Sayfalar

1 Ocak 2015 Perşembe

MEYHANE ŞARKILARI


Kamera; Güven  Tekirdağ


MEYHANE ŞARKILARI

  Günlük eğlence anlayışı, salaş yerlere özlem ihtiyacı, ay içinde birkaç kez gittiğimiz mekana meyhane ismini ben taktım. İçkinin birkaç çeşidi var elbet. Yiyeceğin de öyle… Ama benim meyhane özlemimi gidermede yeterli bir duruş, mekan ruhu yok…

  Yokluğu dert etmek yerine var olana tutunmak, küsmek yerine hoşluğa sımsıkı yapışmak her zaman iyidir. Bu iyiliği bildiğimiz için arkadaşlarla birlikte ölçülü kadeh kaldırışlarına büyük saygı ile bağlıyız. İçkiyi önemsemiş, ciddi bağımlı hale gelmişler bize içki içen gözüyle bile bakmadıklarını biliyorum. Bildiğim bir şey daha var; insan denen canlı çok pahalı… Karaciğeri de, sosyal hayatı da; kısacası, aşırı yapılan her şeyin bedeli; bu değerli canlı insanı, yaşama güzelliğinden uzaklaştırıyor.

  Meyhane şarkıları televizyondan gelse de, kendi tınıları, kulak ve ruhlarda yer edişleri duyarlılığı içinde masadan masaya savrulup duruyor;

 Yusuf Nalkesen’in o bildik, tanıdık şarkısı meyhaneye ayrı bir dem katıyor;

Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz
Hep el ele vererek hayaller kurduğumuz
Kimi üzgün, kimi neşeyle dolduğumuz
O ağacın altını şimdi anıyor musun
O güzel günler için bilmem yanıyor musun

 Her bestenin ayrı bir hikayesi vardır elbet. İlyas Bey ile biramızı yudumlayıp sohbetimize devam ederken, meyhanenin tanıdık simalarından kemancı ve darbukacı geldiler. Kemana tat veren, kemanın tellerini bestelere, notalara, müziğin tınılarına dönüştüren bu dönüşüme katkı veren darbuka sanatçısı; iki dost insan. Yıllardır gece hayatının serbest çalışanları olarak, kendi rızklarını arayıp dururlar.

  Keman sanatçısı, bizden iki masa ödete içkinin gam ve yoğunluğu yüzlerinden okunan kişilere doğru ilerledi. Yeni bıraktığı top sakalı, sanatçı duruşuna ayrı bir renk katmış. Her zaman ütülü gömleği, kravatı, temiz, titiz duruşu; bu meyhane dünyasında işine dört elle sarılıp hayatını kazanma zanaatına da tutunduğunu gösteriyor.

 Keman sanatçısı elli yaşlarında olmalı. Muhtemelen doğduktan çok kısa bir süre sonra darbuka, keman, cümbüş, klarnet ile tanıştı. Ama o kemanı seçti. Belki de kendi ruhunu kemanın gamlı şanıyla buluşturdu.

 Nazikçe selamını verdi. Hafifçe kemanın tellerine dokundu. Kişilerin kabul edişini gösteren davetleri üzerine yanlarına yakın bir yere oturdu. Bu oturuş aynı zamanda darbuka sanatçısına da bir davetti. İkili yine yan yana ve bilinen şarkıları hem müzik aletleriyle, hem sesleriyle birlikte, gam ve hüzne, hüzün katmak, meyhane kültürüne yakın bir duruş içinde nağmeler duyulmaya başladı.

 Yarım saatlik gösteri birkaç dakikalık dinlenme arasına dönüştü. Masanın gamlı keyfi iyice demlenmiş, müzisyenlere de yiyecek ikramları yapılmıştı. Ama asıl ikram, asıl emek, gecenin nafakası içindi. Zekası gözlerinden okunan keman sanatçısı bütün esnekliği, bütün ritüeli güne akacak gece nafakası için yapıyordu; yıllardan bu yana bu döngü böyle tekrarlanıyor…

   Masada oturanlardan birisi, masanın söz sahibi olduğunu hatırlatır bir şekilde kemancıya nota bilip bilmediğini sordu. Bu soru, bir köy fırını başında köy ekmeği pişiren bir kadına, ekmeği ne kadar usulüne göre pişiriyorsun sorusuna eş değer bir soru; bir parça ahmakça…

 Keman sanatçısı gülümsedi. Nota bilgisinin olmadığını anlatmak isteyen bakışlarla baktı; kulağının, yüreğinin seslere olan duyarlı bakışı gibi…

 Bizim nota uzmanı yeterli bulmadı bu duruşu ki, bir tanıdığının nasıl Solfej bilgisi olduğunu, karşısına notaları olan ne koyarlarsa koysunlar nasıl çaldığını anlattı durdu. Hâlbuki karşısında duran insanın yaşamı keman çalmakla; yüreğinde, kulağındaki notaları okumakla geçmişti.

  Eve gidince Harold Bloom’un seslenişini, kanonsal uyarışını bir kez daha gözden geçirdim;

 “ İnsanın cehaletini iddia edişim kendi deneyimimdir. İnsanın cehaleti, bence dünyanın okulunda en kesin gerçektir.”

 Güven Serin 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder