Kamera; Güven Göztepe Oyuncak Müzesi
Fazla mı büyük olduk ne? Çocuklar hiç yok muşçasına
hep büyük meseleler?...
Kamera; Güven Göztepe Oyuncak Müzesi
Kamera; Güven
Avrupa Diyarından gönüllü olarak oyuncak müzesine
gelmiş,çocuklara,çocuk olmayı öğretiyordu...
Şimdi,uçsuz bucaksız bir evrende geziniyor ruhu...
Kamera; Güven Göztepe Oyuncak Müzesi
Oyunlar,çocukların bir parçası;büyük olma
telaşına bir ön hazırlık misali...
BANDIRA BANDIRA
Sunay Akın’ın bin
bir emek ile oluşturduğu Oyuncak Müzesini gezdik. Müzenin her katında sevgi,
çocuk, güleçlik ve müzik var. Biz gelmeden biraz önce, Sunay Akın ayrılmış.
Güzel ve bakımlı eşi, sevgisini, dikkatini ve vaktini müzeye ayırdığı belli!
Her katı, iç yoğunluğunun taze duyguları ile dolaşıyor. İncitmeden uyarılar
yapıyor görevlilere.
Sunay Bey burada mı?
“İşi vardı çıktı. Öğleden sonra gelecek” diyordu gülümseyen
sevgi dolu yorgun yüz.
Sitemde yayınlamak için, fotoğraf çekebilir miyim?
“Lütfen flaş kullanmayınız.” Sunay Akın’ın eşi kendi işine
dönerken, bende kendi işime: aç olan beslenmeye yöneldim. İlkönce fotoğraf
makinemi doyurdum. Sonra da, meraklı beynimi mekânın lezzetine doğru yönelttim.
Sımsıcak mekân, beş kattan oluşuyor. En alt kattaki dinlence yeri: hem
çocuklara hem büyüklere bilginin insanca tatmine ulaşan öğrenimsel doluşunu ve
boşalışını sunuyordu. Müzenin tüm köşeleri çocuk kokuyor. Anı ve hatıra
kokuyor.
“Gel be insan, sende gel “ seslenişini çocukça yapıyor. Oyuncakların
kimi, 100, kimi 70, kimi de 40 yaşlarında. Nice el değmiş, nice göz izlemiş onları.
Korkulu savaşların sıcak mutlu yüzlerinin karamsar bakışlarını da, izlerini de
anlatıyorlar kimi sizlere.
Müze, Göztepe’ye,
Göztepe de müzeye öyle yakışmış ki, birbirinden ayırmak ne mümkün! Fazla yüksek
olmayan ev ve sitelerin bahçeleri vardı. Bakımlı ve yeşil bahçeleri! Her
bahçede sıra sıraya dizilmiş ağaçlar vardı. Düzenli ve sıradan medeniyetin içinde,
tüm curcunaya karşın; yaşama ve doğaya bir armağan gibi sunulmuş ağaç ormanlar…
Yeşilin yok oluş
kültürü içinde, medeniyetin tam göbeğinde ormana açılan bir koridor
güzelliğindeydiler ağaçlar. Genç ağaçların yanında yaşlı ağaçların varlığı da
dikkat çekiciydi. Belli ki, bu ağaçların, güzel yeşilliklerin seveni ve
koruyanı vardı bu diyarlarda… Metin’e sesleniyorum;
Gel dostum sana bir şeyler ısmarlayayım. Amaç, müze çıkışı
daha fazla kalıp oyalanmak keyifli diyarın masalımsı yöresinde… İki keşkül
söyledim bütçemin delinmesine inat. Pahalı olan keşküller, usta işi olmanın
lezzetini sundular.
Uygarlığın doğa ile
barışık olduğu Göztepe’den yürüyerek, sağa sola bakarak ayrıldık.Nicedir
giymediğim spor ayakkabılarımın sol olanı, sol ayak parmaklarıma eziyetin en
keyiflisini veriyordu.”Şöyle bir dolaştım şehri” şarkısının uyumlu mırıltıları
ile Bağdat Caddesi içinden Kadıköy’e doğru akıyoruz.Şimdilik boş ve hoş ve
sakin caddenin derinliğinde kayboluyoruz.Bol güneşin cömertliğinin kısılmış
gözleri, ezilmiş ayakları ile mutlu bir görüntünün eşliğinde , rotamızı Haliç’e
, Sütlüce’ye Miniatürk’e çeviriyoruz Dünya markası ve mirası olmuş , olabilecek
ve gönüllere iz barakmış eserlerin maketleri ile kucaklaştık.Dev cüsseli ,
ölümü yenmiş gerçek heybetlerinin kokularını ve selamlarını hissettik.
Anıtkabir’i, Süleymaniye’si, Ayasofya’sı, Mostar Köprüsü,
Malabadi Köprüsü, Efes Harabeleri, Artemis Tapınağı ile daha niceleri:
geçmişten bugüne “SES “ veriyorlar, bir şeyler söylüyorlar. Biraz eğilmek yeterli,
biraz… Gün sonuna geldik. Tabi ki aç olarak, yorgun olarak. Beden görsel
gereksinimlerini doyuma ulaştırırken, yaşamsal mineral ve vitaminleri için
“AÇIM” diye sesleniyordu.
Metin, gel burada gözleme yiyelim. Metin, isteksiz bir cevap
verdi;
“Sulu yemek yiyelim. Şöyle, bandıra bandıra olsun arkadaş.”
Peki, Metin, sulu yemek arayalım. Bandıra bandıra yiyelim dostum.
Dünya insanı turistlerin bol olduğu Sultan Ahmet Meydanına geldik. Bandırarak
yiye bileceğimiz yemeğe ulaşmadan önce, ne gördüysek özendik. Kestaneciyi,
Mısırcıyı özenerek geçtik. Bandırma dönüşü uğrarız sözünü verdik.
Aradığımız sulu
yemeği bulduk. Siparişimizi verip, hak edişin çatal ve bıçağına sarıldık. Sulu
yemeklerimizin oldukça çabuk bitmesi, ne kadar aç olduğumuzun tanığıydı. Kalan
birkaç dilim ekmek, “bandırma” kültürünün habercisiydi. Kopardığım bir parça
ekmeği tabağımda kalan yemek parçalarına bandırmaya başladım.
Hey mübarek bandırma
hey! Sen olduğun sürece kimse aç kalmaz diyerek bandırdım. Tanrım bandırdıkça
bandıracağı geliyor insanın…
Baktım ve gördüm ki, aynı işi Metin’ de yapıyor. İlk önce
yemek tabağını bandırdı ve temizledi, sonra da salata tabağında kalan birkaç
yağ damlasını ve havuç kırıntılarını bandırdı. Ne de tatlı bandırıyor, ne de
güzel şapırdatıyordu.
Bandırmanın soylu kültürüne, minnetle; doymuş olarak. OH BE
dedik. Sen olduğun sürece kimse aç kalmaz be bandırma. Bandırılan ekmeğin ağza
gidişini yaparken, parmakları yalamak ta: lezzete lezzet katıyordu…
Güven Serin
bandırma müzesi hehehe :)
YanıtlaSil
YanıtlaSilBandırmanın en harika yanı;parmakların bir kısmının emilmesi;tanrım;yağ bulaşmış o parmağın ağza girip çıkması;tabağın soylu temizliği:)) Aç kalmamak adına;yıllar sonra gördüm ki,midesel açlık bir yana;ruhsal,bedensel,beyinsel açlık çok çok daha bir yana...