AMOR MATRİS-ANNE
SEVGİSİ
-----------------------------------------
Annelik Sevgisi; Ne
çok yüceltildi ve kullanıldı; Soyluluk, cennet kavuşumlarına baştan beri
adanmış bir sıfat…
Bir adam çıkmış
uluorta konuşuyor. Kavradığı cesaret, her şeyin dönüşümlü bir aldatmaca,
değerli bir oyun olduğunu anlamadan mı geliyor; bilemedim! Yoksa insanlık destanlarını,
günah ve sevaplarını daha anlaşılır kılma adına; bir marifet, nezaket ve mizah
arayışında mı?
Birçok insanın
cesaret edemediği, efendiliğe sığındığı nice zamanlar geçtiği halde, kalın ve
utanç örtüsünü kimsenin kaldırmaya cesaret edemediği ensest üzerine konuşuyor. Hâlbuki
ülkemizde bir kişi çıktı bu konuyu konuşmak istedi; ilk kurulan özel
televizyonların getireceği geniş düşünceyi destekleme adına.
Sonuç ne oldu? Gece
yarısından sonra başlayan bu programa öyle telefonlar, yaşamsal utançlar gelmeye,
düşmeye başladı ki; herkes utandı, gerçeğin ortaya çıkıp, bizi de boğacak
oluşuna.
Zeus, Athena’yı
niçin başından doğurdu bilinmez! Bilinen o ki; bizim kahramanımız babalığın,
bilinçli bir şey olmadığı üzerine oldukça kafa yormuş olması… Yani, erkeklerin
dünyaya getirme, geliş anıyla ilgili hiçbir şey bilmediğini savunuyor.
İkide birde aynı
şeyi tekrarlıyor; ona göre yaşanan, kurulan belirsizliğin Amor matris adına;
yani anne sevgisiyle; öznel ve nesnel hale getirildiğidir. Güya, yaşanan tek
gerçek şey buymuş!
Burada dursa iyi!
Daha da ileri gidiyor. Ona göre babalık, yasal bir varsayım olabilirmiş! Şu
düşüncesiyle iyice kafaları karıştıracak gibi; Babasını sevmiş olan bir babanın
da oğlunu sevmiş olduğu bir babayla oğul var mıdır? Diye büyük düşüncelere
dalmış…
İnsanın; sanan ne?
Düşünecek başka bir şey bulamadın mı be adam? Diyeceği geliyor. Hatta
diyebilir, elinizden geleni ortaya dökebilirsiniz. Ustaca dizilmiş, diretilmiş,
fevkalade süslenmiş bu mertebenin bu kadar alaşağı edilmesi doğru mu?
Bana soracak olursanız;
bildik bütün tabuları, parlatılmış nice değerleri azcık açıklığa davet etsek;
düzen işlemez olur. Nice evin şapkasını kaldırım içeri baksak, içeridekileri
görüp dinlesek; ne büyük trajediler; Şheakespeare’nin Falstaff karakterini bile
yarıda bırakır. Aslında bu karakterin yücelmesi, ortaya çıkışını; Arrigo Boito
ile Giuseppe Verdi’ye de borçlu olduğumuzu hatırlatmak isterim.
Siz duymadınız ama
yanında ki arkadaşı, bu zırvalar için uyarıyor onu. Kimi mi? James Joyce’nin
hiç durmadan bilgi gösterisi içerisinde, bilgi yağmurlarıyla ıslattığı
kişilerden birisi!
Bilmenin, yani
haberdar olmanın tek tarafına takılmış gidiyoruz; ukalalık, olanına… Yok, mudur
başka açısı? Getirisi varsa; kazanç sağlıyorsa; milli de olur, yüce efendi de…
Bir şey var ki; en hakiki şey; varlığını, varoluşunu kendi bilgi, cesaretin,
kültürel altyapın ile canlı tutmak.
Velhasıl; canlı
olduğunuza inanıp, can taşıyanlara, hürmet etmenin yanında, o dünyaların da
ancak bilgiyle daha anlaşılır, daha itibarlı ve yaşanır hale geleceğinin türküsünü
söylersiniz. Hatta belki de ıslık bile öttüre bilirsiniz; kim bilir…
Güven Serin
gerçekten de siz gazeteci diliyle yazıyosunuuz :)
YanıtlaSil
YanıtlaSilVay canına;gazeteci mi olsam nedir:)) Bugün kırkız tekrarlamalı;olacağım işte;olmanın zorluğunu bilmenin de korkusuyla:))