Sayfalar

8 Temmuz 2014 Salı

RABİH! RABİH!


Kamera; Güven Salt Galata-Rabıh Mroue


RABİH! RABİH!

  Bir kadın sesleniyor savaşın, iç kargaşanın devam ettiği yanık, yıkık yerin hemen yakınında, erkeğini arıyor;

Rabih! Rabih! Diye…

  Lübnanlı sanatçı Rabıh Mroue’nin çalışmasındaki bu iki kelimelik sesleniş, dinlediğimden beri kulaklarımda, beynimin içinde; bana, yıkıntıların arasında kaybolmuş ruhuma sesleniyor;

 Güven! Güven! …

  Bu etkileniş, bu çalışma 1990 yılında sona eren Lübnan iç savaşını anlatsa da, bitmeyen kendi savaşlarımızda her gün azar azar ölümler yaşasak da, özellikle bu sesleniş niçin etkili oldu?

  Şimdi burada bu büyük insanlık hikayesinin çok küçük bir bölümünü, sanat deryasından, kendi iç dünyası ile dış dünyası arasında harmanlama yapan, çıkan ürünü tüm insanlığa sunan sanatçının çalışmalarından bir çeşni aktarıyorum:

“ Yerel gazetelerde kayıp kişi olarak çıkmış fotoğraflarımı topluyorum. Bunu neden yaptığımı çok iyi olarak bilmiyordum, ama bir kişinin nasıl kaybola bileceği sorusu ilgimi çekmişti; özellikle de Lübnan gibi herkesin birbirini tanıdığı, itirafçı, toplulukçu kabile gibi olduğu söylenen küçük bir ülkede.

  Burada-veya herhangi bir ülkede-kontrol ve otorite ne kadar iyi oturtulursa oturtulsun, insanların içinde kaybolduğu çatlaklar ve yarıklar her zaman var; kaçarlar, kurtulurlar, yok olurlar ve bazen de suç işlerler arkalarında hiçbir iz bırakmadan.

  Bana öyle geliyor ki, Lübnan vatandaşları olarak bireyselliğimizi kazanmak için, kaçırılma, ortadan kaybolma, cinayet ya da şehitlik gibi ağır bedeller ödüyoruz. Ve açıkçası, BUNUN BİLE YETERLİ OLDUĞUNA EMİN DEĞİLİM.”

   Bu sesleniş, bu çalışma içimde bir başka ben olurken bu toprakların da Lübnan topraklarına benzetilmeye çalışıldığını, tarihimizin hangi dönemine bakarsak bakalım, şanlı ölümlerin, öldürmelerin, cinayetlerin nasıl da bir yol bulunup politikacıların soylu açıklamalarıyla sıradanlaş-tığına tanıklık ediyoruz.

 Sabahattin Ali’nin nasıl ve niçin öldürüldüğünü bilmeyen, bilmek istemeyen, her gün kutsallıktan söz eden insanların, kendini insan-bir şey sananların, söz konusu kendi kıçlarını kurtarmak olduğunda Nazım Hikmetten şiirler okuyarak, vatan, hürriyet aşkını yüceltirken Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mithat Paşa’dan söz edip heykellerini dikerken, onların yaşamlarını, yaşam haklarını-süreçlerini, onların sonlarını ve son nefeslerini bilmek istemeyiz…

Sanatçı Rabih! Rabih! Diye seslenirken, kendi kayboluşunu, diğer kaybolan, yok olan, yok edilmiş canlıların ruhlarına adamışken yakın zamanın ölümleriyle bir kez daha yerle bir olan iş kazası sınıfına sokulan SOMA faciası, diğer ölümlere çare olacak adaletle, hakla, vicdanla yine kutsanmadığı, anlaşılmadığı ve anlatılamayacağı ortada duruyor.

  Bu ses, bu sesleniş kim bilir ne kadar yankılanacak beden duvarlarımda; Rabih! Rabih! Sanırım, yankılanmakta haklı, onu bırakmayan, kayıt altına alan bedenim, diğer seslerle buluşup kendi tesellisini buluyor almalı. Bir yanda Sivas vahşeti ve o vahşetin zarif kurbanları, onların yakınları sesleniyor;

Nesimi! Nesimi! Asım! Asım! Metin! Metin! Muhlis! Muhlis! Behçet! Behçet! Edibe! Edibe!

  Bir yanda çok yakın zamanın seslenişleri; ülkede kimsenin beklemediği insan seli, gençlik haykırışı, ilahi bir sesin hak arayıcıları gibi çıkmışlardı meydanlara. Gazla, coplarla, mermilerle insanları yutan yarıklara gömüldüler. Kimileri kör oldu, kimileri ise ölümle öldürüldüler. Ve onlara seslenenlerin, viran adaletin, yıkık siyasetin korku kokan mekanlarında onları arayan insanların sesleri bir aylardan beri tekrar ediyor o genç isimleri;

Abdullah! Abdullah! Ethem! Ethem!  Mehmet! Mehmet! Mustafa! Mustafa! Ali İsmail! Ali İsmail!

 İşte bu yüzden o iki sözcük ruhlarımızın derinlerindeki çanları çalıyor; bu yüzden davet ediyorlar bizi savaşların kötülüğüne sahip çıkıldığı kadar iyiliğinin de olduğunu anlatmaya. İyiliği nedir diyecek olursanız; insanlığın derine çekilen vicdanını, adalet arayışını tekrar yüzeye çıkarmak için sanatçı gibi onlardan, vahşetin efendilerinden özür dilemeliyiz;

 Onları üzdüğümüz için. Daha fazla çalmalarına, meydan okumalarına, doğayı ve insanlığı katletmelerine izin vermediğimiz için. İnsan denen canlının en olmadık yerde uyanıp ayağa kalkıp iyiliğin savaşını verdiği için de o maskeli efendilerden özür dilemeliyiz. Onları yanılttığımız için. Aklın, sanatın, felsefenin, evrenin, doğanın, insanlığın barışını savunduğumuz için özür dilemeliyiz…

 Bir yanda sanatçıyı arayan bir genç kadın sesleniyor; Rabih! Rabih! Diğer yanda bir anne, baba sesleniyor; Ali İsmail! Ali İsmail!


 Güven Serin 

2 yorum:

  1. Sizin yazılarınız hep etkiler beni ama bu bir başka.

    İnsanlığın doğruya, adalete ve güzele evrilmesi için ne bedeller ödeniyor ödenmesine de; o sözünü ettiğiniz efendilerdeki vicdan kaynaklarının kuruluğundan mıdır nedir, hiç bir sesleniş hatta haykırış amacına ulaşamıyor.

    YanıtlaSil

  2. Teşekkür ederim... Evet,bu başka bir hissedişin yazılımı; sözcükler daha bir süzüldü, daha bir zorladı bedeni...

    Sanatçıların sanatlarıyla hüzünlü ruhlara,yorgun bedenlere bir soluk, bir can suyu vermeye çalışmaları ürpertiyor beni.

    YanıtlaSil