Sayfalar

30 Mayıs 2015 Cumartesi

TANIĞI HÜZÜNDÜR SONBAHARIN


Kamera; Güven -TEKİRDAĞ

Şair,yazar; Öksel Demir

TANIĞI HÜZÜNDÜR SONBAHARIN

  52 sayfadan oluşan bir şiir kitabı. Sadece şiir kitabı mı? Hayır! Bir sesleniş; zamanlar arasına sıkışıp, sadece anılarda yaşamaya karşı edebi direniş…

  Tanığı Hüznüdür Sonbaharın, Öksel Demir’in İlkbahar’da Heyamola Yayınlarından çıkan eseridir. İki zıt, iki tamamlayıcı mevsimin geçiş törenlerinde hem yaz ay’ı coşkusu, hem de kış dinginliği bulmak için, ilk ve son, geçişinin tadına baklamı insan. Şair de böyle yapmış; yaşamının henüz terlemiş bıyıkları, ülkemizi diyar diyar gezdiği zamanlardan bu an’a elli yıllık birikimin imbik süzülüşünü aktarmış 52 sayfalık incecik kitabına.

 Kitabına ismini verdiği şiiri;

Tanığı Hüzündür Sonbaharın

Tam kuşlar diyorum
Çiçekler, ağaçlar…
Tam gökyüzü diyorum
Martı kuşları, deniz.
Sırılsıklam yüreğim.

Uzanmak diyorum,
Akşamlara, sabahlara uzanmak
Gün ışığına çırılçıplak.
Yüreğim bir deprem
Bir yangın yeri yüreğim…

 Mevsimlerin, yani doğanın bir parçası olan insanın kavramlara tutunuşunu, savruluşunu; hiçbir canlının hiçbir şekilde önleyemeyeceği değişimi; yüce yolculuğun insan tarafını edebiyatın tanıklığı, sezgileri, içselliğiyle anlatıyor.

 Öksel Demir Tekirdağ’ı, öğretmenlik nedeniyle gezip, gördüğü ülkesini; ülkesine ait insan renklerini, hissedişlerini şiirin derin anlamıyla ödüllendiriyor. Sessizleri; hikâyesi belki de hiçbir zaman anlatılmayacak olanlara veya anlatılıp da tam olarak anlaşılmamışlara el uzatıyor. Yüreğindeki insan seli, harf, sözcük ve dize oluyor. Sonra! Sonra, 52 sayfalık bir esere; Tanığı Hüznüdür Sonbaharın isimli esere dönüşüyor.

 Tıpkı şairimizin değişimi gibi, bir ömrün bu kitaba yansıyıp, mevsimsel geçişleri, hissedişleri gibi almış olduğum geçiş kararlarını irdeliyorum. Akılda kalmayacak, bir daha dönmeyeceğim kitapları kütüphanemden nazikçe gönderiyorum. Hepsi diledikleri yere gidebilirler. Diledikleri insanın gururuna, şanına, şöhretine, övgüsüne, gösterişine boyun eğip arka fon olma üstünlüğünü ele geçirebilirler. Hiçbir itirazım yok!

 Asıl olan, bir kez daha dönebileceğimiz eserlere gözümüz gibi bakmak. Bir kez ve bir kez daha dönülebilecek eserlerden birisi Tanığı Hüznüdür Sonbahar adlı şiir kitabı. Akılda kalacak çok dize, şiir var bu 52 sayfalık bir ömrü-ömürleri anlatan eserde.

 Bir Hora Feneri var ki, uçup ona konasınız gelecek… Onunla birlikte yıldız olacak, onunla birlikte denizlerin puslu gecelerine ışık saçacak, belki yarı tanrı kurtarıcılığı içinde mutluluk demi salıp, şarkılar söyleyeceksiniz Ganosların tanrıçalarının el üstünde tutulduğu zamanlarda.

 Bir başka şiiri; Firişka Rüzgârı, kim bilir hangi esintinin coşkusu içinde kıvrandıracak sizi. Meltem, İmbat, Lados derken ince bir sızı duyacaksınız yaşama dair; kavramları daha fazla tanımak, bilinenden öte bilinmeyen yerelliğin, insandan insana süzülen küçük esintilerin, sıradan bir sohbetin kahkahasının ne büyük bütün olduğunu anlayacaksınız; bir kez daha; en küçük kırıntıya, tıpkı ninelerimiz gibi saygı duyup sevgi üretmeye başlayacaksınız.

 Sizi, bazen denizin, bazen Ganosların üzerinden gelen esintiye, Öksel Demir’in insandan insana süzülen Firişka Rüzgârına bırakıyorum;

Usulca geçiyorum
Çiçeğe durmuş kiraz ağaçlarının yanından
Başım önümde…
Uyanmasın ala şafak,
Uyanmasın gün doğumu.
Usulca geçiyorum
Dinmiş fırtınalarım heybemde
Yorgun denizlerin kuytu sularından…

Usulca geçiyorum,
Çiçeğe durmuş kiraz ağaçlarının yanından.
Anılarım, kavgalarım, sevdalarım hepbemde,
Heybemde ince bir firişka rüzgârı…
Ve yanımda gölge gibi
Doğduğum kentle…

 Güven Serin 






  

28 Mayıs 2015 Perşembe

OYUN İÇİNDE OYUN


Kamera; Güven  Tekirdağ Uçmakdere
Bir zamanlar mitolojinin var olduğu diyarlar;
iyi bakmalı ve dinlemeli bu diyara;sanki ayak
sesleri,uçuşan tanrılar, güzellik yarışında ki
tanrıçalar buralarda dolanıyor gibi...

OYUN İÇİNDE OYUN

Sahne içinde sahne… Oyun içinde oyun… Dünyamızın ucu bucağı belliyken, insana ait yaşamların, hissedişlerin, beyin nöronlarının ucu bucağı belli değil… Beslendikçe daha ileriye…

  Akşam güneşi, hafif bir Frişka esintisi tenis kortlarının olduğu yerde… İki oyuncu ve bir hakem… Oyuncular güney ile kuzey, soğuk ile sıcağı anlatan kavramlar kadar zıt birbirine. Biri oldukça sakin döküyorken terlerini tenis topuna her vuruşta, diğeri bir o kadar her vurduğu-vuramadığı topu kadere karşı çıkış çığlığı olarak algılıyor “ bu nasıl şans” diyerek göklere, o uçsuzluğa; “bunun sorumlusu kim?” der gibi etrafta yankılanıyor ağlamaklı sesi.

 1 numaralı tenis kortunun hemen yanında apartmanın 5. katında iki esmer çocuk. İki doğulu genç; usta elleriyle sıva yapıyorlar, yeniliğe, estetiğe aç duvarı; taze bedenleriyle kutsuyorlar... Öyle güzel dokunuyorlar ki, harç ve duvar bir oluyor, mala ve mastarın insan dokunuşlarıyla.

 Tenis oyuncularından kızgın olan hakemin verdiği karara isyan ediyor. Yapma, gözlerin kör mü? Diyerek o ağlamaklı, o çocuk isyanıyla yankılanıyor etraf. Bu ses, bu itiraz 5. katta sıva yapan, terini kurumasına izin vermeden çalışan esmer gence kadar ulaşıyor. Ara veriyor yaptığı işe. Aşağıya, 1 numaralı korta bakıyor. Gülümsüyor yukarıda olduğunu taht sanmadan, gurur bilmeden.

 Eğlenceli buluyor, şortları içindeki sporcuları. Onlar da ter döküyor, ben de; ama ben isyan etmiyorum. Göklere avuç açıp, bu şansızlığı oradan bilmiyor. Yaptığı en iyi şeyi yapıyor; yükseklik korkusu, can telaşı yaşamadan, kendi kurduğu iskelede, usta bir cambaz gibi, ama büyük alkışı beklemeden duvarını incecik terleri önemsemeden incecik sıvasına dokunarak günü, yevmiyeyi tamamlıyor.

 Bertolt Brectht’in Okumuş İşçi Soruyor şiirinin tam sırası diyorum;

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız krallar adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?

 Teb şehri bir zamanlar Mısır’ın en aydınlık, en bilge şehri. Işığın toplandığı, bilgiye susayanlar için çağlayanların aktığı bir kentti diyor, çocuk dünyasına adanmış şair Sunay Akın.

 1 numaralı kortta ki oyuncuların biri ne kadar suskunsa diğeri o kadar hırsına dokunuyor. Sıva işçisi bildik isyana bakarak değil sıvasını yaparken gülümsüyor. Hakem ise keyfin demine dem katıyor; çünkü ikisini de tanıyor ve bu işin oyun bitiminde tatlıya bağlanacağını biliyor.

 Başbakan gelecek diye büyük ağacın koyu gölgesine sığınmış genç polisler başka oyun içindeler. Akıllı telefonlarındaki oyunların kritiğini yapıyorlar. Üzerlerinden üniformalarını çıkartsan, hepsi birer çocuk; oyun oynamak istiyorlar; para kazanmaktan çok…

 Sahne büyük, oyuncular yedi milyara ulaşmış… En çok teri akıtıp, en çok alkışı beklemeyen mi daha huzurlu; yoksa iyi oyun oynarım, ama iyi kazanmam, iyi sevilmem, iyi alkışlanmam lazım diyen mi? Tercihler sonsuz… Benim aklım, 5. katta ki iki esmer gencin kendi kurdukları iskelede, özenle sıvadıkları duvarı güzelliğe çevirdikleri usta işi terde kaldı. Bir de Bertolt Brectht’in şiirinde;

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
Kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
Altınlar içinde yüzen Limanın?

Ne oldu dersin duvarcılara
Çin Seddi bitince?

 Güven Serin 






27 Mayıs 2015 Çarşamba

PERA'DAKİ HAYALET


SES 1985 SAHNESİ-HALEP PASAJI

BABA VE KIZ Ferhan Şensoy ve Müjgan Ferhan Şensoy

İkisinin de elleri öpülecek;sanata inanmışlık ruhu varsa
bedeninizde...


PERA’DAKİ HAYALET

 Pera’daki Hayalet bir tiyatro oyunu. Yolun yolcusu olmuş Ferhan Şensoy’un kızları Müjgan Ferhan Şensoy ile kardeşi Neriman Derya Şensoy’un oyunu…

  Halep Pasajı Ses 1985 Ortaoyuncular Tiyatro Sahnesi, geçmişe açılan pencere gibi… Ama bu pencere aynı zamanda bugünün ta kendisi… Halep Pasajı gecenin ve yaz zamanına haykıran baharın sıcak havasızlığıyla dolu görünürken, sanatın gizemi, büyük kırmızı perdenin sahne ile seyirci arasındaki büyük uzlaşmacı çağrısıyla ortaya çıkmıştı.

  Derinliği olan sahnenin, loca ve balkon kısımları, tavanda oluşturulmuş süslemeler ve geçmişe ait renkler; bugüne ait Pera’daki Hayalet oyununu yazan ve yöneten; Ferhan Şensoy’un kızı Müjgan Ferhan Şensoy… Kendisi ve kız kardeşi Neriman Derya Şensoy, Ses 1985 Ortaoyuncular Tiyatrosunun büyük geleceği… Aynı zamanda onlar bir Y Kuşağı…

  Y Kuşağı kimdir? Popüler Kültür içinde çok hızlı değişen, çok basit yaşadığını sandığımız gençlik topluluğudur. Aynı zamanda dört işlem yaptıkları idea edilen, istedikleri olmayınca hayal kırıklığı, depresyon yaşadığını bildiğimiz kültür…

 Halep Pasajına, Ses 1985 Ortaoyuncular Sahnesine tüm yorgunluğumu, uykusuzluğumu da yanımda getirdim. Yanım, sanat, dost, yol ve yoldaş kokuyordu. Tiyatronun yarıdan fazlası dolmuştu. İlk kez gittiğim Ortaoyuncular Sahnesi uykumu masalımsı bir sanatsallık içinde ödüllendiriyor; bugünün kapısından düne, önceki güne ve diğer zamanlara giriyor hissiyle Loca’ya çıktık. Loca’nın ismi Haldun Taner’di. Bildiğimiz o güzel insan; insana dair, bir başka tiyatro, hikâye yazarı… Kadıköy’e gidince ismi verilmiş sahnesinin çay salonuna gidip, bir yudum çay içip, insan kokuları dinlediğim, beklediğim yer…

  Pera’daki Hayalet günümüzün gençliğini anlatıyor. Bu oyunu yazan ve yöneten Müjgan Ferhan Şensoy da genç bir kız. Bu gençliğin içinde; Pera’da, yani Beyoğlu’nda yaşıyor. Sahnedeki Pera Cafe’de gençlerin her gün gittikleri çay-kahve salonlarından birisi.

  Bu gençlerimizin biricik arzusu; ÜNLÜ olmak… Ünlü olmayı kim istemez ki? Her an patlayan flaşları, sürekli senden söz eden gazetelerin, televizyonların muazzam göz alıcı, yapay bakışları ünlü olduğunu sanan insanı bir süreliğine oyalar… Bazı ünlüler bunu çabuk fark eder; bedenlerini titreten ünlü masalını ve masalcıyı ürkütmeden yaşamın özüne; sadeliğe, insanın girdaba düşmemek için, diğer insanları ve doğayı daha iyi duyabileceği dingin uğraşa koyulur.

 Ünlü olmuşların ünsüz sonları kimseyi ilgilendirmez. Bunlar kişisel bir tercih, bir kader, hatta ceza gibi görülüp, ünlü olanın ünsüz sonunun insanlık sunumu, korkunç gösterimi, yeni ünlü olacakların ibretsel gerçeği değildir. Popüler Kültür, akademik çalışmalar, bu çalışmaları sanata dönüştüren, yazarlar, şairler, çizerler tarafından kazandırılan eserlerle ilgilenmeyi kayıp olarak görürler. Bir de ayıp olmasın diye “ zamanımız yok” derler… İyi mazeret…

 İşte bu zamanın bir oyunu, diğer zamanlara ait tiyatro salonunda sahneleniyor. Sahnenin o büyük kırmızı perdesi açılmadan önce Ferhan Şensoy’un nükteden tınılarla söylediği şarkılar ve sahne diyalogları duyuluyor.

 Bu sahneye, bu ses; ne güzel yakışıyor… Yakışma nedir ki? Uyum sağlama… Ritme, ahenge, duyuma, uzama zarafet ile gösteri yapma…

 Oyun başlamadan önce oyun içine yayılmış Ferhan Şensoy sesleri, uykumu yok sayar göz kapaklarımı tam olarak aralamasa da beynimdeki o muhteşem yolculuğu, bir süre sonra bu sanat olayı ve mekândan ruhuma damlayacak olan eşsiz damlaları merak ederek gülümsüyorum…
Elim elinde sanatın; yüreğim yüreğinde ve hücrelerim hücrelerinde…

 Kırmızı büyük perde, tarihi öncesi çağların kokusunu duyar gibi oluyoruz. Ferhan Şensoy’un sanatsal, sanat potası içinde erimiş, kendi tonunu, rengini yaratmış nüktedan sesi son bir uyarı yapıyor; cep telefonlarını kapatmak üzere. İsteseniz kapatmayın; cep telefonu çalacak olunursa, çalan cep telefon sahibi yine sanatın zekâsıyla SUÇLU ilan edilecek… Kesinlikle herkes bu uyarıdan sonra can havliyle cep telefonlarını kontrol etti.


