler.

 Şairlerin bu dizeleri; yorumları ne kadar çok anlamlı hale getiriyor yaşamları. Yaşamı yorumlamaktan aciz insanlar;” yalan dünya” gözüyle bakarlar maviliklerin, yeşillerin; velhasıl evrenin bize hediye ettiği, sayısız elementin bir araya gelip, yaşamların kaynağını oluşturduğu bu gezegende en hırslı olanlar yine “Yalan dünya” gözüyle bakanlardır.

 Yalan nedir ki? Bir kandırmaca; olmayan bir şey… O zaman; olmayanın içinde yüzüyorsak; bunca olan kargaşa, acı, hüzün, saldırı; neyin nesi?

  Bakmayın bu tür şeylere kafa yormuş olmama! Farkındayım şairin farkında olan uyarısının. Geçen günlerin tembelliği içinde telaşsız fark edişin peşinde, paftası, parsel siz sahipleniyorum dünyamı, evrenimi…

 Ait olduğumu, bu evrenin öz evladı olduğumu bilmek bile yetiyor artıyor ölümlü bedenimin ölümsüzlüğü düşleyen ruhuna.

 Yine söz şairde;

Birbiri arkasından
Batan güneşler gibi,
Yelkovan ve akrebi
Döngüsünde durmadan,
Vuran kampanalarla
Geçiyor bütün günler,
Pişmanlığa sürgünler
Gibi günler ve günler…

 
 Güven Serin 








5 Ekim 2018 Cuma

MÜNZEVİ BİR HAYAT




MÜNZEVİ BİR HAYAT
----------------------

  İnsanlardan uzaklaşıp tek başına yaşanacak bir hayat… Çokluğun titreşimleri, belli ki, yazgısı edebi düşünce yaratıcılığına adanmışları rahatsız ediyor. Hâlbuki bütün beslenmesine, yalnızlığa gidecek yolun, bütün erzaklarını da, yine bu insanlardan şükranla temin etmiştir.

  Theo Angelopoulos’un filmi; Sonsuzluk ve Bir Gün, belki de bu süreci iyi, daha iyi anlamak adına, kendi yüzleşmemi de derinlerden çekip, sıradan olmanın, kalmanın hüzünlü neşesine kavuşmak içindir…

  Bu filmi, defalarca izlemiş olmam, bir daha izlemeyeceğim, anlamı taşımıyor; kat’iyen… Müziklerine, tane tane dokunmak; tıpkı, Anna’nın bıraktığı mektupta, gözlerinin dokunuşunu anlatması gibi bir anlama kavuşur. Bütün parçaların, bütüne yazgılı olup, onların birleşimini izleme şans ve onurunu yakalamak gibi bir şey…

  Münzevi bir hayat; gerçek edebiyatçıların ortak kaderi; yazgısı olmalı… Yarı tanrı kaidesine çıkmanın yüce bedeli… İşte bu yüzden, bu film, aynı zamanda Theo Angelopoulos’un kendi münzevi hayatının karşılığı; aynada ki soluk görüntüdür.

 Belki de, çok geç olmadan, bir gün, bir gecenin bile ne büyük öneme sahip olduğunu, basit yaşamların, nice yüce, derin, zarif yaşama denk bir adalet içinde sıralanışını da işitmemiz, kavramamız mümkün.

  İnsan olmanın, ölümüne, çürümesine, kaybedişine trajik bir hüzün, ağıt yakmak yerine, tanrı ve tanrıçalara daha çok üzülmemiz gerektiğini de düşünebiliriz. Onların ulaşılmazlığı, ebediliği aynı zamanda büyük münzevi yaşamların da teselli haline gelecek kanıtı gibi; dimdik, uzanıyor sonsuzluğun gün ve gecelerinin içinde.

 Işık, sadece en üst kimliğe ulaşmış, kavramları, karakterleri yerli yerine oturtan, sahneler hazırlayan, seyirci koltuklarını yerleştirip, bunu yazıya döken, ezgilerle süsleyen, insana ait; ölümlü olana sunulan şükran; böyle bir şey olmalı…


 Güven Serin







4 Ekim 2018 Perşembe

OLMASAYDI DELİLER


Kamera;Güven


Kamera; Güven


Kamera; Güven
OLMASAYDI DELİLER;

  Ne yapardık biz akıllılar? Ne çok muhtacız onlara; ne çok... Tıpkı çevremizde kaybedenleri gördükçe kendi kazanma gücümüz; yarı tanrı olma hayalimiz gerçekleşir...

  Oysa ne büyük bir sahnedir bu sahne; yönetmen öyle zeki ki; aklımızın bile almayacağı şeylerdir kazanıyorken kaybetmeler; gülüyorken ağlamalar... Milyarlarca hücreyi sadece birkaç safdil duyguya emanet etmek!

  Olmasaydı deliler; ne az eğlenirdi biz akıllılar! Buna eğlenmek diyorsanız; tiyatrolarımızın, sinemalarımızın, kütüphanelerimizin olmayışına, dolmayışı ne kafa yormuyor sanız; buyurun eğlenin; deliliğin, kaybedenlerin meydanı bu meydandır...

