Sayfalar

31 Ekim 2011 Pazartesi

GİTMESEK DE GÖRMESEK DE

Kamera; Güven 
Büyük meydan, büyük kalabalıkların sevgisi ile
dolarsa güzel. Bu suskunluk, bu korku...
Yokolan bir şey yok; yokettiğimiz değerler var;
sadece günü gün etme telaşında olan bedenlerimizin
uyuşuk ve sancılı çıkarlarına kuçak açtığımız için...

Kamera; Güven-Anıtkabir girişi
Asker içeriden çıkarken, siviller; yani halkı
içeri alınacağı merhameti saati bekliyor.
Sahip çıkılan ve yaşatılan her şey güzel;
ve hiçbir şey yok olmaz bu dünyada; ne toprak,
ne orman, ne dağ, ne Cumhuruyet, ne kulluk,
ne hilebazlık, ne de krallık; sadece yer değiştirir;
aheste aheste yer değiştirir; hak edenler ile
hak etmeyenler arasında gidip gelir; dünyanın
muhteşem dönüşü gibi başdöndürcü bir
zaman süreci içinde.


Kamera; Güven   Etnografya Müzesi-Ankara
Mimari,mühendislik ve sanatın buluştuğu yer;
burası her yönüyle insanı mutlu etmek için var.


Kamera; Güven  Resim ve Heykel Müzesi-Ankara
Aynı bahçede iki müze; bir gün ve biraz yürüme
sayesinde geçmişin sanat dolu yüzü ve harcanan
düşündürücü emekleri ile yüzyüze gelip, o temiz
yüzünüzü ve kalbinizi yıkayabilirsiniz bu yerde.


Kamera; Güven Etnografya Müzesi
Onun en güzel silahı akıl; ve şimdi o akıldan
geri kalan milyonlarca tohum; kimi capcanlı
yağmurlu mevsimleri beklerken, kimi bir
kaktüs gibi sabahın küçük çiğ damlacığı
ile hayat buluyor. Kimileri ise, büzülen
tohumlar gibi toprağın altına büzülüp
gelecek yeşerme zamanını o doğal
dengeyi bekliyor.


Kamera; Güven Etnografya Müzesi
Kahve Kültürü


Kamera; Güven Etnografya Müzesi -Ankara
Yeni öğrendim arkadaşlar; kahvenin ilk
tiryakileri keçilermiş. Kahve içerken sevgili
keçilerimize de şükranlarımızı iletmemiz
gerekir diye düşünüyorum.
Güney Habeşistan'da Hıristiyan Manastırlarında
yaşayan keşişler besledikleri keçilerin bir
bitkinin tohumlarını yedikten sonra daha
canlı ve hareketli olduklarını gözlemliyorlar.
İşte o gün, kahve keşfedilmiş oluyor:))
Buyrun, az şekerli, orta veya sade...

Kamera; Güven Resim ve Heykel Müzesi-Ankara
Nuri İyem-Dededen Toruna


Kamera; Güven Resim ve Heykel Müzesi
Alaattin Yüksel-BARIŞ
Dünyanın varlığı insandan önce var, ama
insanın varlığı dünyaya ne katıyor hala
anlamış değilim. Yoksa bir filozofin düşündüğü
gibi, tabiat bizi kullanıyor mu?


Kamera; Güven- Fausto ZONARO
GENÇ KIZ

Kamera; Güven Eskişehir- Bedenin tüm duyularına
seslenen bir şehrin içinden geçen insana mutlu eden
görüntülere ve seslenişe sahip bir ırmak;
Porsuk Çayı


Kamera, Güven   Odunpazarı-Eskişehir

Kamera; Güven   Odunpazarı-Eskişehir
Sokak ve Mahalle Kültürü, saray,şato, site
kültüründen çok öte insan kokuyor...

GİTMESEK DE, GÖRMESEK DE



 Hani bir marş vardır; "gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür", diye! Bence bu marşa nazikçe veda etme zamanı geldi. Gidilmeyen, görülmeyen, dokunulmayan, dinlenmeyen yerler bizim yerlerimiz olabilir mi? Olursa ne kadar olur? Ya abartılı, ya da koşullu bir sahiplenme olur…

 İnsan, bol övgülü yollarımızın yamalı bölümlerinde sarsılan otobüse binmez ise nasıl anlar gelişme adına yapılan büyük ve ayrılmış yolların uygarlığa olan katkısını? Eminönü’ne inmez, orada ekmek arası balık, meşhur turşucudan turşu yemez, vapura binip, kendi çığlıkları ile martılarınkini paylaşmak adına simit parçalarını denize atmaz ise; nasıl anlar hayatın o karelerini; nasıl yorumlar?

 Yangının bile yok edip tüketemediği dev bir taş kütlesinin insan eliyle abide gibi duran Haydarpaşa Tren Garı insanı mutlu ettiği gibi, mutluluğa götiren tren raylarını da elinde tutuyor. Başkent Ekspres treni, mutluluğa, özleme, değişime ve gidip görmeye hazır olan insanlara hizmet vermek adına 6. peronda bekliyordu. Sonra, bir bir geçtik küçük istasyonların tenha bakışlı taş binalarının yakınından.

 Yazı dünyamda, kendi şehrimin dertleri ile kıyaslamak adına bir Kayseri, bir de Eskişehir’i ön sıralı övgülerle hep andım durdum. Elimdeki deliller, gazete, dergi ve televizyon görüntüleriydi. Ama bir gün dedim ki; “ hey arkadaş, gidilmeyen, görülmeyen, dinlenmeyen, dokunulmayan yer senin değildir. Ve sen bu yapmadıklarının övgüsünü, başkasının ağzı ile yapma hakkını nereden buluyorsun?” Kendi seslenişim karşısında boynum bükük ben; o gün, bugün: gidilmeyen, görülmeyen, dokunulmayan yerlerin türküsünü söylememe kararı aldım.

 Gidilmeyen ve görülmeyen Eskişehir’in Odunpazarı Bölgesi nasıl anlaşılır? O taş evlerin oluşturduğu mahalle kültürü; o güzel mimarinin geçmişin barınma anlayışı ile bugünün turizme kucak açmış anlayışının güzel birleşimi nasıl görüle bilinir? Görülemez ve anlaşılamaz da!

 Eskişehir’in Odunpazarı taş mahallesi; taş sokakları; istediğin kadar büyük siteler, apartmanlar, iş hanları yap; ama bizi yaşatmaz isen kendin olamazsın, gerçeğinin en muhteşem gösteri yapan yerlerinden sadece birisi. Bozcaada da öyle, Alaçatı’nın taş sokakları da, Çeşme’nin taş mahalleleri de öyle, Antalya Kaleiçi de öyle…

 Gitmediğim, dokunmadığın Eskişehir Cumhuriyet Tarihi Müzesinin görkemli taş binasına nasıl selam verebilir; o dehanın hiç görmediğiniz fotoğraflarını özlemle, insanca nasıl görülebilinir insan?

 Gidilmeyen, görülmeyen ve dokunulmayan mahalleler, sokaklar ve şehirler bizim değildir. Ne kirliliği, ne temizliği, ne kötü kokuyu, ne de güzel ve iyi kokuyu anlayabilir, hissedebilirsiniz? Eskişehir gördüğüm en temiz şehirlerden birisi. Burada turizm, el sanatları ve kadın fark edilmiş. Burada, mimari, mühendislik ve burada bir şehrin içinden geçen ırmağın lağım ve pis suları taşımayacağı; insanları eğlendirecek bir rüya bölgesi olacağı da çıkmış ortaya.

 Tramvayı birçok şehirde gördüm ama en çok Eskişehir’e yakıştırdım. Şehir de temiz, tramvay da. Ya üzerinde köprüleri, sanat adına yapılmış heykelleri ve aynı zamanda gondolları, kayıkları olan nehir; gidilmeden, görülmeden ve orada tekrar tekrar hayatın aşığı olunmadan bir şey anlaşılabilinir mi?

 Gidilmeyen, görülmeyen ve üzerine binilmeyen hızlı tren; Eskişehir ile Ankara’yı ne kadar yakınlaştırdığı nasıl anlaşılır acaba? Trenin uçağa özeneceği, zamanı iç içe geçirmeye çalışıp, ölümlü insana biraz daha fazla yaşama şansı verdiği nasıl anlaşılır? 250 km hızın raylarda akıp giderken, insanın da ilim, mühendislik denen akıntının içine düşebileceğini nasıl anlar insan, hızlı trene binip Ankara’ya gitmez ise?

 Ankara, her tarafta gam ve kıyametin koptuğu bu zamanda sessiz olan Ankara! Gidilmez, görülmezse, bu kadar çok zırhlı araba, bu kadar çok koruma ve önlemin alınmasını nasıl anlar insan? Cumhuriyeti, en güzel bayramı, gam ve kederler yaşarken çok daha anlamlı bir sesleniş ile kutlama onurunu yok edenleri nasıl anlayabiliriz; gitmediğimiz, görmediğimiz Ankara’da?

 Anıtkabir’in girişleri günün ilk saatlerinden 11:00’e adar 29 Ekim Cumhuriyet Bayramının hatırına kapalı tutuldu. Kime kapadılar? Elbette sivil insanlara; yani halka! Cumhuriyetin halkına! Halkın Cumhuriyet Kutlamaları yaslı gittim şen geldim hatırına kapatılmıştı günün ilk yarısında. İçerisi asker kaynıyordu. Bürokratlar, ülkemin soylu yöneticileri çok çabuk görevlerini yapıp, geldikleri gibi gururla ayrıldılar o yüce yerden. Burada; bu Anıtkabir’de sadece taş, sadece mimari, sadece mühendislik yok; burada bir ülkenin, bir halkın minnet duyacağı adamın fikirlerinin yeşerdiği beden yatıyor…

 Gidilmeyen, görülmeyen, seslendirilmeyen Ankara, Cumhuriyet, Bayram anlaşılır mı? Anlatılır mı? Anıtkabir geleneksel töreni askerler ve bürokrasinin soğuk buluşma yeri olmuş; göstermelik bir avuç öğrenci davet edilmişti. Askerler Anıtkabir’i sessizce terk ederlerken, sivillerin içinden bir ses, hiç susmamak üzere seslendi durdu onlara;

“ Mustafa Kemal nerenizde?”

 Hiçbiri cevap veremedi; bazıları elleri ile işaret yaptı; kalplerini gösterdiler. Kalpler atıyor ama gidilmese, görülmese atan ve atmayan kalpler nasıl görülebilinir?

 Gidilmeyen Ankara’nın Resim ve Heykel Müzesi, Etnografya Müzelerinin görkemli mimarisi ve yüzlere eseri bağrında saklayan odaları, salonları nasıl görülebilinir? Bu görülenlerde de; mimaride, müzelerin kurulmasında Mustafa Kemal’in sanat aşkının çabaları var.

 Gidilmeyen Pembe Köşk, İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’in haftanın üç gecesi buluştukları, ülkenin geçmişi ile geleceğine imza atacakların kararlarının tartışıldığı, yemeklerin yendiği, şakaların, yapıldığı ve insan ruhunu dirilten, heyecanlandıran müziğin dinlendiği, dansların yapıldığı o yerin kokusu ve ruhu nasıl hissedilebilinir?

 Geç kalmadan gidebileceğiniz her yere gidin! Mimariye, dansa, müziğe, sevgiliye, çocuğa, eşe, büyüğe, küçüğe ve dosta gidin; gidilmeyen, görülmeyen, dokunulmayan sizin değildir…

Güven Serin

26 Ekim 2011 Çarşamba

GÖK GÖZLÜ TANRIÇA

Kamera; Güven  Athena Tapınağı
Gün Ege kıyısında başlayıp Ege kıyısında son
buluyor. Bağların toprak, kütük ve yaprak
kokulu şarapları kadehlere dökülüyor kan
gibi. Ve insan, kurtuluşu, ümitleri
en çok tanrı ve tanrıçalara yüklemiş insan
kendi hikayesini her devirde yazmaya
devam ediyor; hep aynı sonuca doğru
yönelen hikayeler; kaybedişler, aşklar, ümitler
ve soylu acılar...

Kamera; Güven Athena Tapınağı


Kamera; Güven Assos Antik Liman
Tapınağın hemen altında deniz ile iç içe küçük bir
yerleşim yeri; taş ve anılardan yapılmış; insan
denen canlının zengin düşlerine kucak açan
bir yer.

GÖK GÖZLÜ TANRIÇA



 Destanlar geçmiş ile bugünün arasında bir köprüdürler. Zaman taptaze kalırken, nesiller gelir geçer; eşyalar eskir, insanlar doğar, büyür ve ölür; destanlar zaman kadar taze; taptaze kalırlar…

 Günümüzden yüzlerce yıl önce M.Ö. 6. yüzyıllarda kaleme alınan ve Antik Yunan edebiyatının ikinci büyük destanı olan Odysseia ve Truva kahramanı İthake Kralı Odysseus’un bitmeyen savaşı en sonunda tanrıça Athena’nın yardımı ile bulduğu büyük huzuru anlatır…

 Truva Savaşının kahramanı Odysseus’un zorlu ve aynı zamanda ölümcül maceraları, yirmi yıl ayrı düştüğü vatanına geri dönüşün öyküsü… Geride bıraktığı güzel ve akıllı karısı Penelopeia’nın onla evlenmek isteyen taliplerine karşı verdiği zorlu mücadele ve oğlunun babasının onurunu, malını-mülkünü korumak için verdiği savaşlar...

 Destanlara geçmiş ile günümüz arasında bir köprü dedim. Çünkü destanlar da insan ilişkilerini, o dönemin yaşam biçimlerini anlatır. İnsanı daha ileriye taşıyan en önemli katkıyı yapan olaylar da yaşanmış olayların imbikten süzülen deneyimleridir. Mal-mülk, namus, ahlak, sevgi, dostluk anlayışı geçmişte nasıl yaşanıyordu, bugün nasıl yaşanıyor; yaşananların yaşamımıza olabilecek katkıları; yine bizim bilgi ve görgümüz oranında fayda sağlayacaktır.

 Şimdi gözlerinizi kapatıp geçmişe; o zamanlara inelim. Deniz tanrısı Pasiidon belli ki Odysseus’a kızmış. Denizleri dev dalgalar ile süslüyor. Truva Savaşı kahramanı Odysseus’u yıllarca sürecek sınamadan geçirmek istiyor ve geçiriyor da.

 2600 yıl öncesinin kahramanlıkları, dostlukları, hilebazlıkları, insanüstü ölümsüz tanrı ve tanrıçaları ve insanın insanlığa giden yolda değişmeyen arzuları, arayışları, servete ve güce olan düşkünlükler; sanki hiçbir şey değişmemiş gibi…

 Baş tanrı Zeus’u, onun kızı tanrıça Athena’yı ve denizlere hükmeden Poseidon’u yakından göreceğiz belki de onları hissedip heyecanlanacağız.

 Şimdi çok sesiz olun; kahramanımız Leertes’in oğlu Odysseus konuşuyor; “ Ben Laertes’in oğlu Odysseus’um. Tüm insanların arasında ünüm vardır. Kurnazlıklarımla namım ulaşmıştır göklere kadar. Büyük ve ormanlık Nerithos Dağının bulunduğu ünlü İthake’de yaşarım. Tanrıçalardan Kalypso beni alıkoymuştu oyuk mağaraların içinde, istiyordu onun kocası olmamı; kurnaz usta Kirke’de tutmuştu beni sarayında kocası olmam için. Ancak benim göğsümün içindeki ruhum hoşlanmadı ondan, yabancı bir ülkede zengin bir evde olsa da, insan vatanını, ailesini, dostlarını özlüyor.

Truva’dan dönerken Zeus(baş tanrı) yolumu işkenceye çevirdi. İlion’dan (Truva) çıkarken bir rüzgâr yaklaştı arkamdan ve alıp Kikonlar’ın ülkesi İsmosor’a getirdi beni.”

 Kahramanımız Odysseus büyük Truva Savaşından sonra da yıllarca sürecek savaşlara sürüklenmiştir. Zeus ve denizlere hükmeden Poseidon öfkelenmişlerdi bir kere! Olmasaydı gök güzle Athena Odysseus’da tanrıların öfkesinden kurtulamazdı. En seçkin savaşçı arkadaşları ve yoldaşları gözlerinin önünde birer birer ölmüşlerdir. Odyesseus hızlı kara gemisi ve diğer gemilerle çıktığı yolculuğunda tek başına kalmıştır. Ona yardım eden tek bir tanrıça vardır; gök gözlü Athena.

