Sayfalar

31 Ekim 2013 Perşembe

PİNOKYO OLMAK


Kamera; Güven  Ganoslar ve Marmara...

PİNOKYO OLMAK

  Tahtadan bir kukla olduğu halde insan gibi ruhu olan bir çizgi kahramanı; benliğimize öyle yerleşti ki, yalan söyleyince burnumuzun “Pinokyo burnu “ gibi uzayacağını düşünürdük. Bilgi adı altında sunulan, gösterilen, anlatılan ve duyurulan büyük kargaşada insan gibi kalmak, insan taraflı lığıyla adım atmak, atılan adımların vicdanı yükü ve huzurunu taşımak her geçen gün zorlaşıyor.

 Her ağızdan binlerce ses çıkıyor. Kitap, dergi ve her saniye yayınlanan bilgi yağmurlarının bereketten çok sel olup insanı ve insanlığı büyük denize taşıyacağı ortadadır. Hiç kimse anlayabileceğinden, öğrene bileceğinden daha fazlasını öğrenemez. Bir bilgiyi, yeniliği ancak irademizin akıl ve ruh terazisiyle kabullenip hazmedebiliriz  Kültüre dönüşmeyen hiçbir şey, uzun süreli faydaya dönüşüp kendi patikasını oluşturmaz.

 Gary Small yaşamın içinden, kendi mesleğinin yaşanmış olaylarından kitaplaştırarak, Bir Psikiyatrisin Gizli Defterinden isimli eseriyle bizim anlayacağımız dilden anlatıyor. Yaşam denen şeyin sıra dışılığına, güzelliğine ve iç huzura sahip olmak için, bilgilenmenin, öğrenmenin hiçbir zaman tam olarak yetmeyeceği ve bu yetmezlik içinde insan denen canlının doğru ve ehil insanlardan yardım almasının kaçınılamaz olduğu meydandadır.

 Bugünün insanı, ne kadar iyi eğitim alırsa alsın, çok hızlı değişimlerin yaşandığı erişilmez bilgi ve yaşam şekillerinin yeşerdiği bu dünyada yardıma ihtiyaç duymak, aşamadığımız sorunları diğer insanlarla paylaşmak oldukça önemli bir davranıştır.

 En az kanser kadar hızla yayılan önemli rahatsızlıklarımızdan ruhsal dalgalanmalar ise üstünü örttüğümüz, ayıp olmasın diye birilerinden kaçırdığımız ama bizle ölene kadar yaşayan sorunlarımızdandır. Kronik hale gelip, yaşamımızı etkileyecek düzeye çıktıkları anda yardıma ihtiyacımız vardır. İyi bir doktor, iyi bir yaklaşım ve tedavi süreciyle çok önemli bir yol alır.

 Gary Smalln hastası da bir doktordur. Yardıma ihtiyacı olduğunu hisseder ve psikiyatrisi olan Gary Small’a tedavi amaçlı gider. Sorunu, sürekli gördüğü rüyalardır. Bir kâbusa dönüşmüşlerdir. Rüyaların sonunda Pinokyo olup bir eşeğe dönüşür. Kısacası bir eşek gibi anırdığını söyler. Rüyaların insan hayatında önemi büyüktür. Bilinçaltımızın hiç durmadan çalışıp bize bir şeyler anlattığı rüyaların diliyle ortaya dökülür.

 Gry Small rüyaları bir kâbusa dönüşen hastasını ilgi ile dinler. Edindiği büyük tecrübe sayesinde hastasını önemle, sabırla izler. Ve büyük çoğunluğumuzda olduğu gibi çocukluğumuzda ortaya çıkan travmalar neredeyse tüm hayatımız boyunca peşimizi bırakmaz. Hastasının da sorunu çocukluğunda gizlidir. Küçük bir çocukken babası tarafında dövülür. Ve aynı akşam televizyonda pinokyo filmini izler. Bilinçaltına yerleşen bu an; rüyalarının kâbusu olur.

 Psikiyatrisin teşhisi koyduktan sonra verdiği ilaçlarla hastası bir yıl içinde sağlığına kavuşur. Sosyal hayatı, içe kapanıklığı, evlenememe, diğer kadınlarla ortak yaşam kuramama sorunu da ortadan kalkar.

 Şüphesiz, çocukluğumuz, geçmişimiz, anı ve hatıralarımız çok önemlidir. Ama asıl önemli olan bugüne ve yarına damgasını vuracak beden ve ruhumuzun bir bütünlük içinde yürüyüşüne katkıda bulunacak sağlığımızdır. Paha biçilemez orandadır. Kaybolunca dünyaları vermeye razı olsak da, bazen dünyalar da versek kaybedilen şeyler geri gelmez. Onun için kendinizi, sağlığınızı önemseyin! Ne kâbuslardan, ne ayıplardan korkun. Psikiyatr iste gitmek ayıp da değildir, günah ta. Erken teşhis, tedavi geri kalan zamanımızı, kaybettiğimiz zamana karşılık büyük bir ödül olarak bize geri verilecektir.  

 Kulaktan duyma bilgilerle büyük zamanlar kaybetmek yerine doğru insanlara, doğru teşhislere kucak açın. Unutmayın; en akıllı insan, akıl alandır, şüphelenen, irdeleyen, araştır-andır…

 Gerçek hangi koşulda olursa olsun ondan korkmayın; isterseniz yalandan burnunuz da uzasa, yaptığınız büyük hatalarda olsa, kaybettiğiniz önemli şeyler de olsa, yaşayacağınız şimdiki zaman hepsinden daha önemli ve gerçektir.

 Her yerden gelen, neredeyse saldırıya geçmiş bilgilere dur demesini, hadi oradan veya eyvallah demesini içtenlikle söylemek istiyorsanız, bilginin en doğru olanına gidiniz. Hayatımız için çok önemli olan vazgeçilmezimiz olan su bile fazla alındığında su zehirlenmesine neden olur. Kandaki sodyum oranı düşer ve halsizlik başlar.

 Bilgi, görgü, ilim; sağlık ve huzurumuza en önemli katkıyı yapmak için, son ana kadar koşar; yorulduğu anlarda bile, doğru yorgunluğun çocuk yüzüyle gülümser…

 Güven Serin

28 Ekim 2013 Pazartesi

SURLARDA GEDİK AÇANLAR


Kamera; Güven   Turnalar Yok Olmasın çalışması
Sanatçı; Gülşen Kıbrıslı


SURDA GEDİK AÇANLAR

  Okuduğum iki haber ve iki büyük duygulanma sahnesi… İnsan, kulaklarıyla duyar, aklı ile kabullenir, kalbi ile sever. Okuduğumuz haberleri duyduklarımız, gördüklerimiz, öğrendiklerimiz ve içimizdeki sevgi ile bazen öylesine kabul eder, bazen başköşeye oturturuz. Bu iki haber de başköşeye oturtulacak cinsten…

 Gülümseyen yorgun ama bir o kadar mutlu yüz bir kadına ait; Angela Ahendts, iş dünyasında en fazla kazanan ve başarıdan başarıya yürüyen İngiliz kadınının mavi ve ışıldayan gözlerinin, sarı saçlı, anaç bakışlı insanın yüzü; farkında olmadan benim de mutlu olmama, derinlerin şırıltısını hissetmeme neden oldu.

 APPLE transfer ettiği yönetici kadın ile Angele Ahendts ile yaptığı anlaşma ile ses getirdi. Apple, Burberry’de yıllardır başarıdan başarıya yürüyen ve en lüks ürünleri internete taşımasıyla ünlenen Angela Ahrendts’i transfer etti. Angele Ahrendts Apple’ın perakende ve internet mağazalarından sorumlu genel müdür yardımcısı olarak çalışacak.

  Angela Ahendts iş dünyasında lüksü dijitalleştiren kadın olarak biliniyor. 2006’da devraldığı Burberry’de lüks ürünleri internet üstünden pazarlaması herkesin takdirini kazanmış, yıllık 26,3 milyon dolarlık maaşı ile İngiltere’nin en çok kazanan CEO’su sıralamasına geçmiştir.

  Doğu dünyasının yaman çelişkileri kadını hızla eve, örtünün altına kapatırken, batı dünyasında ki kadının aklı, becerileri ile muhteşem işler yaptığına tanık oluyoruz. Erkek ve kadın çelişkisinden, ayıpların, günahların insan ve kadın aklını öldüren saplantılarından kurtarılan beyinlerin, bedenlerin neler yapacağı; ne büyük surları yerle bir edeceği gün gibi ortadadır…

 Diğer haber Yalçın Bayer’in köşesinden. Biri sağda, diğeri solda umut olan iki insandan söz ediyor; İlhan Kesici ve Metin Feyzi oğlu’ndan. Birisi ekonomi alanında, diğeri ise hukuk alanında üst seviyeye çıkan güvenilirlikleri ile, bilgi ve görgüleriyle büyük siyasi çelişkiler yaşayan, hızla yalnızlaşan ülkemiz için bir ışık-umut olarak ortaya çıkıyorlar.

 Siyasetin sadece slogan geliştirmek ve atmak olmadığını gösteren ve darmadağın olan siyasi anlayışın, siyasete ve siyasetçiye kaybolan güvenin, gençliğin azalan ilgisinin dürüst ve bilgili siyasetçilerle daha onurlu ve daha ilgi çekici hale geleceği gibi; ülkemizin ilerleme ve uygarlık yolculuğunda kadersel bir önem arz ediyor.

 Yalçın Bayer bu ikili için; Surlara gedik açtılar, diyor. Evet, surlara gedik açan insan sayısı oldukça fazla; gezi direnişi yüz binleri çıkarttı ortaya. Susmuş, içine atmış, dedelerinin yerden yere vurulduğu, yaşam şartlarıyla dalga geçildiği, şehirlerin hızla beton ormanlarına döndürüldüğü bir anda; güz yağmurları gibi geldiler; önce sağanak, sonra büyük bir fırtına eşliğinde; akıldan, mizahtan, hukuktan uzaklaşmayarak…

  Metin Feyzioğlu Balyoz Davası için şu seslenişi yapıyor; Balyoz davası artık hukukçulara sormayın. Dış politika uzmanlarına, askeri strateji uzmanlarına sorun. Balyoz davası temel olarak donanmayı hedef almıştır.”

 İlhan Kesici’de politik ve slogana dayalı olmadan matematiğin en büyük bilim olduğunu bilerek, rakamlarla bu günkü ekonomik gelişmelerin hiç de geçmiş ile kıyaslanınca çok iyi durumda olmadığını anlatıyor. Gelişme, ilerleme, zenginleşme derken görülmek istenmeyen hızla borçlanan bir halk; elinde olanı satan veya bankalara kaptıran hızla parçalanan aileler maalesef bu hükumetin ve hükumeti göklere çıkartan basının duymak ve görmek istemediği acı ama bir o kadar da gerçek olan şeyler…

 Hz Ali’ye “ En akıllı kimdir” diye sormuşlar. O da; “ Kim daha çok akıl alıyorsa odur” diye cevap vermiş. 

 Hiçbir gerçek saklanamaz; hele yoktan var edilmiş bir halk; aydınlanmanın ışıklarıyla tanışmışsa, bunu kıymetini fark etmiş büyük bir gençlik çığ gibi bir araya gelmişse; bunun önünde duracak bir gücün bilgiden, dürüstlükten, dünya gerçeklerinden uzak olması gerekir.

 Surlarda büyük gedik açıldı; insanlar onurlu bir yaşam için, huzurlu, şerefli iş ve yaşam alanından başka hiçbir şey istemiyor; aklı olan hiç kimse büyük zenginliklere, yağmalara, entrikalara özenmez; akıl, vicdan ile ortak çalışırsa huzur, hak ve adalet onurlu paylaşımlara dönüşür…

  Güven Serin


26 Ekim 2013 Cumartesi

TURNALAR YOK OLMASIN


Kamera; Güven Uluslararası Katılımlı
Plastik Sanatlar Sergisi


Kamera, Güven   Doğuş Üniversitesi 


Kamera; Güven  Turnaların Dansı-
Sanatçı; Selçuk Kızılışık
Serginin en göz alıcı eserlerinden birisi;bu esere ilgi büyüktü.


Kamera; Güven   Maviden Siyaha
Sanatçı; Sonay Demirhan Demir

Serginin önemli eserlerinden birisi daha... 


Kamera; Güven  TURNA ÜÇLÜSÜ
Sanatçı, Mustafa Akbay


Kamera; Güven - TURNALAR
Sanatçı, Pesent Doğan

İlk göze çarpan güzel bir çalışma daha...


Kamera; Güven   İSİMSİZ
Sanatçı, Biles Öcal

Turnalar böyledir işte; gökyüzünde özgürce ve inanmış olarak
uçarlar. İnsana insandan akan bir şeyler de taşırlar;
sevgiyi, bereketi, saygıyı, onuru...


Kamera; Güven  ÇIĞLIK
Sanatçı, Mehmet Sabri Haspolatlı

Ne güzel çığlık atıyorlar; sağır olmuş insana, kör olmuş
insanlığa...


Kamera; Güven  ALLI TURNAM
Sanatçı, Semra Bolat


Kamera; Güven HAYAL KIRIKLIĞI
Sanatçı, Nazan Hansoy Sezer

Bu eser çok şey anlatıyor; diğer eserler gibi; turnanın
gözüne, tam göz bebeğine bakmalı...


TURNALAR YOK OLMASIN

   Selçuk öğretmen sergi haberini yaptığı çalışmasını bitirmek amaçlı Tekirdağ'a getirdiği zaman verdi. Doğuş Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi “ turnalar yok olmasın” Projesi, Uluslar arası Katılımlı Plastik Sanatlar Sergisine dönüştü.

  Her an yok olan yüzlerce canlının yok oluş serüveni bilim insanlarını korkutuyorken, tabiata gönül vermiş nice insanı da aynı hüzünlere sürüklüyor. Doğuş Üniversitesi “turnalar yok olmasın” projesi için yapılan söyleyişiler bu işe gönül vermiş doğa dernekleri ve onların üyeleriyle birlikte, tabiata ve doğallığa inanan insanların, sanat ve sanatçıların bir araya gelmesiyle güzel, çok renkli ve çok sesli bir sergi çıktı ortaya.

