Kamera; Güven Ali Paşa Han
Genco Erkal ve Tülay Günal
YAŞAMAYA DAİR
Dostlar Tiyatrosunun
kapatılan tiyatro binası nedeniyle taşındıkları yeni yerlerine; Ali Paşa Hana
gittim. Dostlar Tiyatrosunun sığınağı olan bu yer, tam bir viran görüntü
içindeydi. Yeri görmek, biletimi almak için iki saat erken gelmiştim. Günün
geceye ilerlemesi gibi, akşam vaktinin hüznü ile baktım viran yapıya. Ve o
bakış içinde verilen hükümlerin, koşullanmaların nasıl yok olacağını iki saat
sonra gördüm.
Viran yapı dedim ya;
Dostlar Tiyatrosu’nun sarıldığı o güzel sözcük var ya; Yaşamaya Dair; işte bu
viranlıkta, bu külleri kalmış binada; yine bir yaşam; hatta yaşamlar
fışkırıyor. Her taraftan; doğudan, batıdan, Asya’dan, Avrupa’dan gelen
insanlar; kendi renk ve ahenkleriyle heyecan içindeki yüzleriyle toplanmaya
başladılar.
Yaşamaya Dair
müzikli gösterinin en önemli iki oyuncusu var. Genco Erkal ve Tülay Günal.
Tülay Günal da erken gelmişti eski yüzlü, sıvaları dökülmüş hanın yanına.
Yüzündeki büyük hüzünle telefon konuşması yapıyordu. Sanatçının yüzü, sanki
bütün kadınların acısın üstlenmişliğin yüzyıllık yorgunluğunu anlatıyor
gibiydi.
Saatler 21,00’ı
gösterirken kural gereği olmayan perde açıldı. Her şey yanı başımızda; seyirci
ile iç içe küçük hanın havlusu ve locaları; taş ve viranlığı sanatlarıyla
yoğurmaya başlayan iki ustanın, iki muhteşem insanın sesiyle yeşermeye,
aydınlanmaya başladı.
Yaşamaya Dair, Nazım
Hikmet’in Bursa Cezaevi’nden yazdığı mektupları, müzikal bir dille, şiirin,
felsefenin, insan sesinin yardımıyla anlattılar.
Seyirci topluluğu
küçüktü küçük olmasına; 160–170 can vardı yanı başlarımda. 170 can, nefesini
tutmuş, soluğunu en duyulmaz hale getirmiş; kimi Nazım’ı, kimi Piraye’yi
anlamaya çalışıyor…
Oyun başlamadan
önceki o solgun, o bitkin, o çaresiz kadın Tülay Günal gitmiş; yerine sesin, nefesin
ve duruşun tanrıçası gelmişti. Sanki Athena Tapınağından, İda’dan, Olympos’tan
sesleniyordu; şiirin, şarkının, Nazım’ın sesi…
Bazen Bursa
cezaevi’nde Nazım ile birlikte, nem ve soğuğun bedenimizin kemiklerini
sızlatışını hissettim… Bazen, Karlı Kayın Ormanı türküsünü söyledik;
Karlı kayın ormanında
Yürüyorum geceleyin
Efkarlıyım efkarlı
Elini ver, nerde elin.
Ayışığı renginde kar
Keçe çizmelerim ağır
İçimde çalınan ıslık
Beni nereye çağırır
Esareti yaşarken
hürriyeti, sevgiyi yeşertip inadına bir gün daha fazla yaşama bağlı olmayı
beceren çok az insan vardır. Bu az insanlardan birisi de Nazım’dır. Sözlerin,
özleme, aşka, yaşama tutunma sanatına dönüştüğü şiirleri şarkılara dönüşmüştür;
nice insanın yarım kalan ve hiç yaşanmamış hikâyelerini anlatırlar…
Subaşında durmuşuz
Çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor
Çınarla benim
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınarla bana.
Subaşında durmuşuz
Çınarla ben, bir de kedi
Suda suretimiz çıkıyor
Çınarla benim, bir de kedinin
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınarla bana, bir de kediye
Çınarı, suyu,
güneşi, kediyi bu kadar güzel anlatan sözcükler ve onları üreten insana 13 yıl
hapis cezası verilmiştir. Yurtdışına kaçmasaydı muhtemelen canından da
olacaktı, Sabahattin Ali gibi…
Ali Paşa Han,
Yaşamaya Dair müzikal oyunuyla sezon finali yaparken; viran taş mekânın,
sanatın büyüsüyle nasıl canlandığı, nasıl bir kostüm giyip, bizi kendine
bağladığını yaşamımın en güzel anısı olarak saklayacağım.
Taşın sanat ile
sanatçıyla buluştuğu yerin arka planında iki müzisyen de ustalara yakışır
emeklerini ortaya koydular. Piyano da Yiğit Özatalay, Viyolonselde ise Deniz
Doğangün vardı. Nazım’ın şarkıya dönüşmüş şiirleri onlarsız olmazdı. Ve bir
mekân; bir hapishane Ali Paşa Handan daha başka mekânda bu kadar iyi anlatılamaz,
oynanamazdı.
Yitik zamanların, yok
edilmek istenen insanların; şiir, müzik, şarkı ile nasıl bir sonsuzluk içinde
var olacaklarının büyük gösterisiydi bu gösteri…
Velhasıl dostlarım
bu taş, bu viran mekânda Nazım hiç susmadı;
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında
Yitik zamanların,yok edilmek istenen insanları...
YanıtlaSilOluşturulan 'korku hükümeti',
sindirme ve cahil insanlara özgü 'ezme politikası' ile,
hakkaniyetten uzak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Uyguladıkları şey şiddet,darp,kaba kuvvet. Çünkü başka sermayeleri yok.
Cehaletin verdiği büyük eksikliği, örtecek başka değerleri olmadığı için, savaşabilecek edinimleri yok. Sokma akıllarla yıllardır zafer kazanmış gürünüyorlar. Ancak sokma akıl kapının ardına kadar geçerli olur. Kuklayı oynatanların,
oyun hevesi bitip amaca ulaştıklarında, kuklayı ya çöpe, ya da sobaya attıklarını hatırlamıyorlar mı? Yoksa sufle edilen rolleri, suflör vazgeçtiğinde(olur ya başka oyuncuyla çalışmaya karar verir)
ne olacak? Beyin rezervleri bomboş olan oyuncular o zaman ne olacak?
ABD'de hayatı kolaylaştırmak için,
bir sefer yemek yedikten sonra çöpe atılan tabaklar kullanılır.
Çünkü o tabağın temizlenmesi için gerekli deterjan, su ve elektrik maliyeti hesaplanır.
Pırıl pırıl filizleri,
en değerli üniversitelerde yetişen fidanları yok etmekle, kendindeki cehalet ve korku yenilebilir mi?
Psikolojide 'tam yansıma' diye bir şey vardır. Kişinin kendinde var olanı, karşısındakinde görmesi...
Korkuyorlar, o yüzden de korkutup yıldırmaya, yok etmeye çalışıyorlar.
Fakat Nazım Usta, (çakma usta değil BÜYÜK USTA) rahat uyusun!
Atatürk'e layık, öyle bir gençlik geliyor ki...
(epey uzun oldu, affınıza...)
YanıtlaSilNe diyeyim; ilk önce teşekkür ediyorum ve sonra insan denen canlının beslenme ritüeline yaptığınız katkı adına büyük minnet ile...
YanıtlaSilİyi Bayramlar:-)
Esenlikler Destiny...
YanıtlaSil