 Baş tanrı Zeus ve denizlere hükmeden Poseidon, Odysseus’u bu seferde başka bir adaya; Lotusyiyenlerin ülkesine ‘bugünkü Libya”, oradan da sırtlarını ölümsüz tanrılara yaslayan Tepegözlerin ülkesine savrulur. Yoldaşlarından büyük çoğunluğunu kaybeder. Athena’nın insanüstü yardımları Odysseus’un tanrısal duruşu ve kurnazlıkları sayesinde yine hayatta kalmıştır. Bir dev olan Tepegöz Odysseus’un yoldaşlarından çoğunu öğle ve akşam yemeği niyetine midesini indirmiştir bile. Ama akıllı ve kurnaz Odysseus yanında getirdiği bal tadında olan şarap ile devi sarhoş edip uyutması ve onun alnında olan bir tek gözüne mızrağını saplaması sayesinde bir kez daha karanlık sulara açılma fırsatını yakalayacaktır.

Odysseus ve yoldaşları Tepegözlerin ülkesindedir. Ve ben sessizce o devlerin ülkesinde kocaman bir kayanın arkasına saklanarak yine Odysseus’a kulak veriyorum;

Gece hiç ışık yoktu ve hiçbir şey görünmüyordu, ay bile yoktu, bulutlar işgal etmişlerdi gökyüzünü. Kimse görmedi adayı, kıyıya yanaştığımız vakit tüm yelkenleri indirdik. Oraya uzanıp tanrısal şafağı bekledik. Sabah erken doğan gül parmaklı şafak göründüğünde adaya hayran olmuş bir halde dolaşmaya başladık. Kalkan taşıyan Zeus’un kızları Nympheler karınlarımızı doyuralım diye dağ keçisi gönderdi.”

 Güzel atları olan tanrısal Agamemnon’un peşinden Truva’ya gelen ve yıllar süren Truva Savaşını kazanan Odysseus’un savaşı daha bitmemiştir. Bir dev olan Tepegözle, Tepegözün mağarasında verdiği hayatta kalma mücadelesi bir sürü yoldaşını kaybetmekle ama kendi canını kurtarmakla son bulmuştur. Ne Zeus’un öfkesi dinmiş, ne de deniz tanrısı Peseidon’un öfkesi yatışmıştır. Odysseus, Peseidon’un oğlu dev Tepegözü kör etmiştir; Peseidon bunun intikamını alacaktır elbet. Odysseus her türlü acı ile sınanıyor; güçlü bedeni, kurnaz ve akıllı ruhu ölümcül savaşlardan Athena’nın da yardımı ile sağ çıkmayı başarıyor.

Odysseus’un Truva Savaşı ve ondan sonraki denizlerde olan kahramanlıkları yirminci yılını doldurunca Athena’nın desteği ile ülkesine dönmüştür. Son bir savaş onu bekliyor; güzel karısına evlenmek amacı ile gelen talipleri yıllardır sarayında ve onun yiyecekleri, hayvanları ile besleniyorlardır. Neredeyse zengin ve akıllı Odysseus’un bıraktığı tüm servetini bitirecek kadar büyük iştah ile tüketiyorlar ve güzel, akıllı Penelopeia’nın içlerinden birisini seçerek evlenmesini istiyorlardı.

 Gök gözle Athena’nın yardımı ile Odysseus dilenci kılığına girdi. Kendi evine güzel karısı Penelopeia’nın karşısına bir dilenci gibi çıktı. Gururlu ve çok yemekten semirmiş talipleri dilenci kılığına girmiş Odysseus ile eğlendiler, ona küçük düşürücü sözler söylediler.

 Odysseus’un dilenci kılığına girdiğini bilen oğlu Telemakhos ve tanrısal çobanı Eumaios yardım için hazırdılar. Truva’ya savaşmak için giden Odyesseus ve yoldaşlarının yokluğunu fırsat bilen taliplerin cezaları ölümcül olacaktı. Kaderlerinde kurtuluş yoktu.

 Odyyseus’dan başka hiç kimsenin kullanamadığı büyük ve sert yayını eline alan Odyyseus şımarık, gururlu taliplerden Antinoos’a ilk oku fırlattı. Güçlü ve akıllı Odyyseus’un ser yayı ile gönderdiği ok Antinoos’u boynundan vurdu. Dört yıldır Odyyseus’un sarayında beslenen ve yan gelip yatan gururlu Antinoos oracıkta öldü.

 Odyyseus seslendi onlara; “ Köpekler! Hiçbiriniz Truvalıların ülkesinden evime sağ salim döneceğime ihtimal vermediniz demek! Bu yüzden malımı mülkümü yemeye başladınız. Hizmetçilerim ve diğer kadınlarla zorla yattınız, ben daha sağ iken kalkıp karımın nikâhını istediniz! Şimdi hepiniz için dehşet saati gelip çattı işte!”

 İkinci ok taliplerden Eurymakhos’u ciğerinden vurdu. Bunu gören Amphinomos atıldı Odysseus’un üzerine. Fakat arkadan Odysseus’un oğlu Telemokhos iki omzunun arasından vurdu onu. Mızrak göğsünün içinden geçti.

 Akıllı ve güçlü Odyyseus oğlu ve gök gözlü tanrıça Athena’nın yardımları ile taliplerin hepsini öldürdü. Büyük salon kan gölüne dönmüştü. Evine musallat olan kötülüklerin hepsinin cezasını ölümsüz Tanrıça’nın yardımı ile verdi. Çok sevdiği ve onu bekleyen karısı Penelopeia’ya kavuştu.

 Yirmi yıllık yolculuk olarca ölüm-kalım savaşı ile kendi ülkesinde ve ailesine en yakın dostlarına kavuşma ile son bulmuştu. Odyyeseus’un talipleri öldürmesi İthake’de de büyük bir yankı uyandırdı. Taliplerin yakınları ayaklanıp Odyyeseus’un sarayına geldiler. Onların da tek isteği Odyyeseus’u ortadan kaldırmaktı.

 Odyyeseus’un sarayının önünde toplanan büyük kalabalık da savaş istiyordu. Odysseus ve çevresindekiler dört kişiydiler; Dolios’un oğlu Laertes (Odysseus’un babası) ile Dolios da onlarla birlikteydiler. Silahlarını kuşandılar silahlarını;

 Saçlarına ak düşmüş olsa da savaşmak zorundaydılar. Görkemli tuncu bedenlerine kuşandıktan sonra hemen kapıları açıp Odyyseus’un ardından dışarı çıktılar. Zeus’un kızı Athena, Mentor (Odyyseus’un en yakın dostu) kılığında yanlarına geldi. Çok çekmiş Odyyseus Mentor’u görünce sevindi. Hemen sevgili oğul Telemakhos’a dedi ki; “ Telemakhos bugün sende savaşacak, göreceksin iyi erlerin savaşının nasıl olduğunu. Haydi, utandırma babanın soyunu.”

Odyyseus’un babası Laertes sevindi ve dedi ki; “ Bu ne mutlu gündün benim için sevgili tanrılar! Oğlum, torunum yiğitlikle mücadele ediyor.”

 Odyyeseus Zeus babaya ve onun kızı Athena’ya dua ettikten sonra evinin önüne gelmiş savaş çığlıkları atan büyük topluluğa fırlattı mızrağını. Eupheitos’u tunç miğferinin kenarından vurdu; ancak miğfer mızrağa engel olamadı, tunç içeri girdi, Eupheitos da bütün ağırlığı ile yere düştü. Üzerindeki silahlar büyük gürültü çıkardı. Odyyeseus ile görkemli oğlu ön saflardakilerin üzerlerine saldırıp, kılıçlarıyla ve çift taraflı mızraklarıyla savaşmaya başladılar.

O sırada Zeus’un kızı Athena yüksek sesle haykırıp bütün halkı durdurmasaydı, hepsi yok olup gidecekti.

“ Son verin artık bu savaşa İthakeliler; daha fazla kan dökmeden ayrılın!” Athena böyle söyleyince diğerlerini sarı bir korku sardı. Korkudan ellerinden kaydı silahları. Canlarını kurtarmak için tabana kuvvet kente doğru kaçmaya başladılar.

Çok çekmiş tanrısal Odysseus korkunç bir çığlık attı, yükseklerden uçan bir kartal gibi ileri atıldı. Gök gözlü Athena Odysseus’a dedi ki;

“Ey Laertes’in oğlu, soylu, hünerli Odysseus, öfkeni tut ve son ver herkese kötülük getiren savaşa, her şeyi gören Kronos’un oğlu Zeus da öfkelenmesin sana.”

Athena böyle söyledi, o da ikna oldu ve sevindi, daha sonra Athena her iki tarafa da sadakat ve barış yemini ettirdi.

 Bir destan daha bitti; sona erdi. Bu destandan sonra kim bilir kaç milyon kez destanlar yazıldı, milyonlarca insanlar soylu savaşlar uğruna öldürüldü. Şimdi büyük tanrı Zeus ortalarda görünmüyor. Akıllı ve hünerli kızı tanrıça Athena’da yok! Peki, ama bu sefer savaşlara kim dur diyecek; “yeter artık bu kadar kan döküldü; yeter!” kim diyecek? Sadakat ve barış yeminleri tekrar savaşmak bozuluyor; insanlığın kaderinde bu yazılı olmalı…

Güven Serin



















22 Ekim 2011 Cumartesi

AĞLARSA ANAM AĞLAR

Kamera; Güven - Çanakkale
Her ana yavrusunu okşayarak, kokarak
büyütür. Her büyüyen çocuk ana için hâla
büyümemiş ve hep aynı kokuları salgılar.
Her ölüm acımasızdır kendince ve
sorgulamaya değer akıl yettiğince;
sorgulamaya değer. Kim var
işin ucunda ve neden?

Kamera; Güven   Çanakkale
Gökkube altındaki ayrılık, ayrışma ve kavgalara
dönüşmüş paylaşmalar insanla birlikte indi.
Ölüm insandan önce vardı; sadece besin ve
beslenme adına. İnsan, beslenmeden öte bir
keyfiyet içinde "intikam" dedi, sadece intikam
bunun adı...
Ve bir vatan uğrunda ölecek insanları yetiştirmişse,
aynı vatan uğrunda akıl yürütenleri, satranç
oynayanları, sanat, felsefe bilenleri de
yetiştirmeli. Tabiatın dağlarını,
öfkelerini, çıkarlarını daha iyi anlar o
zaman ölecek kadar sevdiği vatanının
insanlarını.

Söz büyük usta, büyük şairde;

Biz burada bitirdik destanımızı,
Biliyoruz ki layığınca olamadı
bu kitap. Türk halkı bağışlasın
bizi:
"Onlar ki toprakta karınca,suda
balık, havada kuş kadar çokturlar.
Korkak, cesur, cahil, hakim ve
çocukturlar.
Ve, kahreden, yaratan ki onlardır.
Kitabımızda yalnız onların maceraları
vardır.


AĞLARSA ANAM AĞLAR



 Atasözlerimiz yüzyılların yaşanmışlıklarından süzülüp gelirler bu zamana. Büyük çoğunluğu da ilk zamanki gibi tazeliğini korur. İşte yüzyılların acılarını da önüne katarak gelen ; “Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar” sözünün, anlamını anlatan güncel halini görebilirsiniz.

 Ardı arkası kesilmeyen ölüm haberleri bir yazarımızın da yazdığı gibi nedense parça parça olunca sorun yok da toptan olunca büyük haykırışlar yapmaya başlıyoruz. Hâlbuki her gün ölüm var bu ülkede; asker, öğretmen, polis, ev hanımı, öksüz bir çocuk! Kazalardaki ölümlere herkes kaderin bir oyunu olarak baktığı için yılda 5 bin ölümü söylememe gerek bile yok.

 Trafikteki ölümleri trafik canavarına havale ettik. Kadınlarımızın ölümlerini namus davalarına terk etik! Askerlerin, polislerin ölümlerini ise şehitlik mertebesi ile taçlandırıp daha soyu ağlamaları teşvik ediyoruz. Ülkesini korumakla görevli asker ve polislerin ölümlerine en güzel mazeretlerimizden birisi de “hain pusu” şehitlerimizi hain pusuda kaybettik.

 Evde kadınına öfkelenen erkek kadınına sert bir şekilde sesleniyor: “hainlik yapma” Kardeşi ile kavga eden ağabey, oğluna kızan baba, evi terke eden kıza seslenilen yine aynı söz; “hainlik yaptı” İş ortaklığından sırasında, borç-alacak kavgası yaşayan, kırk yıllık arkadaşlığı bozulanların bazılarının da ağzında şunu duyuyoruz; “ bana hainlik yaptı”

 Ne hikmetse bu vatanda her şeyi ihanet üzerine kurmuş, kendimizden dahi kuşkulanır hale gelmiş durumdayız. Acaba temizlene temizlene hain kalmayınca en sonunda bizi mi almaya gelecekler? Vatanı oluşturan vatandaşların tamamı ülke vatandaşıysa ve farklı kültürleri oluşturdukları; dilleri, dinleri, ırkları, sosyal alışkanlıkları da farklıysa biz bu farkı bilmem kaç yüzyıldan bu yana niye göremedik?

 Ülkesini korumak ve kollamakla görevli askerlerimiz savaş ortamlarına göre; en zor şartlara göre yetiştirilirler. Askerlik Ocağını en kutsal ocak olarak kabul ediyoruz. O zaman savaşa, savaşmaya çıkmış askerlerimizin ölümleri, bu ülke uğrunaysa onlar gibi dik, onlar gibi korkusuz, onlar gibi onurlu niye duramıyoruz? Ölen onlar. Ölmeye giden de onlar! Çünkü her asker o koşullarda ölümün her an geleceğini bilerek silahını kuşanır.

 Askerler ve bir inanç uğrunda ölen insanlar yalnız bir kez ölürler. Ama ya hilebazlığı meslek edinmişler; en az yaşam boyu bin kez ölürler.

 Ülkemizin doğusu, en zor şartları olan bölgesi yıllarca sürgün yeri olarak kullanıldı. İdarecisi de, memuru da, amiri de bunu böyle bildi. Zor koşularla mücadele etmeyi, insan denen akıllı canlının aklını kullanmayı ne zaman sorguladık? Doğudan göç eden, ettirilen milyonlarca insanın biriktirdiği kızgınlığı, nefreti, çaresizliği ne zaman anlaya bildik? Hiçbir zaman…

 Şimdi dağları, mağaraları, vadileri temizlemekle meşgulüz. Öldürüyor ve de ölüyoruz. Ya şehirlerimize sıçradığı, şehirlerimizde ki ölümler parça parça değil de toptan; yüzlerce olmaya başlayınca ne yapacağız? Nasıl olsa kılıf hazır; HAİN PUSU! Kırmızı bayrağa sarıp ana ve babaların elleri sıkılacak, kanları yerde kalmayacak, denecek.

 Bakanlar ağlıyor, milletvekilleri ağlıyor, amirler, memurlar, halk ağlıyor. Ne zamana kadar? Üzerinden birkaç saat geçene kadar! Çünkü ağlayacağımız o kadar çok şey var ki, hangisine geçip, hangisine vakit ayıracağımız bile belli değil. Boşanmalar çığ gibi artmış. İşsiz çocuklar ailelere sığınmış, baba ve anneler son gücüne kadar maneviyat ve maddiyat serpmeye devam ediyor. Kimin umurunda? Hangi kurum, hangi idareci gizli trajedilerin kaynağını, nedenlerini araştırıp yüzleşmekle meşgul?

 Şimdi herkes ağlıyor! Niye? Çünkü toptan öldürüldüler diye. O askerler, postalını giyerken, elbisesine sarılırken, silahını tutarken dimdik gittiler. Ya bizler! Ya biz soylu ağlayanlar; her gün bir başka yalanın peşine takılanlar?

 Esas mesele uğrunda ölünecek bir vatan varsa; ölecek asker de, polis de her zaman vardır. Bu ölümler bitsin deniyorsa, neredeyse yüzyılın hatalarını tekrarlamaktan vazgeçmek zorundayız. Büyüklük hastalığını yenip kendi kendimize yetmenin, teknolojiden yararlanmanın, hiçbir bölgemizin sürgün yeri olmadığının ispatı da, adaleti, hakkı getirmekle olacağına inanıyorum.

 Şimdi insanları birbirine düşürmek, daha kanlı çatışmaları tetiklemek için muhteşem gösteriler yapılıyor. Ya oyuna gelip, daha kanlı savaşlar yapıp, sonra da yüzyıllarca iki büklüm gezeriz; ya da satranç tahtasını önümüze, tarihin kitaplarını arkamıza alıp artık matematikten, tarihten ve bunca ölümün bize bıraktığı deneyimlerden faydalanma zamanı geldi de geçiyor.