  Turnalar insanın içinde barındırdığı, bütün savaşlara, kötülüklere rağmen terk etmediği sevgiyi, mutluluğu, şansı, güzelliği, bereketi anlatıyor. Dünyanın bütün kültürlerinde çok önemli bir yere sahip turna kuşu, Anadolu Alevileri tarafından da kutsal kabul edilir. Saflığın, temizliğin, dürüstlüğün, sadakatin, sabrın, onurun, özgürlüğün simgesi olarak kabul görür.

  İnsanın olduğu her yerde, kötülükler, yok edişler kendi girdabını oluştursa da, yine insanın tabiatın ve o tabiatta yaşayan canlıların da yardımıyla saflığı, temizliği, sabrı, sevgiyi koruduğu bellidir. Turna kuşu da önemli simge olmanın yanında, bizim dünyamızda bizden çok önce var olan güzel bir kuştur.

 Turnaların dansları, yuva kurmaları, yavrularını büyütmeleri ve sonra, tekrar o muhteşem göç hazırlıklarıyla birlikte tekrar güneye, sıcak ülkelere gidişleri; insandan çok önceye gider. Geçmişe, geçmişten bugüne miras kalan bütün değerlere; canlara ve canlılara saygı, yine iradesi, insaniyeti olan insan tarafından yaşatılacak, insanın hiçlik girdabına düşmesi önlenecektir.

 Sergide oldukça güzel çalışmalar gördüm. Selçuk öğretmen ve mavi gözlü eşi; bir aylık, yaklaşık 300 saatlik çalışmanın bir ömre yayılan üretimleri olan eserlerinin yanındaydılar. Özlemle ve saygıyla hal hatır sorduktan sonra diğer eserleri tek tek gezdik ve irdeledik. Akılda kalacak önemli çalışmalardan bazıları;

 Sanatçı Biles Öcal’ın İsimsiz, tuval üzerine yağlı boya çalışmasıydı. Gökyüzünde uçan iki turna; huzurla dönüyorlar göçebeliğin yollarında. Oldukça yumuşak renklerle ulvi bir gökyüzü ve bütün insan çirkinliklerinden uzak; arınmış iki turna kuşu…

 Sanatçı Mehmet Sabri Haspolatlı’nın Çığlık eseri ise suyun kenarında üç turnanın havaya kaldırdıkları başlarıyla, etrafa yayılan seslerini; aslında çığlıklarını anlatıyor. Hızla yayılan insan, gelişi güzel yapılan yerleşim alanları; turnaların göç yollarını, yaşam alanlarını her geçen gün daraltıyor; işte bu üç turna ve sanatçı bu çığlığı insanlığa yolluyorlar.

 Sanatçı Mustafa Akbay’ın Turna Üçlüsü çalışması da oldukça ilginç ve güzel eserlerden birisi. Üç turna kuşunun düşünceli ve hüzünlü halleri; yaşam alanlarının, yaşam haklarının biz insanlar tarafından yok edildiğinin acı gösterisine dönüşmüş…

  Sanatçı Nazan Hansoy Sezer’in Hayal Kırıklığı çalışması kanvas üzerine yağlı boya. Tek bir turna kuşu doğduğu yere geldiğinde artık o yerin olmadığını görüyor. O sulak, sazlık alan insanlar tarafından yok edilmiş ve bu hayal kırıklığı içindeki turna kuşu, tüm güzelliğiyle insanlara yalvarıyor; “Neredesiniz? Hey insanlık!” der gibi…

  Serginin çok dikkat çeken eserlerinden birisi de sanatçı Selçuk Kızılışık’ın “turnaların dansı” çalışmasıyla ortaya çıkan eseridir. Her çalışma ilgiyle izlendi, irdelendi ama bu çalışma; kâğıt üzerine mürekkepli kalemle çok titiz ve uzun bir emek sonucu doğdu.

 Sanatçının çalışması oldukça evrensel temalar işliyor. Anadolu Aleviliğinin turna sevgisini, semah törenlerini, geçmişi 11 bin yıl öte dayanan Göbeklitepe dünyanın en eski dini yapıların; tapınaklar topluluğunu, orada bulanan bir taş sütün ve taşın üzerinde semah gösterisi yapan semah âyini yapan kadın ve erkekler…

 Dans eden iki turna kuşu; sazlıkların, gölün hemen kenarındalar. Belki yuva kuracaklar, belki göçten yeni döndüler; ama ikisi de dans ediyor. Dans eden turnaların hemen arkasında Göbeklitepeye ait bir taş sütun. Sütunun hemen üzerinde göğe yükselen küçük bir kız çocuğu. Hiroşimo’da atılan atom bombasında hastalanan ve yaklaşık 10 yıl yaşadıktan sonra ölen genç kızın anısına…

 Sanatçı Selçuk Kızılışık dünya ve Anadolu kültürüne geçmiş turna kuşunu, turna kuşunun simgelediği anlatımları, hikâyeleri insanlığa adanmış insan sevgisi ve sanatçı duyarlılığıyla işlemiş, ortaya çıkartmış.

 Gökyüzüne yükselen kız ve onun elinden doğup uçun turna kuşları; Japon inancına göre hasta birisinin kâğıttan bin tane turna kuşu yapınca sağlığına kavuşacağı sanılır. Atom bombası yüzünden hastalanan küçük kız Sadoko’da kâğıttan turnalar yapmaya başlar. Amacı bin tane turna kuşu yapmaktır. Bin tane olunca yakalandığı hastalıktan kurtulacaktır.

 Ama ne yazık ki 25 Ekim 1955 günü 644. turnayı katlarken küçük kız ölür. Arkadaşları geriye kalan 356 turnayı tamamlar ve onunla birlikte gömerler. Turna kuşu o zamandan beri de barışın, nükleer silahsızlanmanın simgesi haline de gelmiştir.

 Biliyorum, ölümlerden ölümlerin beğenildiği; dünyada ve ülkemde turna kuşu, turnalar yok olmasın çağrısı, muhteşem çığlıkların ve kargaşaların arasından çok az duyuldu. Ama esas olan da budur işte; en zor zamanlarda, gürültü ve bilgi kirliliği, eğitim suskunluğu, düşünce esaretleri, tabiat kıyımları yaşandığı zamanlarda bile; bugün turnalar için, yarın kartallar, öbürü gün ise başka bir canlının hayatı, yaşam alanı için; bir avuç ses, kalp; atmaya, seslenmeye ve haykırmaya devam edecek.

 Güven Serin






  











24 Ekim 2013 Perşembe

İNSANA DAİR


GANOSLAR;iç içe geçmiş zamanların,anıların
doğduğu, oyunların,yaşamların bir birine sırnaş tığı
diyarlar.


  İNSANA DAİR 


İnsanı olmayan köyler, öğrencisi kalmayan okullar, ebesi göçmüş sağlık ocakları;cemaati olmadığı halde atanan imamları var olan diyarda yaşıyorum. Suskunluğu içimi yaralayan Haydarpaşa, yüzyılların dingin kültürününü sanata çevirmiş adalar; insan yağmasıyla,insansızlığı çağırır gibi can çekişiyor, adanın huzurlu insancıkları... 

