Kamera; Güven Phaselis Antik Kenti
Ne güzel demiş Orhan Veli;
Gün olur,alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda
SARMAŞ DOLAŞ
Şehrimizin az sayıda
olan taş mekânlarından bedestene gittim. Ahmet Ağabeyin çayı kahvesi kadar
güzeldir. Küçük bahçenin iğde ağaçları, ıhlamur ve ceviz ağaçları bahara
hazırlık uykusu içindeler.
Taş mekânların
duruşu, insana, insandan akan sohbetleri, insanı bir hoş eden ezgileri, biraz
buruk eden hüzünlü hikâyeleri vardır. Bedestenin içinden geçerken, yanımdan da
iki arkadaş geçtiler. Kollarını omuzlarına atmış halde, Ahmet Ağabeyin
çayhanesinden belli ki alışık oldukları sohbetin çaylı demiyle kutsanmış iki
dost…
İster istemez
imrenme ile arkalarından baktım. Bedestenin dışına çıktıktan sonra da kolları
birbirinin omuzlarında, mutlu, birbirine güvenen iki insan huzuru içinde şehrin
gürültülü caddesine doğru ilerlediler.
Uygarlaşıyoruz,
teknolojinin sahibi oluyoruz derken terlemeden, emek harcamadan ve teknolojinin
verdikleriyle aldıklarının onurlu felsefesini yapmadan kırk yıldan bu yana
şehirlere göç ediyoruz. Neyimiz varsa, neyimiz yoksa sattık, savdık ve geride
bıraktık… Hâlbuki bize ait olanları, bıraktığımız değerleri bize teknoloji
satan en uygar devletler en nadire eşya, çiçek, ağaç gibi koruma altına
alıyorlar; taş evleri, ahşap binaları, küçük bakımlı ve sağlıklı köyleri-köy
üretim şekillerini…
Şimdi, tereyağının
tadı eskisi gibi değil; peynirinde, sütünde, yoğurdun da… Ya dondurmanın!
Salebin! Değil elbet; hiçbiri eskisi gibi değil; çünkü hayvanlarımız da
teknolojinin, ithalatın, güya uygarlaşıyoruz, daha fazla kazanacağız
fikirlerinin muhteşem kurbanı; her şey; yapaylıkla besleniyor; her şey; hayvan,
insan ve bitkiler…
Meralarımız, küçük
yaylalarımız, vadilerimiz, yamaçlarımız boş kaldı. Boşluğu dolduran domuzlar
doğanın en hakiki dengesi adına çoğalıyor. Bir avuç çiftçi domuz bolluğu
karşısında şaşırsa da, insan yokluğu, yok oluşun ıssızlığı karşısında çaresizce
domuzların geçtiği talan ettiği yerlerde var olma çabaları içinde yaşam savaşı
veriyorlar.
Doğal hayatı,
uygarlaşma, şehirleşme adı altında kırk yıldan bu yana terk ettik. Büyük göçleri,
apartman kültürü açlığı içinde, araç gürültüleri, dumanları aşkıyla
harmanladık. Elbet, arkadaşlıklar da, dostluklar da sarmaş-dolaş olmaktan bıkıp
usandı; özgürlük dediğimiz yalnızlığın hakiki bencilliği sadece zorluklar ve
muhtaçlıklar karşısında aklımıza geliyor.
Bedestenin taş
koridorunda iki arkadaş; birbirlerine sarmaş dolaş; belli ki yapaylığa,
özgürlük diye, gelişme diye büyük ayrılışa meydan okuyorlar. Kırk yıldan bu
yana aç olduğumuz özgün, doğal ve samimi yaşamların ne kadar ucuz ve bol olduğunu
düşünürken, şimdi ne kadar pahalı ve kıt olduğunu fark ettim.
İthal ettiğimiz
teknolojiye, uygarlık adı altında bize sunulan gelişmelere sadece el açıp yağma
kültürü içinde sarılmış olmanın yalnızlığı ile iki arkadaşa; kollarına
omuzlarına atmış yürüyen iki samimi insana imrenerek baktım; Ahmet Ağabeyin kış
uykusuna yatmış iğde bahçesinin hemen kıyısında çayımı yudumlarken…
Kar, kış, kıyamet içindeyken bahar tadında bir yazı...
YanıtlaSil
YanıtlaSilKara,kışa ve kıyametlere de selam ederek başladım güne:)) Yok ediciler, var edicileri sevmezler;ama evren,büyük uyumun,istikrarın, zarafetin öncülüğünü yapar;biz de bir parçasıysak evrenin; bu öncülüğün patikalarında düşe kalka yürümek güzel şey:))
İğde kokulu patika yollarda yürümek, tıpkı blogdaşımın dediği gibi şu puslu ve kasvetli kış günlerinin üzerine (hele ki bizim buralarda residence leri, gökdelenleri dikmek için açık alan bırakmamaya and içmiş gözü dönmüşlerce, sürekli dinamitle eşelenirken topraklarımız) bu yazı ne iyi geldi Güven..
YanıtlaSil
YanıtlaSilMerhaba Esin;olmasaydı yazının,şiirin,hikayelerin,türkülerin seslenişi; içimizdeki insana dair çok şey eksik kalırdı; hep sıra dışı şehirleri, mimarları,mühendisleri hayal ettim; uygar bir kentin, doğa ile barışık güzel görüntülere muhtaç olduğunu düşünerek...