 Ölümler, ister erken, ister geç, ister pusuda, isterse yolda yürürken gelsin; her ölüm anne için, o bebeği doğurup büyüten ana için ERKEN ÖLÜMDÜR. Ve bizim günlük ağlamamız, üzülmemiz bitince ananın ağlaması ve hüznü yeni başlıyordur. Hiç bitmeyecek bir acı, memesinin hemen altında nur topu gibi bir sancıyı büyütüyor ve besliyordur o, ANA…

 Güven Serin

19 Ekim 2011 Çarşamba

KÖR KAMİL İLE KÖSTEBEK

Kamera; Tamer Kaptan
Kör Kamil bilgi bir arkadaş. Sessiz durduğuna
bakmayın sakın; az konuşur öz konuşur.
Birde sessiz sessiz gülümsemesi yok mu:))

Kamera; Tamer Kaptan

KÖR KAMİL İLE KÖSTEBEK



 Kör Kamil Yunus’un bahçesinde bulunan ve kimselere zararı olmayan bir korkuluğun ismidir. Köstebek de Yunus’un bahçesinde, yerin altında yaşayan bir küçük hayvandır. Ne hikmetse köstebek günlük nafakasını ararken toprağın altındaki korkuluğun ayaklarına rastlamış ve ismi Kör Kamil olan korkulukla sohbete başlamış. Sohbetlerin devamı geldikçe korkuluk ile köstebek arkadaş olmuşlar.

 Bir sonbahar günü yağmurdan sonra kışın habercisi yağmurlar ve kızıla dönüşen yaprakların arttığı zamanda köstebek korkuluğun yanına gelmiş. Toprağın altından korkuluğa seslenmiş; “ Dertliyim arkadaş çok dertliyim” Kendine hiçbir şeyi dert etmeyen ama her şeyden haberi olan korkuluk merak etmiş; “ ne oldu arkadaş, neyin var. Ekmek elden, su gölden; şurada mutlu ve huzurlu yaşayıp gidiyoruz, ne oldu?”

 Ne olmadı ki? Bir köstebek lafı tutturdular gidiyorlar. Köstebek kimse çıksın ortaya! Köstebek sensin! Yok, ben değilim odur! Hayır, sensin. Hayır, ben değilim odur; elimizde kapı gibi belgeler var. İnsanların kendi işlerinde, kendi olaylarında biz hayvanları kullanmaları canıma tak etti arkadaş. Asıl köstebek benim. Biz köstebekler zaten toprağın altında yaşıyoruz ve tamımı ile doğamıza uygun yaşarız. Neden bizim adlarımız ile uğraşıyorlar ve bizleri kendi kötü yakıştırmalarına uygun görüyorlar; neden?

 Köstebeğin ağlanmasını, köstebek yakıştırmalarına içlenmesinin anlatımlarını dinleyen Kör Kamil (korkuluk) kıs kıs gülmeye başladı. O ana kadar oldukça sessiz olan Kör Kamil köstebeğin lafları sayesinde insan gibi gülümsüyordu. Korkuluk arkadaşı köstebeğin oldukça üzüldüğünü bildiği için gülüşün kısa kesip tekrar sözü eline aldı;

“ Yahu köstebek arkadaş üzüldüğün şeye bak; buna da üzülmeye değer mi? İnsanların yaptığı en kolay şey budur. Hayvanlar onların en yakın sığındıkları canlılardır. Hayvanların etlerinden, sütlerinden, postlarından, güçlerinden faydalandıkları gibi onların isimlerinden de faydalanırlar.”

 Ya yılanın başına gelenlere ne demeli? Yılanların şikâyetleri yıllardır sürüyor. İnsanlar, işlerine geldi mi yılan-çıyan gibi birisin, işlerine geldi mi; yılan gibi çevik ve kayıp gidiyorsun, demezler mi? Doğanın güzel, çevik ve akılı olan hayvanlarından ayı ne yapsın! Ayı’nın başına gelmedik kalmamıştır. Hamamda nasıl bayılırlardan tutun da nasıl göbek atarlar eziyetleri ile yıllardır burunlarına geçirilen zincirlerle dolaştırılmışlardır. Dünyanın en akıllı hayvanlarından birisi olan karga, en aptal hayvan olarak anılmadı mı; anılmıyor mu?

 Bizim her şeyden haberi olan korkuluğun teskin edici sözleri, köstebeği biraz olsun rahatlatmıştı. Yağmurdan sonra yumuşak toprak ve toprağın üstünde Yunus’un toplamadığı bir sürü bitkinin lezzetli yumrularının çokluğu güzel bir günün habercisiydi.

 Kör Kamil ile Köstebek yaz ayını birlikte geçirmişlerdi; şimdi de kış ayına doğru birlikte sohbet edip yaşlı çınarların yaprak dökme şölenlerine birlikte tanıklık edecekler. Köstebek çınarların yere düşen yapraklarını görmese de Kör Kamil öyle bir anlatıyor ki; önce yeşile, sonra kızıla ve daha sonra sarıya dönüşen yaprakların bir kuğu gibi yere inişlerini, oradan da toprağa karışıp hayat katışlarını ballandıra ballandıra anlatıyor. Ya, yandan geçen derenin buz gibi suyunu, kışın yatağına sığmayarak coşmasını; öyle bir anlatıyor ki yeraltında yaşamaktan memnun olan köstebek neredeyse yer üstü hayvan yaşamına özenecek duruma geliyor.

 Köstebek var mı yok mu? Sanırım önü arkası kesilmeyecek tartışmaların yaratacağı olayları, sinema ve tiyatroları kıskandıracak gösterilere dönüşecek gibi. Televizyon programlarının akil adamları ve kadınları şimdiden yerlerini aldılar.

CHP’nin genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun dosya elimizde köstebek Beşir Atalay’dır demesi tozu-dumanı birbirine kattı.

Arena’nın büyük seyircisi ve onların çokbilmiş temsilcileri yerlerini aldılar. Turgut Özal’ın gözdelerinden, devrin bakanlarından Hasan Celal Güzel her zamanki gibi güçlünün tarafında ve bilgece konuşmaya başladı;

“ Kılıçdaroğlu’nun yaptığı tek şey çamur atmak. Çamur at izi kalsın. Bugüne kadar hiçbir iddiası doğru çıkmadı. Beşir Atalay’ı çok iyi tanıyorum. Böyle bir şey yapmış olamaz. İspatlansın bende CHP’ye geçeceğim. O kadar tanıyorum onu. “

Bir başka televizyon programında söz alan genç eleştirmenler; “ Bunlar böyledir işte; bunların yaptığı tek şey çamur atmak, ortalığı karıştırmak.”

Bunlar dediği sol siyaset, CHP yöneticileri ve o partiye oy veren milyonlarca insan…

 Eski bakanlardan Fikri Sağlar soğukkanlılığını elden bırakmadan ortaya konuşup bekleyelim görelim, Kılıçdaroğlu gibi genel başkan konumunda birisi içi boş bir dosyayı göstermemesi lazım. Eğer ciddi delilleri varsa ortaya koyar, yoksa gereğini yapması lazım. Almanlar Deniz Feneri için YÜZYILIN YOLSUZLUĞU diyor.

Hasan Celal Güzel ise; bu kadar abartılacak yolsuzluk değildir. Bu çok küçük bir olaydır, büyütmeye ne gerek var.

 Anlaşılan o ki, bizim ülkemizde yol ve yolcu kendi hikâyesini yazarken, yolsuzluklar da kendi hikâyelerini yazmaya devam edecek. Endişem odur ki yolsuzluk artık bir yaşam biçimi, gerekli bir kültürmüş gibi neredeyse başköşeye oturtulacak…

Güven Serin






17 Ekim 2011 Pazartesi

ORHAN KEMAL ve ÖZKONAK LOKANTASI

Kamera; Güven Orhan Kemal Müzesi-İstanbul

Kamera; Güven  Orhan Kemal Müzesi
Orhan Kemal'in kitaplığı; esas dostlarımız; bize küsmeyen
önkoşul ile yaklaşmayan; gurur ile onuru ayrı tutan,
cimrilik ile savurganlık arasındaki ince çizgiyi
belirleyen soylu dostlarımız.


Kamera; Güven Orhan Kemal Müzesi
Öldügü gün; fiziken bu dünyaya hoşçakal
dediği zaman alınan yüz maskesi.


Kamera; Güven Orhan Kemal Müzesi-İstanbul


Kamera; Güven Orhan Kemal Müzesi


Kamera; Güven  Orhan Kemal Müzesi



Kamera; Güven İkbal Kahvesi ve Orhan Kemal
Kitapevi


Kamera; Güven Özkonak Lokantası Ailesi
İstikrar, özveri ve çalışma; selam olsun
sizlere.


ÖZKONAK LOKANTASI -CİHANGİR
İstanbul gezilerim hiçbir zaman damak tadı üzerine
olmadı.Ama demek ki dönüşüm başladı; artık damak
tadı olarak da küçük kayırmalar olacak gibi:))


ÖZKONAK LOKANTASI


Kamera; Güven
Özkonak Lokantası ondan sorulur; oranın kedisi.
Bakımlı,çalımlı ve gururlu:)) Aynı zamanda
savaşçıymış da.