 Ben de öyle; üstelik doğru dürüst kullanmadığım ikinci telefonu bile saklandığı delikte bulmak için büyük bir telaş ile arayıp, sessizliğe davet ettim…

 Yer Halep Pasajı. Sahne, Ses 1985 Ortaoyuncular. Pera’daki Hayalet. Yazan ve yöneten Ferhan Şensoy’un kızı Müjgan Ferhan Şensoy. Aynı zamanda oynayan da… Değerli sanatçılar, o havasız mekâna oksijen üreten yeşil orman gibi; çok değerli bir gösteri; ünlü olmanın delisi olmuş toplumun, çıldırtan istekleri, yaşama çok hızlı dokunuşları; belki bizim yaşamımıza bir ahenk, bir renk, bir duruş ve fark ediş getirecek…

 Gidin ve destek verin; büyük telaştan, çırpınıştan size kalan vaktiniz varsa…

Güven Serin 



 






26 Mayıs 2015 Salı

ÖZGÜRLÜK YOLU (YABANA DOĞRU)


Yalnız gerçeği saf gerçeği aramak için yola çıkmış
onu doğanın kollarında bulmuş bir genç. Yaşama
yedi milyarlık sürü içinden insan elleri,iradesiyle
sarılmış. O bilinen unvanları reddetmiş;ilk önce
gerçeğe yürüdü ve doğanın içinde buldu gerçeği;
o muhteşem süreci ve süzülmeyi...


Sihirli Otobüs

Kendi fotoğraf makinesi ile çektiği son anlar;
doğanın içinde Alaska'da iyi bir eğitim gördükten
sonra bir mevsim gerçeği arayıp bulduğu eski bir otobüs
yanında,yaşama gülümseyen,gerçek bir yüz...


ÖZGÜRLÜK YOLU (YABANA DOĞRU)

    Alabildiğine koşan insanlık teknolojinin zirve yaptığı bu dönemde insan çığlıklarıyla dolup taşıyor. Akdeniz, göçmenlerin mezar anıtlarıyla dolup taşıyor. Hiç kimsenin adını bile hatırlamadığı, çocuk, kadın erkekler; iç savaştan, yoksulluktan kurtulma hayaliyle Avrupa'nın yolunu tutmuş…

 Yaşadığımız ülkemiz de öyle. İstanbul'a yolunuz düşerse, bir adres sormak isterseniz; size yardımcı olacak birisi; orada karpuz, simit satan veya boşta iş bekleyen Suriyeli esmer bir çocuk olacaktır. Her an yaşamın içinde, yaşam koklayan esmer, siyah bakışlar…

 Yaşamı sadece kitaplarda, televizyon kanallarında, sosyal medyadan takip ederek anlayamayız. Dokunmalı, koklamalı, yaşamın içindeki insanları, onların hüzünlü terleriyle terlerimizi birleştirerek anlamalıyız. Bir gün anlaşılmamak kuşkusu, bir gün yokluğun hiçliğine düşmek korkusu kendiliğinden yok olur. Esas olan anlamaya, iradenin o yüksek erdemiyle bu geçiş töreninde, her canlının bir hakkı olduğunu kabul etmeliyiz…

 Sinema sanatı anlatma yollarından sadece birisidir. Sinemanın büyülü beyaz perdesi ve rahat koltuklarımız, daha sonra kendi seçimini yapıp, güne ve geceye, insan ve diğer canlı seslerine karışma cesareti verdiyse; yolunuz aydınlıktır artık. Ay ışığında, hatta yıldızsız gecelerde bile açıktır; yön bulma, koku alma, ses algılama kanalları; yüce bir hissiyata dönüşür…

  Özgürlük Yolu (Yabana Doğru) 23 yaşında üniversiteyi başarılı bir şekilde bitiren genç bir adamın gerçek hikâyesidir. Bu zamana yakın bu zamanın ritmi, anlayışı ve karşıtlığı ile doğan, sonlanan kendi izini romana, sinemaya ve oradan da tekrar bizlere aktaran bir yaşam iksiri…

 Genç adam, birçok ailenin istediği gibi; başarılı bir öğrenci… Ve imkânı olan ebeveynlerin yapacağı gibi ona da okul biter bitmez pahalı bir araba hediye edilmek isteniyor. Araç reddediliyor elbet. Elinde bulunan eski arabasıyla yetinmeyi biliyor. Üstelik onun aradığı başka bir şey var! Gerçek… Her dönem, kendi boyutunu yaratan, insan ruhunun açlığına göre değişecek gerçek…

  Onun aradığı ve seslendiği gibi; “ Bana aşk, para, inanç, şöhret yerine gerçeği verin.”

Bu inançla üniversiteden sonra babasının hesabına yatırdığı yüklüce miktardan oluşan parayı yoksullara dağıtıyor. Bütün kartlarını kesip atıyor. Farklı yerlerde çalışarak diğer insanları, toplumun içinde bulunan yaşam çeşitliliğini fark ediyor. Tek hedefi vardır; Alaska’ya gitmek… Bütün çabası, çalışması bunun içindir…

 Böyle de oluyor. Sonunda gerçeği bulacağı Alaska’ya gidiyor. 23 yaşında bir genç adam. Gerçek bir din adamının aradığı, filozofların bir ömür peşinden koştuğu, Astronomi Biliminin şaşkınlıkla içine dalıp, bir türlü yetişemediği derin evrenin gerçeği.

  Tüketim her alanda kendi çığını, büyük çığlıklarla büyütürken, birçok insanın üniversite ve bize aşılanan güzel bir gelecek kurma hayaliyle yanıp tutuşurken, Cristopher MacCandlesss’in, yani genç bir adamın seçtiği yol ise gerçeği bulmak. Bir mevsim de olsa Alaska’nın derin yalnızlığında, kendi gerçeğine dokunmak… Aradığı şey; muhteşem bir şey… Paradan, aşktan, şöhretten önce olan şey; yani yaşamın nadide bir şey olduğudur. Bu nadide şeye hangi zarafet, bilgi, görgü ile yaklaşılacağını; bir gün, şöhreti mi, alın teriyle yaşayacağı mütavazı bir hayatı mı seçeceğinin gerçeğini. Önüne çıkan ilk kızla gönül eğlendirmek mi, yoksa son ana kadar bekleyip büyük bir aşk yaşayacağı, ona aşkı verecek kızı mı aramak! Alaska’da bulmak istediği bütün gerçek bunlardır. Yaşamı, küserek, kinlenerek, hilebazlığın sınırsız kurnazlığıyla mı yönlendirmek, yoksa bilginin, fikirlere dönüşen hoşgörünün o muazzam dengesi olan irade, öz denedim ile mi ödüllendirmek…

 Özgürlük Yolu aynı zamanda gerçeği ararken gerçek bir yaşamın hikâyesidir. Bu yolculukta kendi ismini bir kenara bırakan Christopher, Alaska yolculuğuna, kendi özüne giden yolda Alexander Supertremp ismin alıyor. Yani, SÜPERBERDUŞ…

 Berduşluktan, gerçekten, değişimden, hatta kendi bedenimiz içinde saklanan evrenden korkuyorsanız bu filmi izlemeyin. Bu gerçek hikâyenin sonu; bildiğimiz sonlardan değil. Devreye doğa giriyor. Ve bu doğanın doğallığı içinde kendi kamerasıyla kayıt altına aldığı son sözler şunlar oluyor;

“ Ya yüzümde bir gülümsemeyle kollarınıza koşuyor olsaydım, o zaman siz de benim şu anda gördüklerimi görür müydünüz?”

Güven Serin  





19 Mayıs 2015 Salı

GİTMEK KALDI YİNE BİZE


Kamera; Güven  Ganos Diyarı...


Kamera; Güven Ganoslardan Marmara'ya
doğa hikayelerine bakış...


Kamera; Güven Ganoslar

Yunus Usta ve Erdem;her sosyal hayata,her yaşam
evine lazım olan arkadaşlardan..