 İster akıl tutulması, ister ay, ister güneş... Bir tutulma lafıdır gidiyor işte; tabiatın bir oyunu, büyük yaratıcının muhteşem tiyatrosu; bir şey var insana dair, eksik bir şey, veya o eksiği tamamlayacak olan büyük kötülüğün korkunç gösterileri...

 Akıl,irade ve emeğin birleşeni olan sanat ve sanatçı gergin ve soluk yüzleriyle mum ışığını taşıyorlar. Semirmiş bedenler ise yağlarıyla, ballarıyla ve 1001 türlü oyunlarıyla gülümsüyorlar; bildik o gülümseme; insana dair olmayan, yarı insan, yarı başka bir şey...

 Ve ben; insanlığın daldan dala tünediği, yemek mekanlarını büyük ibadet alanlarına çevirdiği yerlerin yakınında, martı çığlıklarıyla, bir kıta dan diğerine akan vapurun içinde; ışıklı gölge oyunlarını seyrediyorum; anılara boyun eğmeden; yepyeni anılara zar atarak..

 Güven Serin

23 Ekim 2013 Çarşamba

YAŞ 75 YOLUN YARISI


Kamera; Güven   Çitlembik Ağacı- Antalya

Yine ona koştum;uçurumun kenarında, taş ve toprağın
içine tutunmuş, yüz yıllık öyküsüyle, tanıklıklarıyla 
anlatacağı, hafiften tebessüm ederek, hayatın keyfini
çıkart dostum, demesini duymak amacıyla;
yine ona koştum...

YAŞ 75 YOLUN YARISI

 Kulağa ne kadar çok sıra dışı bir sesleniş geliyor; “ yaş 75 yolun yarısı” Neredeyse bir ömürdür tekrarladığımız Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiiri;

Yaş otuz beş! Yolum yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak, nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

  Ertuğrul Akbay bu güzel şiirin seslenişini yerle bir eden yaşam biçimini, yaşam içindeki pratiklerini paha biçilmez bir esere, yani kitaba dönüştürmüş. 215 sayfalık kitapta yaşamı ve yaşamınızı bir kez daha irdeleyecek siniz; eğer, yaşamın güzel büyüsü, gizemi ve bundan sonraki ömrümüzü önemsemiş sek…

 Tercihlerin hepsine sonsuz saygı gösteriyorum. Gösterilen saygıyı, daha sonra kötürüm bir yalvarış muhtaçlığından kullanmayacaksanız, sevdiklerinize köhne bir insanın sürünen muhtaçlığı içinde yalvarmayacak sanız, yaşam sizin yaşamınız; yolunuz açık olsun, derim…

 Şu an tam tamına 75 yaşında, gençlik yıllarına göre boyunu iki santim de uzatmış gençliğin diriliğinde bir insanın insanlığa armağanı olan kitabın ilk sayfasında şunlar yazıyor;

Benim uzun yıllar…
Deneyimlerim…
Birikimlerim…
Araştırmalarım sonucu…
Modern tıbbın da kabul ettiği;
İnsan sağlığına fiziksel ve ruhsal
Yararı olan bilgilere
Ve
Gazetecilik hayatımda başımdan geçen
İlginç bazı olaylara dayanarak
Yazdığım bir kitaptır.
Bu eserin, tamamen
Kişisel görüşlerimi yansıttığını da
Özellikle belirtmek isterim.

  Yazar, bu harika gezgin neredeyse kendi bedenini, kendi gönüllü seçimiyle onun da söylediği gibi;

“ BEN KOBAYIM!” diyerek, bütün denemelerini Montaigne gibi kendi üzerinde yaptığını anlatıyor.

 Kitabın giriş kısmında şu sözcüklerle karşılaşacaksınız;
Yaşım 75
Ama, inanın!
25-30 yaşlarında bile;
Ne beyin…
Ne adale…
Ne cinsel…
Ne inanç…
Ne de sosyal gücüm bugünkü kadar böylesine güçlü değildi.

 Yazar, kitabının yedinci sayfasında şu seslenişi yapıyor;
Bir insanın gerçek yaşı nedir?
Nüfus kağıdı mıdır, yoksa;
Beyin, adale, cinsel, inanç ve sosyal gücünüz yoksa ne yazar?
Bu 5 gücün de sizde birbirine yakın oranlarda olması gerekir.
Netice olarak;
Bu 5 gücün oranları ne kadar yüksek olursa, siz de o kadar gençsin izdir.
Örneğin bu güçlerden;
Beyin, adale, gücü olup da, diğer güçlerden biri eksikse siz yine yeteri kadar güçlü değilsinizdir.
İşte!
Bu kitapta sözünü ettiğim 5 gücümü nasıl elde ettiğimi ayrıntılarıyla okuyacaksınız…

 Eğer sizde yaşamı ve diğer yaşamları önemsiyorsanız; yaşamın son anına kadar, aksırmadan, tıksırmadan öte, güzel ve onurlu bir beden ile ruh taşımak istiyorsanız Ertuğrul Akbay’ın kitabına bakmanızda çok ama çok önemli faydalar vardır.


 Artık bu sesleniş değişti dostlarım; yaş otuz beş yolun yarısı değildir artık; yaş 75 yolun yarısı; yaşam denen muhteşem cevheri biraz daha iyi tanır, ona inanırsak ve taşıdığımız ruhun bedenine minnet ile saygı gösterip onu önemsersek 90–100 yıl ömür sürmek içten bile değil. Kafkaslarda yaşayıp 129 yaşında çocuk sahibi olan insanların varlığına var oluşunuzu yazar gibi bende dikkatinizi çekiyorum…

  Güven Serin 







22 Ekim 2013 Salı

KAZI ÇALIŞMASI


Kamera; Güven Ganoslar-Tekirdağ

Dalları çatırdata çıtırdata yanıyor ateş. Rüzgar,
toprağı havalandıra havalandıra esiyor. İnsan,
hücrelere dokuna dokuna düşünüyor;var oluşun
insanlık hallerini...

KAZI ÇALIŞMASI

 Çok sevdiğim bir dostum çantasında bir şey ararken; “ kazı çalışmasına başladım” diyerek gülümsememe neden oluyor. Gerçekten de çantalarımız, çekmecelerimiz, dolaplarımız kazı alanları gibidir; aradığımız bir şeyi bulmakta zorlanıp, epey emek harcamamız gerekiyor. Belki de insan denen canlının bitmeyen arayışının küçük denemeleri en yakınımızda bulunan çantalarımız, dolaplarımız-dır; kim bilir?

  Yakın zaman önce gezdiğim tarihi alanlarımız; antik kentlerimiz de yapılan kazı çalışmaları sayesinde bulunmuştur. Arkeolojinin vazgeçilmezidir kazılar. Toprağın altına gömülen yüzyıllar öncesinin uygarlık izleri; bilginin, inanmış olmanın ve geçmişe olan borcumuzun ödenme arzularıyla çıkarlar ortaya.

  Neredeyse 150 yıldır kazılan ve sadece çok küçük bölümü ortaya çıkmış Efes Antik Kenti de, Bergama da, Perge de, İzmir Agora da, Assos da bu inanmışlığın, geçmişe olan saygının, ülke turizmine, dünya tarihine yapacağımız önemli katkıların birleşmesi sonucu doğarlar.

 Efes Antik Kendi yılda 1,5 milyon insanı ağırlıyor. Bu insanların Kuşadası ve Selçuk, İzmir bölgesine yaptıkları ekonomi ve kültürel katkının önemini çok hassas ölçümlerle ortaya çıkarta biliriz. Turizm bir ülkenin gelişmesine en büyük katkıyı yaptığı gün gibi, güneş gibi ortadadır…

 Şehri Tekirdağ'ımız gecelerin yalnızlığını, ticaretin durgunluğunu, esnafın gülmezliğini yaşıyorsa, turizmine vermediği önemin en hakiki bedelini ödüyor olmasındandır. Sadece Tekirdağ şehri değil, birçok şehrimiz bu kaybedişin farkına bile varmadan can çekişme mutluluklarını çelişkilerle birlikte çığlık atarak kutluyorlar.

 İnsan denen canlının da antik kentler gibi kazılıp ortaya çıkartılmaya ihtiyacı vardır. Beynimizin ve hücrelerimizin milyonluk, hatta milyarlık miraslarına evrenin sonsuzluğu kadar sonsuz şeyler gizlidir. Bu gizemleri ortaya çıkartacak en büyük arkeolog insanın kendisidir.

 Nasıl ki toprağın altında çok önemli geçmişe ve yaşanmışlıklara ışık tutacak, bilinmeyenlere cevap olacak uygarlıkları ağır ağır; zahmetli ve heyecan içinde ortaya çıkartmanın müjdesi veriliyorsa, insanın da içindeki, o derin ruhundaki güzellikleri ortaya çıkartmak için büyük emekler, zahmetler, görgü ve öğretiler gereklidir.

 Bir arkeolog inanmışlığı ile kendi kazınızda, kazı alanınıza sokulmanın heyecanını yaşayın lütfen. Kendinizden korkmayın! Tıpkı, arkadaşımın çantasında bir şeyi ararken yaptığı gibi; “şimdi kazı çalışmasına başlıyorum” gülümsemesi ile çalışmalarınıza başlayın. Her sabah olmasa da haftanın birkaç günü şafak vaktini keşfedin. Günün, geceden süzülen tazeliğini, güne başlamış telaşlı kedileri, köpekleri, kargaları, kumruları bakan gözler ile görün…

 Yürüdüğünüz sokakları, sokakların kenarında yaşam mücadelesi veren ağaçları; mevsimlerin önünde gerçekleştirdikleri değişim töreninin izlemenin onurunu kendinize hediye edin. Ve yaşadığımız şehirlerin gürültü kirliliğine, solmuş insan yüzlerine, tekrarlanan ölü günlerin bizi nasıl öldürdüğüne tanıklık edip o esas ürpertiyi yaşayıp, kendi kazı alanınızda belki sadece kendinize; kim bilir belki de insanlığa armağan edeceğiniz eserlerin kazısına başlayın; bir kitabın, bir sinemanın, bir dostla sohbetin, küçük bir kasabaya, kente yapacağınız seyahatin, bir çocuğun, yaşlı bir kimsenin elini tutup, dokunacağınız, öpeceğiniz, kokacağınız kazı alanınıza sevgiliye koşar gibi koşun; tökezlemekten, kirlenmekten, kaybetmekten, üşümekten, yorulmaktan, eleştirilmekten korkmadan; kendi onurlu kazınızda başlayıp, yaşama hediye edilecek eserlerin toprak altından ağır ağır çıkışına tanıklık edin…

 Güven Serin

19 Ekim 2013 Cumartesi

KIRMIZI FULAR ve DİRENİŞ


Kamera; Güven    Ganoslar-Tekirdağ


KIRMIZI FULAR ve DİRENİŞ

  20 Yaşındaki Ayşe Deniz Karacagil, Antalya Gezi Parkı sonrası olaylar nedeniyle boynundaki kırmızı fular “sosyalizmi simgelediği” için cezaevinde. Annesinin isyanı, genç bir insanın gülümseyen kırmızısı, adalet dağıtıcıları öyle bir rahatsız etmişe benziyor ki, Antalya Cezaevinden apar-topar Alanya Cezaevine nakledildi.

  İstanbul’a gelen Fransız düşünür Alain Badiou, Gezi Yeni Türkiye’nin habercisidir, seslenişiyle yepyeni bir dönemin, yıllarca toprağın altında büzülmüş, nem ve güneşi bekleyen tohumların fışkırmasını anlatıyor.

 Bazen çok yakınında olan nadide bir şeyi, olayı, doğacak mucizevî bebeği göremezsiniz. Dışarıdan, biraz uzaktan bakıp o dev eseri görüp anlama becerisini heyecan dolu tanıklığa dönüştürürsünüz. Fransız düşünür de bu mucizevî bebeğe dışarıdan, biraz uzaktan ve iliklerine kadar işlemiş insani duygular ile bakıp tarihe çok önemli notlar düşüyor;

“ İmkânsız birlikteliklere sahne olan Gezi Direnişi evrenseldir. Fransa’da büyük ışık yaydı. Gezi, dünyaya yeni bir Türkiye gösterdi. Ve gelecek bu yeni Türkiye’nin olacaktır. Daha önce imkânsız olan birliktelikleri bir araya getirdi. Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler, zenginler, fakirler, sanatçılar hep oradaydı.

  Gezi, yalnızca siyasi bir ifade değil, yeni bir toplumsal birliğin, yeni bir kolektif öznenin kurulmasıdır. Direnişlerin yıkıcı, negatif olduğu halde, Gezi Direnişi pozitif ve silahlardan uzaktı. Hiçbirisi silaha sarılmadı; akla, mizaha, düşünceye, felsefeye ve sanata sarıldılar…”

 İnsan denen canlının yenilenmesi ve daha ileri gitmesi için ise aklın düşüncesine, direnmesine sarılması gerekir. Hele, üniversite ortamına girmiş bir genç kız veya erkek isen, sorgulamanın dayanılmazlığı, direnmenin onurlu çekiciliği ile buluşursunuz. Çevrenizde, sizi rahatsız eden, vicdan ve aklınıza ters gelen her türlü oluşumun karşısında durup, gelecek zamana; pişecek, olgunlaşacak bir insan çağırısı içinde yol alırsınız.

 Antalya’da yaşayan Ayşe Deniz Karacagil’de bu gençlerden sadece birisi. Haksızlığa, şiddete “hayır” diyerek yürüyenlerden; tazeliğini, düşüncenin daha insan olma iteneğini midenin telaşına, aynanın aldatıcı makyajına kapılmadan yola koyulanlardan sadece birisi…

 Ayşe Deniz, yürüdüğü, direndiği ve düşündüğü için; boynundaki kırmızı fuları “sosyalizmi çağrıştırdığı” için şimdi cezaevinde. Bir üniversite düşünün ki, gençliği direnmiyor, sorgulamıyor ve haksızlığa, adaletsizliğe sahip çıkmıyor; o ülkenin yaşam hakkı, özgürlüğü, ilericiliği ve demokrasisi; aydınlığın yüzüne baka bilir mi?

 Kendi gençliğine, genç güvenlik gençleriyle kıymak isteyen bir iktidarın geleceği, aydınlığın ilerici sahnesine çıkma isteği de tartışılır! Söylemler ile eylemler birbirini tutmuyorsa, tam da düşünme, direnme, eleştirme çağında olan gençliğine tahammül etmiyorsa, bizi biz yapan, esaretten kurtaran, tam manasıyla kendi özümüze doğru ilerleten Cumhuriyet ve onun kurucuları saygı ile hatırlanmak istenmiyorsa; düşünceye, Cumhuriyete, insanlığa adanmış gençliğe hiçbir uyarı kâr etmez…
 Ne tank…
   Ne tüfek…
     Ne hapis…

 Fransız düşünür Alain Badiou geleceği gören bir kâin değil. Sadece aklın, insanın, evrenin gözüyle bakıyor Türkiye’ye. Ve gördükleri; yepyeni bir Türkiye; düşünen, direnen, sorgulayan bir gençlik…

 Bütün renklere saygı gösteren; insanlığı zirveye taşıyan alkışlar, makyajlar ve adaletsizlikler ile değil, dibe vurmuşları, kaybedenleri, acı çekenleri, insan kalmaya çalışıp en altta da yaşam hakkı arayanları destekleyen bir gençlik görüyor.

 Yepyeni bir Türkiye, kentlisiyle, kasabasıyla, zengini ve fakiriyle, ereği ve kadınıyla bir olmuş bir Türkiye; bende bunu görüyorum; Ayşe Denizlerde, Ethem, Mehmet, Abdullah ve daha nicelerinin yaşamlarında ve ölümlerinde; ölümsüz hale gelmelerinde yepyeni bir ülke görüyorum…

 Güven Serin







12 Ekim 2013 Cumartesi

YAŞAM DEĞİŞİMLERE GEBEDİR


Kamera; Güven  Kaleiçi-Antalya


YAŞAM DEĞİŞİMLERE GEBEDİR

  Yaşamın olduğu her yerde değişim de vardır. Siz, istediğiniz kadar direnin; değişimin içten içe yanan korunun ısısını, zamanı geldiğince aleve dönüşecek ateşini engelleyemezsiniz.

  Değişimlerin uygarlığı hak edişleri, ödenen bedellere, insana yapılan yatırımlara uygun bir süreç izler. Örnek aldığımız Avrupa Ülkeleri, dünyaya yön veren İngiltere,Almanya, Rusya, ABD, Fransa, İspanya değişimin kanlı bedenlerini ödeyerek, insan aklının; deneyimlere, geçmişe ve bilime saygı duyup sarılmasıyla yükseldiler.

  70–80 yıl öncesinin Almanya'sı yerle bir edildi. Tükenmiş, bitmiş bir Almanya şimdi söz sahibi olan 10 ülkeden birisi. Acaba bunun gizemi nedir? Üretmeye, çalışmaya ve bilime saygıdır derim.

 Uygarlığın değişim süreçleri, bir başka uygarlıkları yok ederek, sömürerek ve onların üzerlerine çökerek ilerler. Bazı değişimler de, geçmişin en karanlık, en çirkin ve en kanlı görüntüleriyle yüzleşerek daha iyiye geçiş yapar; geçmişini utanmanın, sorgulamanın, insan vicdanının örekesinden geçirip, ipek bir ipe dönüştürür gibi, imbikten geçen şarap gibi yepyeni uygarlığın selamını verir.

  Fransız düşünür Montaigne şöyle sesleniyor; “ Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” Filozofların felsefeye, sorgulamaya ve esas gerçeğe varışları; yine değişimin o muhteşem yolculuğunda; insanın kendi dünyasını tanıyıp, kendi dehlizlerinde hiçbir korku yaşamadan dolaşmasıyla ortaya çıkıyor.

  Goethe’nin bir kitabında şair ile filozof arasında bir diyalog vardır. Filozof Goethe’ye soruyor; “ Daime değişecek sonunda ne bulacaksın? Goethe cevap veriyor; “ Hayatı bulacağım.”

 İşte bu yüzden, hayat değişimlere mecburdur. Evrende duran hiçbir şey yoktur. Kocaman dağlar, muhteşem denizler, okyanuslar sürekli değişir. Her yüzyılda bir bütün dünyanın suları yer değiştirir. Kimi dağlar yükselirken, kimileri çöker. Kimi adalar batarken, kimileri yeninde doğar. Değişim, mevsimler gibidir; baharı, yazı ve kışı vardır. Sevişmeleri, doğumları, yaşamları ve ölümleri vardır…

  Henry Burgson ise değişimi şöyle sıralıyor;

Var olmak değişmektir, değişmek olgunlaşmaktır. Olgunluk ise kişinin kendisini sürekli yeniden yaratabilmesidir. “

 Siz istediğiniz kadar değişime karşı çıkın. Evrenin yasalarını bilmeyişimizin korkunç cehaleti, kendi içinizdeki hücrelerin bile değiştiğine, hızla büzülüp, öldüğüne kulak vermeyişin girdabına kapılıp korku tünelleri içinde yol alın!

 Değişim kaçınılmaz bir sonsuzdur; bizden öncede vardı, bizden sonra da olacak… Evren bu yüzden genişler, yıldızlar bu yüzden söner ve doğar. Kötülük bu yüzden acıları eker, kin ve nefreti destekler; iyiliği mağarasından uyandırmak, ışığa çıkarmak için…

  Güven Serin


  

10 Ekim 2013 Perşembe

GÜNEYE YOLCULUK


Kamera; Güven Kaleiçi Antalya

Yine ve yeniden kayboldum sokaklarında;adres,sorduğum her kişi,
bir başka yere yönlendirdi beni. Döndüm durdum taşın
ahşabın,çiçeğin birbirine sarıldığı dinginliğin baharla
bir olduğu diyarda.


Kamera; Güven Kaleiçi Antalya


Kamera; Güven Kaleiçi Antalya

Bayılmak mı, yoksa ayılmak mı denir buna;
bilemedim...


Kamera; Güven  Kaleiçi Antalya

Buranın vazgeçilmezi Yaseminler; o baştan çıkartıcı şeyler;
gece çökünce mimarinin,mekanların, ruhların üzerine;
onlar salını veriyor tüm cesaretleriyle.


Kamera; Güven   Antalya
Göçleri sevdim ben; baharda yapılan, insanın insanı,
canlının canlıyı kaybedip bulduğu zamanlar.


Kamera, Güven   Antalya


Perge  Antalya

Muhteşem... Bir de fark edilip bir an önce tümüyle insanlığa
sunulsa...


Kamera; Güven   Perge Antalya


Kamera, Güven Antalya

Hem asiler, hem yabanlar, hem doğa aşığı bunlar...


Akdeniz-Antalya

Gök kubbe altında insana armağan edilen bir cennete
gelmişliğin,seçilmişliğin, biraz olsun fark etmişliğin 
selamıyla...



GÜNEYE YOLCULUK

  İlkbaharda Afrika’dan göç eden kuşlar sonbaharda tekrar göç törenleriyle geldikleri yerlere döndüler. Sırasıyla; Leylekler, Kırlangıçlar, Pelikanlar, Sığırcıklar ve diğerleri… Yaşam ile ölümün arasındaki ince çizginin, büyük hatırına, yüz binlerce yıldan bu yana tekrarlanan uçuşların, yürüyüşlerin hikâyeleri gizlidir göçlerde.

 Kendi ruhumda da, ruhumun bedenime yaptığı tesirde de göçün ve döngünün izlerini görüyorum. Her yolculuk, koşulsuzluğun, merakın ve öğretilerin büyüsü ile kendi çağırısını yapar bana.

  Antalya yolculuğum da bu çağrıların yüksek seslerine inanmışlıkla başladı. Aynı anda dört mevsimin yaşandığı ülkemiz, onlarca uygarlığın izleriyle, onlardan geriye kalan muhteşem nesnelerle, dağlarında, vadilerinde, tepelerinde, ormanlarında yeşerttiği renklerle, bin bir çeşit baharatlarıyla bekler bizi.

 Güneye yaptığım yolculuğun koşulsuzluğu, doğallığın, insan eliyle oluşmuş mimarinin birleştiriciliğiyle başladı. Kokuların iç içe karıştığı; yasemin ve hanımeli çiçeklerinin kekik ile çam kokularının tek vücut olduğu yerlerde dolandım.

 Kaleiçi, her zaman kaybolmaktan büyük keyif aldığım, taşın bitmeyen senfonisini söylemeye devam ediyor. Taşların, düzenin ve ahengin Antalya ve ülke turizmine hizmet ettiği yerlere bir kez daha gitmenin, o tanıdık yerlere “merhaba” demenin büyük heyecanını yaşadım.

 Akdeniz, yine o bildik renkleriyle; mavi ve yeşil ile selamlıyor insanı. Kavuşuyor bedenin yavrusuyla kavuşan ananın bedeni gibi; sarmalıyor sizi; tuzun, yosunun buğulu kokularıyla.

 Kaleiçi’nin taş evlerinin zarif bahçeleri nar ağaçlarıyla, çamlarla süslenmiş. Hanımeller, yaseminlerle gizemden gizeme akıp duruyor. En heyecanlı yaşananlardan birisi de, tabiat aşığı olan Asi Yaban Keçileri gurubuyla yapmış olduğum gezinin doyumsuz tatları oldu.

 Asi Yaban Keçileri topluluğu tabiata gönül vermiş, insan denen canlının huzurunu tabiat ile mayalamış canlılardan oluşuyor. Yürümekten, düşünmekten, konuşmaktan, gülmekten korkmayan insanlarla birlikte yol aldım; patikalardan, yollardan, tepelerden… Onların gözüyle, yaban keçilerinin asi, faydaya, sevgiye yönelmiş bakışlarıyla izledim, kokladım ve dokundum; güneyin güneşiyle kutsanmış her yerine.

  Orhan Beyi, Turhan Beyi, Ali Beyi, Gülsen Hanımı, Asude Hanımı ve sarmasından yediğim, sularından içtiğim, sohbetlerinden faydalandığım güzel insanları,  kros yapan bıyıklı arkadaşı, Bekçi Murtaza disipliniyle araç kullanan şoför Ramazanı; beni içlerine kabul eden Asi Yaban Keçilerini minnet ile selamlamanın coşkusunu yaşadım.

 Güneye yapmış olduğum yolculuk, yaratıcının yaratılmışlığa armağan ettiği en güzel eylem ile hareketin özüyle gerçekleşti. Durağanlığı yıkan, bataklığı kurutan, cehaleti öldüren en güzel şey; öğrenimlerin öğretilerine koşmaktır. Göç, görmenin ve bakmanın, hareket edip ulaşmanın çağrısıyla yapıldığında içinizdeki ölümlü bedenin, ölümsüz aşkı ve o ebedi sevda başlar

 Güneyin güzel şehri Antalya; tarih ve doğanın en bonkör sunumlarıyla insanlığa armağan edilmiş nadide yerlerimizden sadece birisi. Şehir, parkların krallığına dönüşmüş. Ala bildiğince park; çamların, zakkumların, ılgın ağaçlarının, palmiyelerin orman kokularıyla Akdeniz’in hemen kıyısında uzanıyor. Deniz ve denizin bittiği yerdeki kayalar, milyonluk kavuşumlarla adeta rahatlama yataklarına, dinlence kaplıcalarına dönüşmüş.

  Yürüyüş sporuna, bisiklet sürmeye, yüzmeye, kuşa, böceğe sevgiye, sevgiliye kucak açmış bu şehrin bağrına, parklarına, ormanlarına, dağlarına, denizine, tarihine biraz daha yakın olmak, insanlığa biraz daha yakın olmamı sağlarken; İnsanlığın doğal salınışlarını yaşarken, yaşamın doğal ama üzücü ölümlerini duydum. Tuncel Kurtiz ve Turgut Özakman, sonbahar da; bir göç mevsiminde göç etmişler…

  Ne derdi Tuncel Usta;

 “Sömürü, işgal varsa; YA İSTİKLAL, ya ÖLÜM diyen de vardır.”

 Güven Serin

 










8 Ekim 2013 Salı

MADALYON


Kamera; Güven   Antalya

MADALYON

  Madalyonun iki yüzü olduğunu herkes bilir. İnsanın kaç yüzü olduğunu kimse bilemez. Tıpkı üçkağıtçılık üç yüz çeşidi olduğu gibi; insanın da çeşitli yüzleri, hatta maskeleri vardır.

  İnsanlara sadece kendi açımızdan, kendi haklarımız tarafından baktığımızda söyleyeceğimiz sözler veya göstereceğimiz tepkiler aşağı yukarı hep aynıdır; “ manyağın teki, hain, zampara, namusuz, gaddar, yalancı, nazik, zarif, güzel, iyi, kötü vs.”

  Özellikle ülkemizde insanların davranışları karşısına uğradığımız haksızlıkların cezasını kendimiz vermek isteriz. Hiçbir şey yapamasak bile arkasından lanetli söylemler, küfürler hak getire mantığı ile ardı ardına sıralanır.

 Bizim açımızdan madalyonun bir yüzü bellidir. Faydaya dönük insan ilişkilerinde teşekkürü, saygıyı ve bolca iltifatı esirgemezken, azcık işler bozulunca faydasızlığın büyük haykırışını yapmayı da borç biliyoruz.

 Madalyonun diğer yüzü için, bilim insanlarından, bilimden yararlanırsak ortaya çıkan büyük gerçekler karşısında vicdanı, iradesi olan insansak; şaşkına döneriz.

  Bilim insanlarına göre insanları kandırma konusunda kimse sosyopatın eline su dökemez. Yani, oldukça zeki; kimsenin inanamayacağı yalanları, allayıp, pullayarak yutturmakta özel beceriye sahipmişler. Sosyopatin etki alanına girmemek, oyuna gelmemek için anında teşhis etmek yaşamımız için çok önemli.

  CBT Eylül sayısında Harvard Üniversitesi’nden psikolog Dr. Martha Stout, “Yanı Başımızdaki Sosyopat” isimli kitabından örnekler ile madalyonun diğer yüzünü; hasta tarafını tanımak, siz değerli okuyucular için çok önemli bir fırsattır.

 Dr. Stout’a göre sosyopatı ele veren 10 işaret;

1-     Genellikle karizmatikler; çevrelerinde çoğunlukla bir hayran kitlesi vardır. Cinsel açıdan oldukça ilgi çekici oldukları söylenebilir.
2-     Sosyopatlar kararlarında ve davranışlarında spontandırlar; planlı, programlı yaşadıkları söylenemez. Sıradan insanlardan farklı olarak tuhaf karşılanacak davranışlarda bulunurlar. Normal sosyal ilişkileri kopuktur. Tehlikeli ve mantıksız eylemlerde bulunmaktan çekinmezler.
3-     Utanma, suçluluk veya pişmanlık duymazlar. Aslında beyinlerinde bu duyguları işleyecek bir merkez yoktur; varsa bile bozuktur. Dolayısıyla en ufak bir vicdan azabı duymazlar. Kendi çıkarları için başkalarına zarar vermekten çekinmezler. BAŞARILI bir sosyapatın ülkede önemli bir yere yükselmesi bu yüzdendir.
4-     Deneyimleri ile ilgili beklenmedik yalanlar icat etmekte çok ustadırlar. Olayları o kadar abartırlar ki bir noktadan sonra saçmalamaları kaçınılamaz hale gelir.
5-     İnsanlara hükmetmeye bayılırlar. Bedeli ne olursa olsun her tartışmada ve kavgada kazanan taraf olmak isterler.
6-     Çoğu zekidir, ancak zekâlarını diğer insanları kandırmak için kullanırlar. Yüksek IQ’lu olanlar toplum için gerçek bir tehdit unsurudur. Bu nedenle yasalara yakalanmadan çoğu cinayet işleyen seri katiller sosyopattır.
7-     Sevme ve âşık olma yeteneğinden yoksundurlar. Gerçek yaşamda kimseyi sevmezler. İstediklerini elde etmek için sevmiş gibi görünürler.
8-     Şiirsel bir dilleri vardır. Sözcükleri çok ustaca kullanırlar. İnsanları konuşmalarıyla kendilerine hayran bırakacak kadar iyi hatiptirler.
9-     Hiçbir zaman özür dilemezler. Yanlışlık yaptıklarına inanmazlar. Suçluluk hissi duymazlar. Hatalı olduklarını kanıtlansa bile saldırılarına devam ederler.
10- Derin bir hayal âleminde yaşarlar. Bütün bu özellikleri nedeniyle bir sosyopatla mantık çerçevesinde tartışılamaz. Tartışmaya girmek yalnızca zaman kaybına neden olur.

   Madalyonun diğer yüzüne, bilimin, bilginin, öğretilerin desteğini alarak bakmak; bizi daha fazla insanlaştıracak, vicdanımızı, irademizi desteklediği gibi yaşamsal huzurumuz içinde oldukça önemlidir.

  Ülkemizdeki bilim insanları da haykırıyor; toplumumuzun çoğunluğu hasta diye. Şimdi, hastalıkları anlama zamanı! O zaman, çevremizle, kaybettiğimiz zaman, maneviyatımız ve maddiyatımız ile daha planı, huzurlu ve dingi yaşamak istiyorsak; madalyonun sadece bir yüzüne değil, diğerine de bakmalı…

Güven Serin  

  

5 Ekim 2013 Cumartesi

BUNLAR HEP AYRINTI

Kamera; Güven   Perge-Antalya


BUNLAR HEP AYRINTI

İnsanın yolculuğu zordur; akıl ve duyguların, insana yerleşmiş gelenek, göreneklerin ve dayatılan yüzlerce korkunun içinden sıyrılıp kendi patikasına girmek çok özel beceri ve kararlılık ister.

 Gelişmekte olan bir ülkede yaşıyorsanız, doğu ile batı arasında sıkışmış; ağa, düşen balık gibi çırpınıyorsanız; İŞİNİZ DAHA DA ZORDUR. Bindiğiniz gemi doğuya gidiyordur; siz hızla batıya koşarsınız; büyük bir hayal kırıklığına dönüşecek koşunun kâbus dolu terlerini akıtırsınız.

  Kurtuluş, ne doğuda, ne de batıdadır. İnsanın kendi iradesiyle seçeceği, beden ve ruhuna düşecek bilgileri, görgüleri içsel fabrikasında işleyip, yaşam hakkı olan kültüre dönüştüreceği mucizevî şeydedir kurtuluş.

 Michelangelo’ya bir dostu ziyarete geldiğinde, heykellerinden birisini bitirmez üzeredir. Aynı dostu, bir süre sonra yine ziyarete geldiğinde, heykelde farklılık göremiyor ve sanatçıya tembellik ettiğini söylüyor.

  Michelangelo karşı koyuyor; “ Şu bölümü geliştirdim, şurasını incelttim, gülüşü tatlılaştırdım, kasları daha iyi belirttim, dudaklara etki gücü verdim…” Dostu; “ Güzel ama bunlar hep ayrıntı! Deyince sanatçı özetliyor;

Olsun! Düşünceme göre ayrıntılar mükemmelliği tamamlar ama mükemmellik ayrıntı değildir.

 Mükemmelliğin ortaya çıkardığı şaheserlerin doğum yolculuğu, ayrıntıları çok iyi hesaplamadan ve onlara akacak emeğin, yüksek ilahi gücün var oluşundan kaynaklanır. Kabalık, cehalet ve argo; hiçbir zaman mükemmelliğe ulaşamayacağı gibi, bir şaheser de ortaya çıkartamaz.

 Hepimizin çevresinde ayrıntılarla uğraşan, ayrıntıları dokuyan insanlar vardır. Az da olsa vardır! Bu insanlar, iyi bir heykeltıraş, ressam, şair, yazar olmasalar bile, insan denen canlının o büyük yolculuğunun zarif ruhlarına, insan sevgisiyle dolmuş zengin bir bedene sahiptirler.

 Ne hazindir ki, böyle insanlar geri kalmış, az gelişmiş toplumlarda ayrıntılar içinde boğulmaya zorlanırlar; ayrıntıların ne büyük bir şaheseri-şaheserleri içinde taşıdığını bilmeden öldürürler; çünkü kendileri her gün ölümün kabalıkları, hoyratlıklarıyla şekillenip birbirini yok etmenin zaferlerini kutsarlar.

  Yaşam yolculuğunda milyonlarca seçeneğin yolcusu olmak adına, kendi ayrıntılarınıza büyük bir kararlılıkla tutunuruz! Sizi koruyacak kalkanlar, iradenizde, öğretilerde, deneyimlerde ve bunlara yer verdiğiniz, uygulamaya koyduğunuz bedeninizde gizlidir. Kendi sığınağınızı kendiniz yapınız; şatolardan, köşklerden çok daha güzel ve değerli bir sığınak…

  Oscar Wilde küçük keyifleri şu şekilde açıklar;

“ Küçük keyiflere bayılırım ben. Karmaşık ruhların son sığınağıdır onlar.”

Güven Serin