ORHAN KEMAL ve ÖZKONAK LOKANTASI


 Yer Cihangir Özkonak Lokantası. Kırk yılı çoktan bitirmiş bir lokanta; çalışanı ile sahipleri ile çoktan bütün olmuşlar. Bu lokantada on yıl, hatta yirmi, hatta otuz yıl önce çalışan ustayı bulabilir, hasret giderip aynı tatların tadına bakabilirsiniz.

 Taksim’in İstiklal Caddesine gitmeyen yoktur ama Taksim İstiklal Caddesinden çok öte diğer cadde ve sokaklar ile başka başka dünyaları barındırıyor içinde. Burası, camileri, kiliseleri, müzeleri, dükkânları ve yoğrulmuş kültürleri ile dünyamızın içinde bir sürü dünyanın bir araya geldiği bir galaksi gibi.

 İstanbul yolculuğum daha yeni başlıyor. Bu sefer Taksim Meydanından İstiklal Caddesine değil; Sıraselviler Caddesine yöneliyorum. Oradan diğer sokaklara ve Akarsu Caddesine geçiyorum. Beni buraya yönlendiren asıl düşünce Özkonak Lokantası değildi baştan. Orhan Kemal’in Müzesini görmek, Orhan Kemal’i biraz daha yakından tanımaktı asıl amacım.

 Taksim Meydanı kendi çılgınlığını, gürültüsünü yaşarken içimde filizlenen yeşilliklerle birlikte Sıraselvilerden aşağılara doğru yürüdüm. Tarihi taş mekânlar Haliç’e, Boğaza doğru uzanıyor. Hepsinin hikâyesi, taşıdığı anı ve hatıra farklı farklı!

 Oturduğunuz yerden hiçbir mekânın, insanın; hiçbir sanat ve sanatçının hikâyesini, ne anlattığını ve oradan ne anlayacağınızı bilemezsiniz. Orhan Kemal, Cumhuriyet döneminin çok önemli kalemlerinden birisi! Ve o kalemin müzesi de Orhan Kemal’i anlatıyor. Kütüphanesi, giysileri, fotoğrafları, kullandığı eşyaları ile bir bütün olmuş küçücük müze; çok büyük bir insanın ölümsüz ruhunu barındırıyor içinde. Yalnız dolaştım: yalnızlığımı oburca beslerken müzenin küçük odalarında. Sanki yeni bir kıta, orman, dağ, vadi keşfetmiş içindeki diğer canlıları tanımaya çalışıyor gibi süzüldüm odaların birbirine yakın olan kapıları arasından…

 Cihangir’de üç mekân tanıdım; üç mekân da birbirinden farklı hizmetler veriyor. Birinci yer Orhan Kemal’in Müzesi. Sımsıcak ve aynı Orhan Kemal gibi sadece tanıklı etmek amaçlı değil, halkının yanında yönlendirici bir gerçekliği anlatıyor; Kemal’in felsefesi gibi…

 İkinci yer ise hemen müzenin altında ve müzenin bir parçası olan İkbal Kahvesi ve Kitabevi. Burada bir yorgunluk çayı veya kahvesi içebilir, Orhan Kemal’in bütün eserlerini bulabilirsiniz. Burası da müze gibi kendine has bir samimiyet oluşturmuş. Kendinizi kendi yuvanızda hissediyorsunuz. Dış dünyanın yabancılığından çok uzak ve edebiyatın gerçekçiliğine, yönlendiriciliğine çok yakın…

 Üçüncü yer ise müzenin aşağısında bulunan Özkonak Lokantası. Kurulalı neredeyse 50 yıl olmuş. Burada işe başlayan insanlar daha gençmiş ilk zamanlarda. Şimdi hepsi orta yaş insanı; çoluk-çocuğa karışmışlığın ayrı bir dönemini yaşıyorlar. Ama yine buradalar; aynı kırk yıl olduğu gibi.

 Gezdiğim içinde bulunduğum üç mekânın birbirine benzeyen özellikleri var. Orhan Kemal’in kalemi bulunduğu toplumun gerçeklerine yabancı kalmamış. Tam tersine yönlendirici ve yardımcı olacak uyarıcı cesareti de görmüş kendinde. Bugünün yazarları ve sanatçıları toplumunun soylu sorunlarına reklâm pastalarını yiyerek seyirce kalırlarken, yazarımız o günün toplumunun hayatına onların içine katılarak cevap vermiş. İnsanı özelikle bir sanatçıyı, yazarı besleyecek en önemli besin de halkın kendisidir. Koptuğu zaman sıradan insanların sıradanlığı ile menfaatleri de birleştirince iyice sıradanlaşıp daha yaşarken unutulmuşlar deresine akıp gitmeyi hak ediyorlar.

 Orhan Kemal çoktan ölmüş ama eserleri burada. Cihangirde ki müzesinde; giysileri, okuduğu kitapları, eşyaları ve fikirleri; tüm cesaretinizi toplayıp yüzleyeceğiniz, İkbal Kahvesinde bir kahve içeceğiniz yerde.

Hamdi ve Ahmet Beylerin işlettikleri Lokantayı da ilk kuran babaları ölmüş ama lokanta hâla açık ve damak tadını huzurlu bir bakışla birleştirecek insanları bekliyor. Orhan Kemal elliye yakın eser vermişken, lokanta da ellinci yıla yaklaşan bir duruş sergiliyor.

Bunca yazar, bunca lokanta varken niye bunlar? Farkları onları tanımaktan ve anlamaktan geçiyor.

Orhan Kemal’i en iyi anlatan kırktan fazla eserini her yerde bulabilirsiniz. Ama İkbal Kahvesinde çay veya kahvenizi içerken bulmak, bulduğunuz diğer fikirlerle tanıştırmak ayrı bir güzellik…

 İstanbul’da binlerce lokanta var. Cihangirde de onlarca lokanta dururken niye Özkonak Lokantası? Lokantaya adım atar atmaz duyduğunuz huzur için. Yemeklerinin tadına bakarken “annemin yemeğine benzemiş” dediğiniz için. Burasının meşhur bir sürü tadı var. Ben şimdilik tas kebabı ile keşkülüne baktım. Orhan Kemal’in müzesinde ve kahvesinde ruhumu beslemişken, Özkonak Lokantasında midem ile birlikte doymamış ruhum beslendi.

Ey istikrar dedim; ey çalışma, emek, hüner, ustalık ve halkından kopmayış dedim…

Orhan Kemal’de bir şeyler diyor;

“ Gerçek olan öğrenmektir. Nereden, nasıl öğrenirsen öğren. Nereden, nasıl öğrendiğin, diploman, hatta neler bildiğin de önemli değil. NE YAPTIĞIN ÖNEMLİDİR.”

Özkonak Lokantasının işletmecilerinden Hamdi Bey’de bir şeyler söyledi;

Bizim için asıl olan artık para kazanmaktan ötedir evlat. Burada kardeşim ve işletme okuyan oğlum, çalışanlarımızla büyük bir ekip olduk. İnsanları mutlu etmeyi, buradan huzurlu ayrılmaları seviyoruz. Tekrar aradıkları tadı bulduklarında ve o tatları çocukları ile tanıştırıp; bak biz bu manda yoğurdu, kazandibi, sütlaç, keşkül ile büyüdük dediklerinde mutlu oluyoruz.”

 Mutlu olan sadece onlar değildi; Cihangirin kenarlarında dolaşıp da merkezine inmemiş, Özkonak Lokantasını tanımamış, Orhan Kemal’in taptaze dostluğunun müzesine gitmemiş ama şimdi tüm bunları gerçekleştirmiş biri olarak mutluyum. Çok zengin bir adam gibi kendi zenginliğimin kıymetini bilerek ağız ve ruh tadı ile bende mutlu oldum; tıpkı lokantanın dışında büyük bir gurur ile lokantasını bekleyen siyah beyaz kedi gibi

Bu bekleyiş, bir ömür Sofya’yı bekleyen şairin bekleyişinden çok öte; mutlu ve huzurlu bekleyiş; sana gelmelerini beklemek yerine senin, benim, bizim gidip bizzat tanıklık yapmamızın uyarıcı bekleyişidir…

Güven Serin






















12 Ekim 2011 Çarşamba

SENİ ÇOK SEVİYORUZ; ÖLDÜRÜN

Kamera; Yunus  Ganoslar-Tekirdağ
Bazen çok sevdiğimiz için yeşili bazen de
yeşili seven insanı yokettik çok seviyoruz diye.

Kamera; Tamer Kaptan Ganoslar
Bazen uzayı düşler insan;yüzbinlerlerce km
öteye gider; milyonlarca km ötesini gözler;
ama adımların aldığı yolun huzurun arar
yinede. Toprağı, çiçeği, sıradan
bir otu, kelebeği, küçük çalışkan arıyı
özler; kaybettikçe daha da özleyeceğiz;
eşi bulunmaz gezegenin soylu canlılarını;
kaybettikçe eğlenecek azınlıkta kalan
canlılar bizle.


Kamera; Güven Ganoslar Yeniköy üstü
Keçiler,kınalı, ak sakallı, gururlu, bilge görünüşlü
güzel hayvanlar,Sevdikçe,besledikçe tükettik
ardımıza bile bakmadan; semirdikçe semirdik...
Etinden,sütünden, postundan yararlandığımız nice hayvan
gibi onları da unuttuk gitti; büyük insan unutuşlarından.
SENİ ÇOK SEVİYORUZ; ÖLDÜRÜN



Telefonda beni arayan yeğenim Özkan’dı. Sesindeki telaş, görevini yapıncaya kadar; yani bana söyleyeceği önemli habere kadardı. Kulağıma söylenen ses; ses olmaktan çıkmış buza dönüşmüştü.

“ Kendine dikkat et, seni öldüreceklermiş” diyordu kendi görevini yapan ve sıradanmış gibi telefonu kapatan ses. İş başa düşünce düşünemeyen soylu beyinlerimiz ölüm korkusunu duyunca ne kadar güzel çalışıp ne büyük yol alıyor çok kısa zamanda. Benim beynimde öyle yaptı; çok kısa zamanda ölüm anını sorguladı.

 Demek sıra bana gelmişti; niye öldürecekler beni? Herhangi bir ihale işi, kaçakçılık ve bir başka ölümü hak edecek ne yapmıştım. Hangi derinin kurbağalarını ürkütmüştüm? Müslüman mahallesinde say longoz da satmamıştım; ezanın Türkçe okutulması için büyük uğraşlar vermemiştim; niçin öldürülecektim? Yazılarım ılımlı, kendi saflığı içinde yol gösterici olarak bilinirken, ağır ağır akan dere; çok hafif eser rüzgâr birilerini rahatsız mı etmişti?

 Ter beyazdan karaya dönüşürken neyse ki uyanmıştım. Bir rüyanın korkusuydu; ölüm korkusu, öldürülme korkusu; belki de her şeyin bitip tekrar başlayacağı anın korkusu…

 Yeğen Özkan’ın rüyamda verdiği ölüm haberi; derhal şu soruyu aklı getirmişti rüya âlemi bile olsa; demek sıra bana gelmişti. Hâlbuki şimdiki sıra ölüm sırası değil içeriye atılıp başka ölümlerin sırasıydı: Bekleyerek, tükenerek, pes ederek, yalvararak-yakararak ölmenin sırası…

Makedonya Kralı İskender’in hikâyesi; İskender’e bir gün camdan yapılmış şahane bir yemek takımı hediye etmişler. Fakat çok beğendiği halde, hediyelerin hepsini kırmış.

Neden kırdınız? Hediyeleri güzel bulmadınız mı? Diye sorulunca İskender; “ Bilhassa, güzel oldukları için onları kırdım”, karşılığını vermiş.

 O kadar güzeller ki sonradan onları yitirmek, bana daha zor gelecekti. Çünkü nasıl olsa zamanla birer birer kırılacaklar ve ben şimdikinden daha çok üzülecektim.

 Bu hikâyeyi irdeleyen yazar-filozof şöyle bir değerlendirmede bulunuyor; Bu hikâye basit ve saftır. Ama aynı zamanda şaşırtıcıdır da. Acı bir anlamı vardır. Bu düşünceye göre insan sevebileceği her şeyden vazgeçmesi gerekir; sevdiklerini yitirip üzülmesi kaçınılmaz bir sonuçtur çünkü. Yitirmemek için sevgiden vazgeçmek zorundasınız. Başkası yok etmesin diye, kendi sevgimizi kendimiz yok etmek zorundayız. Acı çekmek ihtimali olduğu için her türlü bağlılıktan kaçınmalıyız.

 Kaba, umutsuz bir anlamdı bu. Bütün sevdiğimiz şeyleri kendimiz yok edemeyiz. Bunları başkasının yok etmesine imkân kalır daima.

 Filozofluğa yakın olan yazar irdelemenin sonunda sevdiklerimizi daha sonra kaybedeceğiz diye kendi kendimizin yok etmesinin anlamsız ve kaba olduğunu; bu yok edişin başkaları tarafından yerine geleceği anlatılıyor.

 Makedonya Kralı gibi daha kırılmadan kırmayı yok etmeyi, nasıl olsa üzüleceğim, diyerek muhteşem, harika diye kabul ettiklerimizi yok eden bir sürü yok ediş taraftarı var. İşte bu yüzdendir ki büyük insan kitlelerine benzemeyen ve nedense çok sevildikleri için bir sürü insan katledildi bu ülkede. Her şeyden önce sevdiğimiz, yazarlar, şairler ve değer öğreticiler ve kültürler; katledildikten sonra da yok etmeye devam ettik. İnsanları yok ediyorken, en çok sevdiğimiz, uğurunda savaştığımız; namusumuz, onurumuz, her şeyimiz dediğimiz ülkemizi de yok ediyoruz!

 Niçin? Çok sevdiğimiz için! Nasıl olsa başkaları yok edecek; en iyisi daha sonra üzülmeyelim diye… Ama doğrusu, en doğrusu böyle mi? Değil! İsterseniz denemek için birkaç turistlik yerimizi; örneğin Tekirdağ’ın Ganoslar Bölgesini, Kastrosunu, Kırklareli’nin İğne Adasını, Kıyı Köyünü elli yıllığına Almanlara, Fransızlara kiraya verin; verin de temizlik, düzen, intizam ve tanıtım nasıl olur bir güzel görün!

 Daha iyi görmek ve anlamak istiyorsanız, içinde bulunduğunuz aracı ağır ağır turistlik bölgelerimize sürün. Her piknik yerini, her mola yerini işgal etmiş insan pisliklerini; soylu insan sevgilerini görün de nasıl yok ettiğimizi bir güzel anlayarak sarsılın… Sarsılacak, algılayacak ve fark edecek gerçeklerle karşı karşıya gelecek soylu cesaretlerimiz varsa…

Güven Serin








10 Ekim 2011 Pazartesi

BİLİNENDEN BİLİNMEYENE GİTMEK

Kamera; Güven  Bezciyan İlköğretim Okulu-Kumkapı
Taşın insan eli ile görsel bir şölene dönüştüğü,
insanın'çocukların' insan beyni ile güzelliğe eriştiği
bir yer. Şimdi 160 öğrenci eğitim görüyor taş
ve mermerin aşk yaşadığı bu yerde.

Kamera; Güven  Meryem Ana Kilisesi
Aslında şu an kullanılan ana kapı görevi yapan
bu kapıdır. Kiliselerin bulunduğu yere buradan
giriliyor. İstenirse her binanın kendi kullanım
kapısıda var.

Kamera; Güven  Ermeni Patrikliği
Patriklik yönetim merkezi 1641 yılında
Samatya'dan Kumkapı'da bulunan
Meryam Ana Kilisesinin karşısına
taşınmıştır. Bu sebeple tam karşısında
bulunan Meryem Ana Kilisesi de
Patriklik Kilisesi ünvanını kazanmıştır.

Kamera : Güven İç Mekan
Bu avluda üç kilise iki küçü bina bulunuyor.
Bir arada uyumlu bir görüntü oluşturmuşlar.


Kamera: Güven Meryem Ana Kilisesi-Kumkapı
Hâla ibadet yeri olarak kullanılan tek yapı.
Pazarları yapılan ayin, gönlünde sevgi olan her kişiye
açık...


Kamera; Güven Meryem Ana Kilisesi
Hıristiyanlarca yarı kutsal olan yer ile tam kutsal olan
yerlerin görüntüsü. Koronun bulunduğu yer; yarı
kutsal. Koronun hemen önü papazın bulunduğu tam
kutsal yer; vaftiz burada yapılıyor.


Kamera; Güven  Vortvost Vorodman Kilisesi
Açık Kapı Festivali görülecek yerlerden birisi de bu
binadır. Neredeyse tam bir virane olmuş, artık
kullanılamayacak hale gelmiş bina; ustalık ve
büyük emeklerle yaklaşık 9 ay içerisinde
ayağa kaldırılmış. Birçok bölümü yenilense de
inanç için gelmiş, inanmının şefkatini aramış ve
burada Tanrıyı bulmuş insanların ruh izlerini
görebilirsiniz...


