Kamera; Güven Tekirdağ
MEYHANE ŞARKILARI
Günlük eğlence
anlayışı, salaş yerlere özlem ihtiyacı, ay içinde birkaç kez gittiğimiz mekana
meyhane ismini ben taktım. İçkinin birkaç çeşidi var elbet. Yiyeceğin de öyle…
Ama benim meyhane özlemimi gidermede yeterli bir duruş, mekan ruhu yok…
Yokluğu dert etmek
yerine var olana tutunmak, küsmek yerine hoşluğa sımsıkı yapışmak her zaman
iyidir. Bu iyiliği bildiğimiz için arkadaşlarla birlikte ölçülü kadeh
kaldırışlarına büyük saygı ile bağlıyız. İçkiyi önemsemiş, ciddi bağımlı hale gelmişler
bize içki içen gözüyle bile bakmadıklarını biliyorum. Bildiğim bir şey daha
var; insan denen canlı çok pahalı… Karaciğeri de, sosyal hayatı da; kısacası,
aşırı yapılan her şeyin bedeli; bu değerli canlı insanı, yaşama güzelliğinden
uzaklaştırıyor.
Meyhane şarkıları
televizyondan gelse de, kendi tınıları, kulak ve ruhlarda yer edişleri
duyarlılığı içinde masadan masaya savrulup duruyor;
Yusuf Nalkesen’in o
bildik, tanıdık şarkısı meyhaneye ayrı bir dem katıyor;
Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz
Hep el ele vererek hayaller kurduğumuz
Kimi üzgün, kimi neşeyle dolduğumuz
O ağacın altını şimdi anıyor musun
O güzel günler için bilmem yanıyor musun
Her bestenin ayrı bir
hikayesi vardır elbet. İlyas Bey ile biramızı yudumlayıp sohbetimize devam
ederken, meyhanenin tanıdık simalarından kemancı ve darbukacı geldiler. Kemana
tat veren, kemanın tellerini bestelere, notalara, müziğin tınılarına dönüştüren
bu dönüşüme katkı veren darbuka sanatçısı; iki dost insan. Yıllardır gece
hayatının serbest çalışanları olarak, kendi rızklarını arayıp dururlar.
Keman sanatçısı,
bizden iki masa ödete içkinin gam ve yoğunluğu yüzlerinden okunan kişilere
doğru ilerledi. Yeni bıraktığı top sakalı, sanatçı duruşuna ayrı bir renk
katmış. Her zaman ütülü gömleği, kravatı, temiz, titiz duruşu; bu meyhane
dünyasında işine dört elle sarılıp hayatını kazanma zanaatına da tutunduğunu
gösteriyor.
Keman sanatçısı elli
yaşlarında olmalı. Muhtemelen doğduktan çok kısa bir süre sonra darbuka, keman,
cümbüş, klarnet ile tanıştı. Ama o kemanı seçti. Belki de kendi ruhunu kemanın
gamlı şanıyla buluşturdu.
Nazikçe selamını
verdi. Hafifçe kemanın tellerine dokundu. Kişilerin kabul edişini gösteren
davetleri üzerine yanlarına yakın bir yere oturdu. Bu oturuş aynı zamanda
darbuka sanatçısına da bir davetti. İkili yine yan yana ve bilinen şarkıları
hem müzik aletleriyle, hem sesleriyle birlikte, gam ve hüzne, hüzün katmak,
meyhane kültürüne yakın bir duruş içinde nağmeler duyulmaya başladı.
Yarım saatlik gösteri
birkaç dakikalık dinlenme arasına dönüştü. Masanın gamlı keyfi iyice demlenmiş,
müzisyenlere de yiyecek ikramları yapılmıştı. Ama asıl ikram, asıl emek,
gecenin nafakası içindi. Zekası gözlerinden okunan keman sanatçısı bütün
esnekliği, bütün ritüeli güne akacak gece nafakası için yapıyordu; yıllardan bu
yana bu döngü böyle tekrarlanıyor…
Masada oturanlardan
birisi, masanın söz sahibi olduğunu hatırlatır bir şekilde kemancıya nota bilip
bilmediğini sordu. Bu soru, bir köy fırını başında köy ekmeği pişiren bir kadına,
ekmeği ne kadar usulüne göre pişiriyorsun sorusuna eş değer bir soru; bir parça
ahmakça…
Keman sanatçısı
gülümsedi. Nota bilgisinin olmadığını anlatmak isteyen bakışlarla baktı;
kulağının, yüreğinin seslere olan duyarlı bakışı gibi…
Bizim nota uzmanı
yeterli bulmadı bu duruşu ki, bir tanıdığının nasıl Solfej bilgisi olduğunu,
karşısına notaları olan ne koyarlarsa koysunlar nasıl çaldığını anlattı durdu.
Hâlbuki karşısında duran insanın yaşamı keman çalmakla; yüreğinde, kulağındaki
notaları okumakla geçmişti.
Eve gidince Harold
Bloom’un seslenişini, kanonsal uyarışını bir kez daha gözden geçirdim;
“ İnsanın cehaletini
iddia edişim kendi deneyimimdir. İnsanın cehaleti, bence dünyanın okulunda en
kesin gerçektir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder