Fotoğraf ;internetten Puslu Manzaralar Filmi
Puslu Manzaralar-Theo Angelopoulos
Güle güle;büyük yolun yolculuğu..
PUSLU MANZARALAR
Yüzleşmenin erdemidir
sinema. Duymanın, görmenin, dinlemenin ve hissetmenin yüceliğidir. Puslu bir
kış günü tam da Yaşar Kemal’in öldüğünü duyduğum an; kar yerine kasvet, hüzün
yağarken…
Theo Angelopoulos’un
Puslu Manzaralar filmini izlemeye başladım. 1988 yılı yapımı, Avrupa En İyi
Film ödülünü almış 1989 yılında. Theo sinema sanatıyla evrimin ona yüklediği
insanlığı ortaya çıkartıp, insanlığın zaaflarını, yanlış ve doğrularını
anlatmaya çalışırken ben esnaflığın bedelini realizme sarılarak, romantizmi
reddediyordum.
Puslu Manzaraları
sinema sanatına inanmışlar var olduğu sürece hep yaşayacak. Ama Theo öldü…
Tıpkı İnce Mehmet’in roman sanatına inanmışların var olduğu sürece yaşayacağı
gibi. Ama Yaşar Kemal öldü…
Yaşlı bir kemancı
çıkıyor sahneye. Nazikçe selamlıyor küçük adamı. Gam teline dokunuyor notaların…
Küçük çocuktan başka kimse alkışlamıyor. Çocuk biliyor sanatın yaşama olan
büyülü katkısını.
Bir tiyatro
oyuncusuna yine aynı çocuk soruyor; sen ne iş yapıyorsun? İnsanları
güldürüyorum ve ağlatıyorum. Ne oynuyorsun? Rolümü! Diyor sanatçı; herkes kendi
rolünü oynuyor güya! Yönetmeni, seyirciyi, yazarı; asıl olan kendimizi fark
etmeden oynanan bir rol…
Puslu bir gün! Sosyal
Medya Yaşar Kemal’in öldüğünü duyuruyor. Bir efsanenin ardından herkes telaş
eder. Tutunmak ister eteklerine. Nice el, dudak, göz, yürek uzanacak… Hâlbuki
en iyi tutunma aracı sanattır. İçselleştirir yaşamı. Yaşamın dünyevi ölümle son
bulacağını anlamaya çalışır. O ana kadar hazırlık içinde titiz bir sevda yaşar;
yaşama dair ne varsa sevişir tümüyle; insanca, insanlığın erdemiyle…
Abla ile erkek
kardeşi hiç görmedikleri babalarını arıyorlar. Hiç görmedikleri babalarını
rüyalarında görüyorlar. Bir efsaneyi, bilinmeyeni, gizemi ortaya çıkartıp
dokunmak için. Duymak, dinlemek belki de sarılmak için…
Daima yok olan
aranır. Kaybolan, yitirilen çok az bulunan şey nadidedir. Bu toprakların puslu
manzarasından çok güneşi, açık günü olduğu halde puslu manzaraların çığlıkları
arasında televizyon ve bilgisayara muhtaçlık içinde o kapıdan diğerine, o
pencereden diğerine çılgınlar gibi koşuyoruz; neleri kazanıp, neleri kaybettim
düşüncesinden çok uzak; biyolojik yapımıza, kırılgan, nazik varlığımıza güç
katmak yerine ciğerlerimize; yorgunluğu, bitkinliği, kırgınlığı doldurmakla
meşgulüz…
Puslu Manzaraların
yönetmeni Theo Angelopoulos sinema sanatıyla adeta insanı donduruyor. Tabiatı
öne çıkartıyor. Kar, yağmur, rüzgâr, deniz, dağlar; insandan çok önce var olan;
büyük karanlıktan, sessizlikten ve sulardan sonra karaların ortaya çıkmasıyla
var olan tabiat olayları ve nesneleri…
Yönetmen gurura
boğulmuş insanı insandan çok önce var olan görkem, gizem, saf ve doğal evren
ile buluşturmak istiyor. Biricik yaşamın farkına varmak için bazen donmuş gibi
durup, çevremizi dinlemeyi, anlamamızı, fark etmemizi istiyor.
Yaşar Kemal gibi; en
güzel, en özgün dünyamızın köylerini, mezralarını, kasabalarını roman
sanatıyla, hikâye büyüsüyle anlattığı gibi…
Ölüm, en hakiki
gerçek! Pera Müzesi’nin güncel sergilerinden birisi olan Bizans’ta Şifa Sanatı
da Hippokrates’in yüzyıllardır eskimeyen sözü gibi;
“ Hayat Kısa Sanat Uzun”
Korkuyorum, dedi ses.
Hemen yanında bir başka ses; Korkma sana o hikâyeyi anlatacağım; Başlangıçta
karanlık vardı. Sonra ışık belirdi…
Son Perde! Tiyatroda
söylendiği gibi; büyük sahne, muhteşem seyirci… Kimi seyirci bile olduğunun
farkında değil. Ve dünyayı yönettiğini sanan, kendini bile keşfetmemiş
insancıklar…
İç motorlarınız,
milyarlarca hücreniz yaşam formuna sarılmışsa; puslu manzaralardan
korkmadığınız belli. Çünkü ışık hep var…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder