Kamera; Güven Selçuk Müzesi
Realizm öldü yaşasın romantizm...
REALİZM ÖLDÜ, YAŞASIN ROMANTİZM
Haberciliğimiz ülke
gerçekleriyle birleşince her akşam muhteşem katliamları televizyonlardan
izliyoruz. Gün içinde gazetelerden, internetten izlediğimiz yetmiyor gibi gün
sonunda muhteşem karalığın hatırına içimiz kararıyor. Elbette yüreğimize kızgın
kora dönüşmüş bedenimize pembenin huzur verici damlalarını dökmek de insanlık
borcumuz.
Yakın zaman önce
sevgili ustamız Zeki Varan katılmış olduğumuz 30 Ağustos katılmış olduğumuz
programda kulağıma yaklaşarak;
“ Sevgili kardeşim senin yazılarını beğeniyorum, takip de
ediyorum ama! “ Bilirsiniz bütün beğenme, takdir etme güzelliklerinden sonra
bir de “ama” şu soylu ama çok şeyi anlatmak ister bize. Bazen anlatmadan kalır,
siz anlamaya çalışırsızın o değerli “ama” nın ne anlatmak istediğini.
Zeki Varan
ağabeyimizden çok önceleri de aynı nazik hatırlatmayı yapan dostlarım oldu.
Seslenişleri şöyleydi;
“ Güvenciğim iyi hoş
yazıyorsun ama biraz daha farklı yazsan nasıl olur?”
Nasıl bir fark yani?
“Daha kısa, daha magazinsel veya daha tozpembe”
Beyaza biraz kırmızı döküp pembeye mi dönüştürelim yani?
“Evet, aynen öyle! Bu kadar ciddi bu kadar felsefe olmaz ki
canım! Değerli halkımızın canını mı çıkaracaksın yani? “
Zaman dediğimiz şey
akıp giderken ülkemin acı ve soylu gerçekleri de akıp gidiyor. Aslında
kırmızıya dönüşmüş haberler, siyaha dönüşmüş ağıtlar ne kadar çok görünse de
cümbür cemaat eğlenceler de devam ediyor. Siz istediğiniz kadar kederlere
bürünün, istediğiniz kadar ağıtlar yakın; kendi eğlencesini her devirde,
siyahlık, kırmızılık içinde yaratanlar olacaktır. Kimileri bilerek dalarlar
eğlencenin içine, kimileri ise modadır diye. Kimileri ise zaten eğlence için,
eğlenmek için vardırlar.
Ustamız Zeki
ağabeyimiz kulağıma eğilip yazılarımı beğendiğini söylediğinde ve “ama”
hatırlatmasını yaptığında ben de karar verip şöyle söyledim;
“Bundan sonra realizme son, yaşasın romantizm!” Gülüşmelerle
kararı onaylayıp kadehleri havaya kaldırdık. Gördüm ki bazen değişmemenin
savunucusu değil değişimin da içinde olmalı insan. Kadehler havaya kalkarken
günün de ağır ağır solduğunu, geceye geçiş yaptığını gördüm. Gün soluyordu ama
muhteşem bir müzik topluluğu insanı insanlığın var oluş sebebi hatırına
eğlenceye davet ediyordu. Davullar, gitar, viyola ve keman eşleğinde harika bir
müzik ziyafeti günle birlikte geceye geçtiler.
Eğlenceyi
bilmeyenler, eğlenmenin insana yaptığı etkiyi düşünmeye, kalkınmaya, üretmeye
çeviremeyenler bin yıl yaşasalar da büyük yetmezlikler içinde kıvranmaya devam
edecekler. Bellidir…
İnsan eğlenirken de
ağıtlar yakabilir. Eğlenirken de üretimi, sanatı, bilimi düşüne bilir. Ciddiyet
görüntüleri içinde karalar bağlayarak, büyük kinler, öfkeler üreterek muhteşem
kopuşları, dağılmaları ve kaybedişleri yaşamak zorunda kalırız.
Elimde büyük bir
imkân olsa şu an içeride yatmakta olan; yani hapishanelerde bulunan 130 bin
kişi ile günlerce, aylarca konuşup onların ruhlarından, kapana kıstırılmış
bedenlerinden süzülen ölümsüzlük iksirine dönüşen güzel damlaları bir kapta
toplamak isterdim. Acaba ortaya nasıl bir sonuç çıkardı?
Ne hazindir ki ne
eğlencelerimizin keyfine vara biliyoruz, ne de ciddiyet içinde yüzlerimizi asıp
büyük öfkeler ürettikten sonra büyük kayıplar yaşamamızın. Bunları inceleyen
bilim dalları var elbet ama bu muhteşem konulara-konuklara ayrılacak zamanı ve
maddi desteği kim sağlayacak.
Hükümetimiz mi? Onların işi öyle çok ki, eğitim ve cami
işleriyle öyle meşguller ki ilime, bilime, sanata, felsefeye ayrılacak
zamanları kalmıyor. İnşallah bir başka yüzyıla!
Güya realizmi
bırakıp romantizme geçecektim! Olacak iş değil! Tamam, şimdi dostlarımın nazik
uyarılarını dinleyerek gönüllü bir şekilde romantizme geçiyorum. Önce
beyazlığın üzerine kırmızıyı döküyorum. Ortaya çıkan pembe rengin önünde
eğilirken buz gibi biramı yudumluyorum.
Elbette müzik! Ama
önce bütün ışıkları kapatıyorum. Yalnız mumları yakacağım. Mumların bir
özelliği var; kokulu oluşları. Mumlardan yayılan kokular, yasemin çiçeklerinin
kokuları. Sonra tabiata bana katılması için çağrıda bulunuyorum. Hafif bir
esinti, yelden biraz daha düşük; tıpkı beyazın üzerine kırmızı dökmek gibi…
Sonra, elbet müzik; Paul Mc Cartney’i davet ediyorum. Hafiften çalan gitarlar,
kemana çok nazik bir şekilde dokunan bir el ve davula esinti gibi hafiften
dokunan müzisyenlerin eşliğinde Paul Mc Cartney söylemeye başlıyor;
My Valentine-Benim Aşkım
Yağmur yağsaydı?
Umurumuzda olmazdı
Derdi ki yakında bir gün
Güneş parlayacak
Ve haklıydı
Benim sevdiğim
Benim aşkım
İnsan bir mucizenin
adıdır. Ne yapmak istiyor, neye karar verdiyse ilk önce kendini, kendi ruhunu
inandırıp ikna etmeli. Gerisi muhteşem bir bilinmezlik içindeyken, korkular ve
çekinceler taşıyorken dönüşüm başlar; insanın inandığı ve bu inançla fayda,
sevgi adına ürettiği her şey; kendi kalıcılığını dünyamızın evrendeki yolculuğu
gibi, yol alarak tamamlayacaktır.
"İnsan eğlenirken de ağıtlar yakabilir. Eğlenirken de üretimi, sanatı, bilimi düşünebilir. "
YanıtlaSilOkuduğum "Yazı'nın" özü bu diye düşündüm ilk önce.. Sonra,
" İnsan bir mucizenin adıdır. Ne yapmak istiyor, neye karar verdiyse ilk önce kendini, kendi ruhunu inandırıp ikna etmeli. Gerisi muhteşem bir bilinmezlik " satırlarına geldiğimde, tekrar başa geçtim ve yeniden okudum..
Yazılarını okumayı seviyorum sevgili Güven.. Hâlâ öğrenmeye, tanımaya, anlamaya AÇ olan beynimi doyuruyor.. Teşekkür ederim.
YanıtlaSilÖğrenmeye aç bedenler öğretmeyi de severler ve bilirler; açlığı mide'den öte bilenlerin önünde eğiliyorum.