Sayfalar

12 Ekim 2011 Çarşamba

SENİ ÇOK SEVİYORUZ; ÖLDÜRÜN

Kamera; Yunus  Ganoslar-Tekirdağ
Bazen çok sevdiğimiz için yeşili bazen de
yeşili seven insanı yokettik çok seviyoruz diye.

Kamera; Tamer Kaptan Ganoslar
Bazen uzayı düşler insan;yüzbinlerlerce km
öteye gider; milyonlarca km ötesini gözler;
ama adımların aldığı yolun huzurun arar
yinede. Toprağı, çiçeği, sıradan
bir otu, kelebeği, küçük çalışkan arıyı
özler; kaybettikçe daha da özleyeceğiz;
eşi bulunmaz gezegenin soylu canlılarını;
kaybettikçe eğlenecek azınlıkta kalan
canlılar bizle.


Kamera; Güven Ganoslar Yeniköy üstü
Keçiler,kınalı, ak sakallı, gururlu, bilge görünüşlü
güzel hayvanlar,Sevdikçe,besledikçe tükettik
ardımıza bile bakmadan; semirdikçe semirdik...
Etinden,sütünden, postundan yararlandığımız nice hayvan
gibi onları da unuttuk gitti; büyük insan unutuşlarından.
SENİ ÇOK SEVİYORUZ; ÖLDÜRÜN



Telefonda beni arayan yeğenim Özkan’dı. Sesindeki telaş, görevini yapıncaya kadar; yani bana söyleyeceği önemli habere kadardı. Kulağıma söylenen ses; ses olmaktan çıkmış buza dönüşmüştü.

“ Kendine dikkat et, seni öldüreceklermiş” diyordu kendi görevini yapan ve sıradanmış gibi telefonu kapatan ses. İş başa düşünce düşünemeyen soylu beyinlerimiz ölüm korkusunu duyunca ne kadar güzel çalışıp ne büyük yol alıyor çok kısa zamanda. Benim beynimde öyle yaptı; çok kısa zamanda ölüm anını sorguladı.

 Demek sıra bana gelmişti; niye öldürecekler beni? Herhangi bir ihale işi, kaçakçılık ve bir başka ölümü hak edecek ne yapmıştım. Hangi derinin kurbağalarını ürkütmüştüm? Müslüman mahallesinde say longoz da satmamıştım; ezanın Türkçe okutulması için büyük uğraşlar vermemiştim; niçin öldürülecektim? Yazılarım ılımlı, kendi saflığı içinde yol gösterici olarak bilinirken, ağır ağır akan dere; çok hafif eser rüzgâr birilerini rahatsız mı etmişti?

 Ter beyazdan karaya dönüşürken neyse ki uyanmıştım. Bir rüyanın korkusuydu; ölüm korkusu, öldürülme korkusu; belki de her şeyin bitip tekrar başlayacağı anın korkusu…

 Yeğen Özkan’ın rüyamda verdiği ölüm haberi; derhal şu soruyu aklı getirmişti rüya âlemi bile olsa; demek sıra bana gelmişti. Hâlbuki şimdiki sıra ölüm sırası değil içeriye atılıp başka ölümlerin sırasıydı: Bekleyerek, tükenerek, pes ederek, yalvararak-yakararak ölmenin sırası…

Makedonya Kralı İskender’in hikâyesi; İskender’e bir gün camdan yapılmış şahane bir yemek takımı hediye etmişler. Fakat çok beğendiği halde, hediyelerin hepsini kırmış.

Neden kırdınız? Hediyeleri güzel bulmadınız mı? Diye sorulunca İskender; “ Bilhassa, güzel oldukları için onları kırdım”, karşılığını vermiş.

 O kadar güzeller ki sonradan onları yitirmek, bana daha zor gelecekti. Çünkü nasıl olsa zamanla birer birer kırılacaklar ve ben şimdikinden daha çok üzülecektim.

 Bu hikâyeyi irdeleyen yazar-filozof şöyle bir değerlendirmede bulunuyor; Bu hikâye basit ve saftır. Ama aynı zamanda şaşırtıcıdır da. Acı bir anlamı vardır. Bu düşünceye göre insan sevebileceği her şeyden vazgeçmesi gerekir; sevdiklerini yitirip üzülmesi kaçınılmaz bir sonuçtur çünkü. Yitirmemek için sevgiden vazgeçmek zorundasınız. Başkası yok etmesin diye, kendi sevgimizi kendimiz yok etmek zorundayız. Acı çekmek ihtimali olduğu için her türlü bağlılıktan kaçınmalıyız.

 Kaba, umutsuz bir anlamdı bu. Bütün sevdiğimiz şeyleri kendimiz yok edemeyiz. Bunları başkasının yok etmesine imkân kalır daima.

 Filozofluğa yakın olan yazar irdelemenin sonunda sevdiklerimizi daha sonra kaybedeceğiz diye kendi kendimizin yok etmesinin anlamsız ve kaba olduğunu; bu yok edişin başkaları tarafından yerine geleceği anlatılıyor.

 Makedonya Kralı gibi daha kırılmadan kırmayı yok etmeyi, nasıl olsa üzüleceğim, diyerek muhteşem, harika diye kabul ettiklerimizi yok eden bir sürü yok ediş taraftarı var. İşte bu yüzdendir ki büyük insan kitlelerine benzemeyen ve nedense çok sevildikleri için bir sürü insan katledildi bu ülkede. Her şeyden önce sevdiğimiz, yazarlar, şairler ve değer öğreticiler ve kültürler; katledildikten sonra da yok etmeye devam ettik. İnsanları yok ediyorken, en çok sevdiğimiz, uğurunda savaştığımız; namusumuz, onurumuz, her şeyimiz dediğimiz ülkemizi de yok ediyoruz!

 Niçin? Çok sevdiğimiz için! Nasıl olsa başkaları yok edecek; en iyisi daha sonra üzülmeyelim diye… Ama doğrusu, en doğrusu böyle mi? Değil! İsterseniz denemek için birkaç turistlik yerimizi; örneğin Tekirdağ’ın Ganoslar Bölgesini, Kastrosunu, Kırklareli’nin İğne Adasını, Kıyı Köyünü elli yıllığına Almanlara, Fransızlara kiraya verin; verin de temizlik, düzen, intizam ve tanıtım nasıl olur bir güzel görün!

 Daha iyi görmek ve anlamak istiyorsanız, içinde bulunduğunuz aracı ağır ağır turistlik bölgelerimize sürün. Her piknik yerini, her mola yerini işgal etmiş insan pisliklerini; soylu insan sevgilerini görün de nasıl yok ettiğimizi bir güzel anlayarak sarsılın… Sarsılacak, algılayacak ve fark edecek gerçeklerle karşı karşıya gelecek soylu cesaretlerimiz varsa…

Güven Serin








2 yorum:

  1. Birileri beni fena halde kırdı. İskender mantığı ile mi dersiniz?

    Bu öyküyü çok düşündürücü buldum. İzniniz olursa bloğumda paylaşabilir miyim?

    YanıtlaSil
  2. Evet, belki de İskender'in mantığı iledir! Ama inanın ki tabiatın değişimi gibi algılayın o kırılmayı; tabiatın rüzgarı, yağmuru gibi; dönüşüm için şart olan gereksinim gibi... Rica ediyorum.

    Elbette paylaşırsanız sevinirim.

    YanıtlaSil