MEÇHUL AŞKIN KARŞISINDA DURAN KÜÇÜK KIZ
Şairliğe özenen bir
ansan! Kuytu köşeleri sevdiği kadar, canlı, neşeli, sesli yerleri de muhtaçlık
içerisinde selamlayan bir büyük çocuk…
Aylardan Ekim;
doğduğu zamanlar; bir yolculuğun başlangıcıyla Haydarpaşa’nın hareketli,
gürültülü ve sığınılan vagonun sıcaklığında, trenin lokantasında, masanın
üzerinde duran bir mendile yazdıklarında arıyor meçhulü;
“Günlerden hangisiydi bilmiyor hatta bilmek istemiyorum.
Meçhule gider gibi gidiyorum, ayaklarımın basmadığı,
Yabancı illere…”
Zamanlar birbirine
karışıyor. Geçmişe süzülüyor bir küçük kızın silueti. Gölgeler, çizgiler ve
şair bir kızın seslenişi;
“ Bakıyorum
mutlusunuz beyefendi/Yüzünüzde inanılmaz bir tebessüm var/Huzurlu görünüyorsunuz/Ve
mutlu…”
Oysa yakalayamazdı
onca insan, şairliğe özenen adamın içsel mutluluğunu; bu küçük şair kızdan
başkası. Devinimi, içindeki bütün hüzünlerin değerli oluşunu, bir o biliyor
sanıyordu! Oysa denizin kıyısında, bir çizgi, gölge tenhalığında, taze bir
sesle dile getiriyor; benliğini okurmuşçasına küçük şair kız;
“ Sanki mutluluğun formülünü bulmuşsunuz gibi/Her gün
kahkahalar atarak gülüyorsunuz/Bir çocuğun gülümsemesinin sebebi/Yolunu
kaybetmiş bir gence umut oluyorsunuz.”
İçtenliğin formülleri
böyle başlar. Bir öncünün mum ışığını, güneşe uzanacak bir patika sanıp, edebi
dünyanın yüksek duygularına, sürekli kaynayan kazanından bonkörce aldığınız
birkaç kepçe övgünün zararsızlığına, bir aşçı titizliğinde uzanıyor küçük şair
kız…
Şairliğe özenen adam,
rayların gürültüsünden mi, yoksa iç seslerinin karışan zamanlara
aldırmayışından mı; bilinmez bir şekilde, trenin lokantasında hemen elinin
altında ki beyaz mendile yazmaya devam ediyor;
“ Belki bir süreliğine yosun kokusunu, martı çığlığını
duymayacağım/Kim bilir, belki bir süre, ümitlere ve hayallere de
dönmeyeceğim/Umut taşıyan rayların üzerinden geceyi yırtan bir sesle
geçeceğim.”
Büyük İstanbul’un
sonsuza uzanan semtleri arasından geçiyordu tren. Karanlık anlardan çok semtlerin
ışıkları, şaraplen parçaları gibi çarpıyordu vagon camlarına ve şairliğe özenen
adama!
İç içe karışmış zamanlar;
gelecek zamanın içerisinden süzülen genç şair kız, özenti karışık sevgiyle
tutunuyordu şairliğe özenen adamın yazgısına;
“ Geceleri sahil
kenarında kitabınızı açıp/Denizin dalgaların huzurunu buluyorsunuz/Peki beyefendi,
niçin? Niçin insanlara yardım ediyorsunuz? Beyefendi, niçin siyah beyaz
hayatınızı renklendiriyorsunuz? “
Zamanlar birbirine
karışmıştı. Coşmuştu raylara tutunmuş, şehirleri birbirine ekleyen çelik, demir
vagonların lokomotifi. Tam da oradan, şairliğe özenen adamın, hayalinde ki
karanfili uzatacağı yerden geçiyordu;
“ Açık olacak vagonumun penceresi/Ve elimde olması gereken
bir demet karanfil olmayacak/İçimden yanacağım/Karanfil vereceğim; sevgilinin
durduğu yeri boş görünce.”
Birbiriyle ekli vagonların en sonuncusuydu durduğu, yazdığı,
içkisini yudumladığı yer. Yataklı trenin vagonu, eklenmiş zamanlar misali,
geçmişin, şimdiye ve geçmişe uzanan yaşam alanları…
Biranın, kahvenin,
Arnavut ciğerinin, zamanların birbiriyle olan kavuşumlarına dem vermiş edebi
düşüncenin sınırsızlığında, tazeliğinde şafağın; başkente ulaşmıştı şairliğe
özenen adam…
Güven Serin
Yaşamsal fark ediş ne hoş;
YanıtlaSilSözcükler, biçimler önemini yitirdiğinde; renklerin, seslerin, bütün bu formların ve araçların ardındakine erişilebilindiğinde ortaya çıkabilen şeydir gerçek sanat…
İşte o zaman başka ve çok farklı bir enerjinin akışa geçtiği farkediliyor.
Bu da bir bakıma sıradan aklın ve tekdüze zihnin ötesine geçiştir sevgili dostum...Oldukça hoş bir sentezleme olmuş...
Tren yolculuklarının yeri bir başkadır hep. Ne, otobüste, gemide, ne de diğer vasıtalarda, bu denli yoğun bir şekilde; yolculuk içinde yolculuklara çıkabilir insan. Metaforlar ve imgeler arasında savrulurken belli ki, genç şair kız da, karşısında duran şair adam da coştukça coşmuş :) kutluyorum; gündüzün ve gecenin içinden bir su gibi 'ırmak' gibi akan, hassas ve duygulu 'serin' leri. Yüreğinize,kaleminize sağlık Güven...
YanıtlaSil
YanıtlaSilTeşekkür ederim sevgili dostlar;var olun...