Kamera; Güven Vorodman Kilisesi
"Gök gürültüsünün Çocukları"

Rehberimiz bu festivali organize eden mimarlardan
birisi. Sabırlıydı, öğretileri anlatmaya inanmıştı. Ve
insanca gülümsüyordu; yalnız insanca...


Kamera; Güven Vorodman Kilisesi
Yenilenmiş şimdi Kültür Merkezi olarak
kullanılacak. Bazen eski günleri anmak adına
ayinler düzenlenecek.

Kamera; Güven
Gök Gürültüsünün Çocukları Kilisesi
Bir etkinlik, bir öğrenim bilinenden bilinmeyene ve
oradan da bilgiye, saygıya ve sevgiye daha dönüştü.
Taşa, mermere usta eller ile hayat vermiş
tüm Ermeni ustaların önünde minnet ile eğiliyorum.


BİLİNENDEN BİLİNMEYENE GİTMEK



 Bilinenlerde oyalanan insanoğlu bilinmeyene gitmenin zorluğunu hissettikçe aynı yerde saymaya başlar. Bilinenlerden bilinmeyene yol almak; zorlukları da, sürprizleri de büyük bir heyecan içinde göğüslemek demektir…

Bilinenden bilinmeyene büyük bir merakla yol almış en önemli insanlardan birisi de Evliya Çelebidir. Orhan Burian Evliya Çelebi için şöyle diyor;

“ Osmanlı-Türk uygarlığını yaratan ulusu, işi gücü, eğlencesi, bilgisi, insanı, huyu, gidişi, kısaca bütün yükseklikleri ve küçüklükleriyle temsil edebilecek önemli bir yazar çıkarmak, altı yüz yılda nesrimize ancak bir kere nasip olmuştur: O da Evliya Çelebi’nin eseridir. Dilimizin de düşünce dünyamızın da tek büyük klasiği odur…”

 UNESCO, dil, halk bilimi ve sanat tarihi, topografya, dinler tarihi ve yerel tarihi araştırmalarının Evliya Çelebi ve Seyahatnamesini 2011 yılında anılmaya uygun gördü. Evliya Çelebi’nin doğumunun 400. yılında.

 Şimdiye kadar anılmaya değer görülen Atatürk, Farabi, İbni Sina, Tevfik Fikret, Mevlana, Hasan Âli Yücel’in yanlarına katıldı.

 UNESCO Evliya Çelebi’nin 400. yılını unutmayıp aslında unutulmayacak Çelebi’yi tekrar anlama fırsatını bir kez daha hatırlatmış oluyor. İnsanı ve insanlığı zalim kavgalardan, kin ve nefretlerden uzaklaştıracak en önemli yararlardan birisi de gezerek, görerek anlamaktır.

 2011 yılı bitmek tükenmek bilmeyen etkinliklere bir yenisini daha ekledi. Açık Kapı Festivali! Arkitera Mimarlık Merkezi tarafından düzenlenmiş olan Festival İstanbul’da bulunan onlarca mekânın açılması ve 1–9 Ekim tarihleri arasında ziyaretçiler ile buluşması anlamına geliyor.

 Nasıl ki öğrenmeye aç beyinlerimiz sürekli öğrenerek beslenip hayat buluyorsa bende öğrenmeye, tanımaya aç olduğum bazı binaları bu festival sayesinde tanıma fırsatı buldum. Açlığım öylesine fazla olmasına rağmen istediğim yerlerden yalnızca birisini görebildim. Olayları olumsuzluk neşesizliği ile değerlendirmek yerine bana sunulan bir tek yer olan Vortvost Vorodman Kilisesini görmek için yollara koyuldum. Tıpkı neredeyse tüm hayatı boyunca gezen ve insanlığa büyük bir eser bırakan Evliya Çelebi gibi.

 Vortvost Vorodman bir Ermeni Kilisesi. Geçmiş yüzyılda şehrimizde ve ülkemizde yaşamış ve şimdi az da olsa yaşayan Ermeni vatandaşlarımızın ibadet yeri. Bu çalışmaya ismini veren yazı başlığım bu gezinin ana felsefesi oldu. Bilinenden bilinmeyene gitmek; festivale başvurup da gidemediğim diğer mekânların hüznünü bir kenara bırakıp yeni yepyeni öğrenimler adına Kumkapı’ya gittim. Etkinliği organize eden Arkitera Mimarlık bize bu etkinliği anlatacak ve bu yapıyı en iyi bir şekilde tanıyan bir rehber; aynı zamanda bir mimar olan değerli bir insanı yollamış.

 Kumkapı buluşma yerimize tam 1 saat önceden geldim. Kilise görevlisinin izni ile içeri girdim. Taş ve mermerin sanat ile buluştuğu yerde beslenme başlamış oldu. Burası bir kilise değil üç kiliseden iki küçük bina ve bir okuldan oluşmuş önemli bir ibadet ve eğitim merkezi. Bir tek kilise görmeye gitmiş olmanın heyecanı tam bir sürpriz ile kim bilir kaç katına çıktı? Bu yüzden öğrenme, görme adına alınacak hiçbir yol kayıp değildir. Sadece günün ilk ışıkları ile yola koyulup biraz emek ve sabır ile bedeninizi hareket ettirmek yeterli.

 Bu kilise toplulukları içinde en son onarılan daha doğrusu Cumhuriyet döneminde ilk kez devletin de katkıları ile yenilenen yapı Vortvost Vorodman Ermeni Kilisesi olmuş. Bu bilgi adına sevindim. İçimizde bulunan farklı kültürler ile aynı ülkenin kaderini, olumlu olumsuz her şeyini paylaşırken onların inançlarına saygı duyup yeterince acı çekmiş insanların biraz olsun teselli bulması beni mutlu etti.

Vortvost Vorodman Kilisesi bugün kültür amaçlı kullanılacak. Çünkü aynı bahçede hâla kilise olarak kullanılan çok önemli bir kilise daha var; Meryem Ana Kilisesi. Bu taş yapının, mermer ve ahşap ile buluştuğu yerden de Allaha ve sevgiye sesleniliyor. Tıpkı, Camilerimizden, Sinagoglardan da olduğu gibi! Dinler, daha güzele, daha iyiye, daha barışa yaklaşmak amaçlı da olsa istenilen yaklaşım tam manası ile yapılamamıştır.

 Ama insanlığı yanıltan savaşları, yok edişleri biraz akıl, biraz sanat, felsefe ile destekler ve adaletin hukukunu da doğru uygularsak işte o zaman yüzyıllardır süzülerek bu ülkenin içinde filizlenen her türlü kültürlerin muhteşem eserlerini, seslerini duyar ve görürüz. Ne kin, ne de öfkeler duyarak.

 Osmanlı Evliya Çelebi’nin farkında bile değildi. Evliya Çelebi 17.yüzyılda imparatorluğun olgun döneminde yaşadı. Seyahat tutkusu, öğrenme ve yazma merakı sayesinde gezdiği bütün yerlerin, alışkanlıklarını, dillerini, kitabelerini, anıtlarını belgeledi. Mısır’da öldükten sonra eseri İstanbul’a getirildi. Birkaç kopyası çıkarıldı. Bütün yazmaları İstanbul’da birkaç kütüphane’nin raflarına, sessiz loşluğuna öylesine; sessizce ve kimsesizce gömüldü. Bu nedenle, yazdıkları ve söyledikleri uzun bir zaman; iki yüzyıl kadar kimsenin dikkatini çekmedi.

Evliya’yı keşfedin Hammer oldu. Asıl önemi ise bilim insanı Tchilhatcheff tarafından anlaşılır.

 Aslında her insan kendi dönemi ve kendi imkânları ile bir Evliya Çelebi olabilir. İlkönce kendi kendini tanımaya başlayarak ve tabiatın altın kuralı olan hareketi; öğrenmeye, bilmeye, tanımaya doğru ilerleten adımları korkusuzca atarak…

 Böyle bir günün sonunda biraz hareketin yardımı ile sadece bir tek kilise görmek amaçlı gittiğim Kumkapı’da üç kilise, bir patrikhane ve bir okul gördüm. Bizle aynı ülkenin kaderini paylaşan Ermeni vatandaşlarımızın üretkenliklerini, bir gün sonraki kutlama günü için yapmış oldukları hazırlıkları gördüm; tıpkı bizlerin insanca heyecanları gibi, anlaşılan, fark edilen her topluluk gibi; yaşamın her an bize yüklediği var olmamızı anlamlı kılan heyecanları…

GÜVEN SERİN