Kamera; Güven  Ganoslar
Ardıç Ağacı;ardın ağacı, ardıç kuşu,önünüzde eğiliyorum...


Kamera; Güven  Ganoslar

Dinlence,gönüllü yorgunluğa iyi gelir;doymadığınız
kokular,insan ile doğa arasındaki sentez;size,
bir şey fısıldar...


Kamera; Güven  Ganoslar;tepeden tepeye tırmanış...


Kamera; Güven   Ganoslar

Döngü sadece seyirlik değildir;anlamak,kendimize
giden dehlizlere korkmadan girmek...


Kamera, Güven   Kamptan kalan taze çayın
yol ve deniz keyfi;yakışır size çocuklar...


Kamera; Erdem   

Sürüsünün başında özgürce duran Özgür. tatil nedeniyle
okul yok. O da babasını dinlendirmiş;sürüsünün başında
dimdik ve inanmış doğanın içselliğiyle beslenmeye..


GİTMEK KALDI YİNE BİZE

  Makalemin başlığını üçüncü kitabını çıkartan şair Öksel Demir’in Tanığı Hüzündür Sonbaharın isimli eseri, o çalışmaya dâhil olan, Hora Feneri şiiri esin kaynağı olmuştur.

  Hora Feneri ozanın o kadar içine işlemiş ve onunla öyle bir özdeşmiş ki “dostum” diyecek kadar samimi haykırışını, eserinin tanıtım bölümüne düşmüştür.

 Hora Tekirdağ ile Şarköy arasında, Hoşköy sınırları içinde 154. yaşına giren deniz feneridir. Deniz fenerlerinin hikâyeleri insanla başlar; insanla devam eder. Hep aynı ailenin beklediği bu fener; kim bilir neler anlatır bir dokunsak…

 Denizciler için oldukça büyük öneme sahipti; teknolojinin insan eliyle insana ait gelişimleri kaydetmediği zamanlar. Yine de ışığını çakmaya, puslu, zorlu gecelerde deniz ile kara arasında yol göstermeye, yolcu etmeye devam ediyor…

 Ozanın söylediği gibi “ bir hüznün simgesi ve yalnızlığı dokur.”

 Hüzün, yalnızlık insana özgü, insanın kendi ruh âlemi, sosyal gelişimi, tercihleri, zorlu dehlizler ile başa edebilme ile edememe arasındaki o muazzam dengenin kendisinde gizlidir. Kişinin ruhsal dengesi, geri bildirimleri sağlıklıysa; yaşam yolculuğunda bitmek tükenmek bilmeyen öğretilerin peşinde hem akıl, hem de sevgiyle koşuyorsa; yalnızlık, her daim onarım, üretim için kısa süreliğine olur. Çünkü insanın insana muhtaçlığı kaçınılmaz bir mecburiyet içindedir.

 Böyle bir yolculuk içinde Hora Fenerine karşıdan bakan Ganos Dağlarının tepelerine yolculuk yaptık. Bildik dostlarım; Yunus Usta ve Erdem… Gezi gurubumuzun küçüklüğü, hızlı karar alma ve ekstrem yürüyüşlerde çok etkili oluyor. Görüp de çıkmadığımız o kadar çok yamaç, tepe var ki; ancak yüksek heyecan, merak ve kararlılık içindeyseniz bu bilinmez vadilerin, uçurumların kenarında dolaşır; adaçayı, katırtırnağı aromalarıyla sarhoş olup da, yaşamın iksiri olarak kabul eylersiniz…

 Ganos Dağlarının üzerinde gün yeni ışıldıyordu. Günden denize uzanan ışık eli; sevgililerin eli gibi gül, adaçayı, ıhlamur, kekik, karanfil kokuyordu. Bahar, uyanışın ferah kokularıyla şenlik yapıldığını anlatıyordu. Şenliğin böcekleri, kuşları çoktan kendi işlerine koyulmuş; yuvalar kurulmuş; bebekler için yumurtalar ısıtılmakta; özenle korunmaktalar.

 Yunus Usta’nın gözleri güne merhaba diyen güneşin gözleri gibiydi. Üretmeyi öğrenmişti; belki de doğar doğmaz; var oluş için, tüketmekten çok üretmenin sularıyla Yeniköy’ün taş mekanları arasında mimariye, zarafete, çıraklığa, ustalığa adanmıştır.

 Erdem, gezinin hakkını, dağlara aşkın karşılığını her daim vermeye hazır bir nüktedanlıkla gezinin vazgeçilmez katılımcılarındandır. Doğanın evcilleştirilemezliği, paraya itibar etmeyişi, takdire muhtaç olmayışı; o kadar cazip, öyle çekicidir ki; içinizde ki bütün sevgi kanalları ağır ağır açılmaya başlar.

 Yeniköy; günle birlikte uyanıyor. Bu uyanış köy uyanışı olmaktan çoktan çıkmış. Turizmi, kurtarıcı insanları köhne evleriyle; zamanın içinden çıkıp gelen yaşlı bir bilge duruşuyla bekliyor. Uçmakdere biraz daha insan sesleri, kokularıyla uyanmış. Kahveci İbrahim çayını çoktan yapmış. Her zaman ki gibi; günün kahvaltısı vadinin içinde gizli, esik bir Rum Köyü olan Uçmakdere de yapıldı.

 Bölgeye katkı verecek en önemli şey turizm ve kaybettiğimiz, yok ettiğimiz bağ-bahçecilik olacaktır. Burası Likya Yolu kadar önemli; Şirince kadar, Ürgüp kadar turizmin gözbebeği olacak; kendine has özellikleri olan güvenli, huzurlu, sıra dışı bir yerdir.

 Bu sıra dışılık içinde Platon Derenin içinden güneybatı yamaçlara tırmanışa geçtik. Doğa güzellik için yarışıyor. Katırtırnakları sarı rengi kutsamışçasına neredeyse her yere taht kurmuş, sarının ve sabaha yakışan sabunsu kokularıyla adaçaylarına destek veriyor. Öyle bir koku ki, tırmandıkça denizden gelen hafif esintiyle mayalandı ve gök kubbenin şahitlik yaptığı yeryüzüne yayıldı.

 Bu yamaçlara, adaçayı, katırtırnağı, çınarlar, bağlar yakışıyor. Çünkü bu bitkiler, meyveler buranın evladı olmuş çoktan…

 Bastığımız her karış, yepyeni bir dünya gibi heyecanlandırdı bizi. Adaçayı, katırtırnağı, ardıç, çınar, çok eskiden kalma ve oldukça sağlam patika, dokunduğunda yeraltının serinliğini yerüstüne akıtan ve hiç durmadan akan çeşme ozanın dostu olan Hora feneri gibi dostça kendi varlıklarını belli ettiler.

 Doğaya bir parça ilgi gösterildiğinde hiçbir şeyin fazla ve gereksiz olmadığını görüyor insan. Bir ağacın gölgesi kadar Ardın Ağacının gür çalılığı gereklidir; Erozyon için, kuşları, tavşanları, böcekleri kuzey rüzgârından korumak için…

 Ganos Tepelerine tırmanmak gönüllü bir yorgunluktur. Gelinciklere, papatyalara, adaçayları, ardıçlara karşı dinlenmek; sağ tarafında Hora Fenerine bakarak; önümüzde Marmara Denizini bir derya, bir ışık gösterisi içinde izlerken şairimiz Öksel Demir’in Hora Fenerini okumak; beslenme molasında bir yudum çay, sohbet kadar coşku vericiydi;

Gitmek kaldı yine bize/bir denizi, bir denize taşımak/ bir kenti bir kente… / gün yangını vurdu teknemize/ yağmur altında bütün sonbahar rıhtımları…/ gitmek kaldı yine bize/ serin, esmer sulara düşmek…”


 Güven Serin