  Fotoğraflarda gördüğünüz iki DELİ; iki kardeş; ikizler... Yaptıkları tek delilik, neredeyse doğduklarından beri ellerinde ki radyoların müziklerini dinlemek...

Onların deli gülüşlerine her daim imrenmiş bir akıllıyım ben; her daim, kendi dalgalı, kurallı ve yapay çizgilerimizde hapsedilmiş bir durumda, dut ağacımın krallığına imrenir gibi imrendim delilerin içten gülümsemelerine...


Güven Serin
04.10.2018




1 Ekim 2018 Pazartesi

DANZEL WASHİNGTON'U DUYDUM




DANZEL WASHİNGTON’U DUYDUM
----------------------------------------------

  Ünlü bir insan; sinema oyuncusu! Barbaros Tapan’ın köşesinde, röportajında insanlık çağrısı yapan peygamberler kadar gerçek, manidar bir sesleniş yapıyor.

  Annesinin ısrarla “ Basit yaşa! “ demesiyle şekillenen bir insan! Gösterisini; kazandıklarının büyük çoğunluğunu yardım kuruluşlarına vererek, yönlendirerek yapıyor.

  Bütün bu anlayış, gelişmeler bize neyi gösteriyor? İnsanın huzuru, mutluluğu için saraylara, ordulara ihtiyacı olmadığını, muhtaçlığı olan asıl şeyin saf sevgi ve yeterli olacağına inandığımız kadar; mal-mülk…

  Bir arkadaşım; neredeyse tüm yaşamını titizlik üzerine inşa etti. Kılı kırk yaran anlayışını büyük bir insan algısı sanıp, yaşı ilerledikçe çevresinde ki insanlar daha da azaldı. Kırdığı kalplerin kırılan tarafına yönelmek yerine, kendi haklılığıyla kupkuru bir krallık yarattı.

 En son ziyaretimde, hasta haliyle dahi bu anlayıştan kurtulamayış oluşunun gerçek sebeplerini anlamak için kâhin olmak gerekmiyor. Çocukken şekillenen karakterler ve insanın kendi yazgısıyla birlikte diğer insanlara, canlılara dahi etki edeceği birliktelik, içinde ki saklı hazineleri; eğitim, öğretim ve araştırmalar sayesinde daha da netleşiyor.

  Oscar ödülünü kazanmış sanatçı, en iyiyi ararken, en iyinin hiçbir zaman bulunamayacağı üzerine karar veriyor. Ayrıca başkalarının da iyi olması için onlara yardım etmesi üzerine bir yaşam süreci başlatıyor.

  Kazanıyor ve paylaşıyor… Dünyanın yaşı-başı; birçok insanın aklını kaçırtacak kadar eski! Yaklaşık olarak 4,5 milyar… Hangi süreçlerden geçti, hangi uygarlıklara ev sahipliği yaptı? Uygarlıkların çöküş sebepleri sadece doğal mıydı? Sosyolojik etkenler bu çöküşlerin kaçta kaçını ilgilendiriyordu?

 Ortalama insan ömrü; 70–80 yaş… Yani yıl… Evrenin yaşını, dünyanınkini düşününce, insanın yaşından söz etmek; anlama açısından önemli! Yani, bütün telaşların, korkuların, soylu güç gösterilerinin en hakiki sınırı; 70–80 yıl…

 Son nefesin son çığlıkları atılıyorken birçok şey anlaşılıyor. Anlaşılmasa dahi sonlanıyor. Bizim büyüttüğümüz, süslediğimiz bütün anlamlar değerini yitiriyor…

  Öyleyse; bu dünyanın verimliliği, insanın yarattığı iyi olma çabaları, kavramları; insan ruhuna da iyi geldiğine göre; korkunç bir bataklık, karanlık, dövüş yaratmak; ne akılcı! Ne de ahlaki ve vicdani bir şey…

  Burada ki asıl sorun; inancımız? Tam olarak neye inanıyoruz? Allaha olan yönelişlerin hemen hepsinde büyük tapınaklar, camiler inşa edilmiş. Buralarda; gül suyu, tütsü kokuları yayılmış mekândan öte, evrenin her yerine.

  Mimari, mühendislik; ibadethaneleri aydınlatan gün ışığı, her şey insan eliyle, aradığımız şeye ulaşmak, onu anladığımızı daha anlaşılır hale getirmek ve onun gücü karşısında bizim sınırımızı çizmek olduğuna göre; bu çizgilerin, insana, doğaya; tüm yaşama olan inancımız, sevgimiz; niçin eksik?

  Bu kadar söz, ibadet? Bu kadar kurban? Korku? Günah ve sevap? İnsan, geldiği süreçte ve bu sürecin yolculuğunda her daim kendi yanılgılarının, zaaflarının, egolarının kurbanı olduğu da bir gerçek! Daha fazla kazanç! Daha fazla güç! Daha fazla; İNTİKAM!

 Ve sürekli artan sınırlar! Soru işaretleri hiç bitmeyecek; belli; ta ki insanın büyük göçüne, nadide ve kıt hale gelişine kadar…

Güven Serin