Kamera; Güven Sabancı Müzesi
BİZ ÜÇ KİŞİYDİK
Süleyman Paşa
İlköğretim Okulunun beton bahçesinde üç kız dolaşıyordu. Doğa Irmak ise yeni
öğrendiği bisiklet sürme işini daha iyi pekiştirmek için dolanıp duruyordu.
Akşamın ilerleyen saatleriydi; gün, ağırdan ağıra geceye ilerliyordu. Erkek
çocuklarının çılgın top serüveni bitmiş, bizim gibi bir parça huzur bulmaya
gelenler o saate denk gelmişlerdi.
Körlüğün, ön yargının
ve çekincelerin körlüğü ile üç kızın yüzlerine, yüzlerindeki çocuk pırıltıya bile
bakmadım. Artık, kendimiz için, sadece kendi çocuklarımız için yaşayan
insanlara dönüştüğümüzün en hakiki gerçeği karşısında utandım, büzüldüm,
ezildim…
Üç kız, şairin tam da
hisleriyle, içtenliği ve yoğun duygularıyla söz ettiği gibiydiler;
Biz üç kişiydik;
Bedirhan, Nazlıcan ve ben.
Üç ağız… Üç deli yürek… Üç deli fişek!
Adımız bela diye yazılmıştı dağlara, taşlara.
Boynumuzda ağır vebal
Üç kız, şairinin
dağlarındaki üç kişi gibi, silahlarını alıp dağlara çıkmamışlardı ama onlar da
özelikle kız çocuklarına uygulanan gururlu ve galip erkek ilişkilerinden
bıkmışlar, gururlu erkeklere karşı daha küçük yaşta, erkek gibi güçlü, kuvvetli
durmanın gösterişi içinde, erkek çocukları gibi koşuyorlar oradan oraya.
Şair, Nazlıcan,
Bedirhan ile üç kişiydiler; üç dost, üç inanmış can… Süleyman Paşa İlköğretim
Okulunda oynayan üç kız; Sude, Mürvet ve Şevval. Bu üç kız, erkek çocuklarından
boşalan okulun taş havlusunda kendi huzurlu özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Ama
birazdan gece çökecek ve anneler korku ile seslenecek; Sude, Mürvet, Şevval
diye…
Doğa Irmak üç kızın
yakınından, yanı başlarından süzülüyor bisikletiyle. Üç kız, o zaman
oynadıkları topu bir kenara bırakıp Doğa Irmağı takip etmeye, ona yaklaşmaya
başladılar. O ana kadar o üç kız; şairin dağlarındaki üç kişi gibiydiler;
uzaktılar, yüzleri yoktu, elimdeki derginin içine dalmış insan bedenime. Ve
bende göz ucuyla, Doğa Irmağa zarar verirler mi diye onları takibe aldım.
Niyetlerini
sezebiliyorum; Doğa Irmağın yeni, gösterişli bisikletine özenmişlerdi. Ve
sırasıyla binmek istiyorlardı. Hatta bana kadar gelen seslerde, kimin önce
bineceğine bile karar vermişlerdi.
Doğa Irmak taş
okulun bahçesinde onunla yakınlık kurmak isteyen üç kızın isteğine nezaketle
karşı duruyordu. Zorla edinilen malın, can yongası gibi canını vermek
istemiyordu. Sonunda üç kız, daha büyükleri olan Sude’nin öncülüğünde benim
yanıma koşarak geldiler. Seslendiler bana;
“Ağabey, bisiklete
bine bilir miyiz?” diye. Sesler, üst üste binmiş sevgi dolu çocuk sesleriydi.
Benim çocukluğumun, benim bisiklet arkasında kan ter içinde koşup, bir tur için
ricada bulunduğumun arkadaş seslenişleriydi.
Doğa Irmak da
yanımıza geldi. Çocukların sesiyle onların yüzüne baktım. Hepsi, anne, nine
nezaketiyle, zarifliğiyle, bebek güzelliğiyle bakıyorlardı. Tıpkı darağacına
giden üç fidan;
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi, yüzlerine riya
yoktu. Hakikat için, çocuk duygularını yaşatmak için ricada bulundular.
Ben de o an, kendi
kızım için korktuğum kızların yüzüyle eridim. Üç fidanın, üç kişinin darağacına
giderken, insanlığın, vicdanların eridiği gibi…
Üç kızdan Şevval olan
sekiz yaşlarındaydı. Ailesi ile Sinop’tan ablasının okulu için gelmişler. Okula
yakın oturuyorlar. Sude on yaşlarında. Kardeşi Mürvet ise yedi yaşlarında
olmalıydı.
Doğa Irmak benim
ricam üzerine; “ ancak birisine izin verebilirim” diyerek en küçükleri olan
Mürvet’i gösterdi. Mürvet seçilmiş olmanın çocuksu gülümsemesiyle çekinerek
bindi bisiklete. Ve o an, orada bulunan Sude, Şevval ile konuştuk.
Çekinerek, korkarak,
kötüleyerek baktığımız her çocuk aynı zamanda bizim çekindiğimiz, kadar,
korktuğumuz kadar suçlu olduğumuzun da gerçeğidir. Okulları en iyi kalite, en
iyi araçla donatmanın peşinde koşa duralım, çocuk oyunlarının yeşilliklerin,
ağaçların, çiçeklerin, çimenlerin azaldığı her yer, korumasız her mekân; biz
büyüklere geri dönecek kötülük, kabalık, hoyratlık demek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder