Sayfalar

29 Haziran 2011 Çarşamba

KARANFİLLER ÇİÇEK AÇTI

İ
Kamera; Güven  - Karanfiller
Geçmiş ile gelecek arasında muhteşem bir
köprü gibi dururlar.
KARANFİLLER ÇİÇEK AÇTI



 İnsanın geçmişi ile ödenemeyecek hesapları vardır. Geçmiş, bugüne çok önemli katkılar yaparak hafızalara kazınır. İnsanı insanlaştıran ve farklı kılan da hatıralarının oluşu, bazı yaşanmışlıkları unutmamasıdır. Hiç hatırlamasaydık, her öğrenileni unutmak gibi sorunumuz olsaydı, geçmişimiz de olmazdı. Varken, yok sayılırdı…

 Israrla arayıp da Hamide Hanım sayesinde bulduğum karanfiller çiçek açtı. Ninelerimizin, annelerimizin o güzel karanfilleri. Bildiğimiz ticaret malı olan karanfillerden değil elbet! Kerpiç evlerin, toprak testilerin, gaz lambaların olduğu zamanların en doğal çiçeklerinden birisidir karanfil.

 Önce, zambaklar, Sümbüller, erguvanlar, güller, yaseminler, menekşeler açar. Ve sonra, bir assolist gibi sahneye karanfil çıkar. Kırmızı, pembe ve beyazını tanıdık çocukluğumuzun çiçek saksılarında. Kireç kokan evlerin sundurmalarındaki asılı duran saksılarda karanfiller olurdu. Yeşil ve uzun saplarından aşağı sarkan karanfillerin çiçekleri gösterişli renklerine, alımlı duruşlarına ve muhteşem kokularına bürünürler. Hangi çiçeği kokarsanız kokun birkaç kez elinize aldınız mı, ona doyamadan birkaç koklayışın vedasını yaparsınız.

 Karanfil dalından koparıldıktan sonra da yaşamaya, koku salmaya, endamlı duruşu ile bir kadın gibi alımlı bir şekilde yanınızda kalmaya devam eder. Onu ne kadar koklarsanız koklayın, incindim, yoruldum demez size. Mutlu eder, ağır kadın gibi sarmalar ve genç bir sevgili gibi şehvetin gizli köşesine davet eder sizi.

 Bir arkadaşı aradım ve karanfiller çiçek açtı, dedim. Gülümsedi telefonun ucundaki ses. Aynı karanfil gibi ağır ve kendinden emin, yaşamdan zevk aldığı, yaşamı başkaları istediği için değil kendi seçtiği için mutlu olan birinin iç çekişi ile “karanfiller bizim geçmişimiz, her şeyimiz” dedi…

 Sen en çok hangisini seversin? Kadife kırmızısını. Peki, karanfillerin geldiği, yetiştiği zamanlarda insanlar cahilliklerini, parasızlıklarını, teknolojik yoksunluklarını nasıl anlatırlardı? Mahcubiyet içinde ama alın terlerini de akıtarak. Kitaptan yoksun olabilirlerdi ama öğretmenden, öğretilerden, felsefelerden yoksun değillerdi.

 Ya şimdi; insanlar okumuş ve aydın ve zengin olmakla övünüyorlar; sence nasıl bir durum bu? Zor bir soru ama bence hastalıklı bir durum. Karanfillerin duruşu gibi gerçekçi ve sağlam değil. Aynı insan bir gün yoksulluk acıları içinde isyan ederken, bir gün sonra almış olduğu ev ve araba ile övünüp çalım satıyor. Karanfiller öyle mi? Kokuları hep bildik kokular; yüzyıllar öncesinin kokuları ve duruşları.

 Bir başka arkadaşımı arayıp, karanfiller çiçek açtı, gördün mü dedim! Nerede, nerede o eski karanfiller kalmadı ki, dedi. Ararsan bulursun, bu kadar tüketir, bu kadar unutur, bu kadar da gereksiz seversek; ne karanfil kalır, ne aşk, ne romantizm…

 Senin için ne ifade ederdi çocukluğumuzun pembe, beyaz, kırmızı ve buğulu kokulu karanfilleri? Çok şey! Ama ilkönce sevgili; sevgiliyi hatırlatır o masum karanfiller. Bir de bahçemizdeki sümbülleri, erguvanları, gülleri, zambakları…

 Bu yazıyı kaleme alırken teknolojinin nimetlerinden faydalanıp internette bulunan dostlarıma da; karanfiller çiçek açtı, ne düşünüyorsunuz sorusunu epeyce tekrarladım. Karanfili, kokusunu, endamını, dayanıklılığını, güzelliğini hiç kimse unutmamış. Orta yaşta olan herkesin geçmişi aynı zamanda karanfil! Yaşlı olan o güzel ve dingin insanların da geçmişi ile geleceği sanki. Çünkü bugün karanfiller hâla yok olmadıysa, geçmişin o güzel kokularını, duruşlarını yaşatıyorlarsa yaşlılarımızın evlerinde, küçücük balkonlarında karanfillerin çiçek açışlarını izleme meraklarındandır…

 Karanfiller çiçek açtı; kim bilir kaç yüzyıldır açtıkları gibi. Karanfiller muhtemelen insanoğlundan çok önceleri de çiçek açıyordu; dağların yamaçlarında, yaylalarında, vadilerinde. Gezdiğim dağlarda yaban karanfillerine hep rastlarım…

 Karanfiller insanın elleri, ayakları ve beyni ile oluşturduğu bütün çağları gördü ve tanıklık etti. Komşulukları, tuz, gaz ve yağ için birbirine olan muhtaçlıkları gördü. Göçleri, açlıkları, kıtlıkları gördü. Kara sevdaları, nasırlı elleri, taptaze tereyağı kokularını, ekmeğin buğday halini, fırın kokusunu gördüler. Sevgilinin mendiline, mektuplarına şahit oldular. Sonra, taze gelinlerin kınalı ellerine baktılar. Kadının süt veren göğüslerine, sütü içen bebek kadar, yakındılar hep…

 Uzun savaşlar çok kısa barışlar gördüler. Adı ilk, orta, karanlık çağdı insanoğlu için; karanfil için; soğuklar, büzülme, uykuya yatma, mağarasına çekilme zamanıydı. Sıcaklar gelince karanfil: tüm endamını, doğal besinlerden; toprak, su ve güneşten alarak karanfilin tüm güzelliğini ortaya çıkarma zamanıdır…

 İnsanlığın her mertebesine ulaşmış insanlar yalan atar, sözlerinde durmazlar ve bütün gün ahlaktan söz ederken çalmayı-çarpmayı kurnaz ve zekilik terazisinde yüceltirlerken; karanfil ne çalar, ne çırpar ne de yalan söyler! Karanfil zamanı gelince açar ve aylarca sizi mutlu edecek görselliğin, şehvetin, huzurun; geçmiş ile bugün arasında, geleceğe uzanan bir güvence gibi size selam eder…

Güven Serin

27 Haziran 2011 Pazartesi

RÜYALARIN DİLİ

Kamera; Güven   -   Çeşme
Bazı zaman sanatçı; sanatına taşıdığı
portrelerde rüyalara adanmış, gerçek
hayatı rüyaların olanaksızlığının tersi, olanaklı
hale getiren güzel insanlara adar...
Toplumlarda, ressamlar,şairler,yazarlar,
filozoflar kısacası, bir şey üreten
ziraat işçileri dahi olmasaydı; boşluk,
huzur taşıyan rüyadan çok, karabasan
ne kadar çok ve bol, aynı zamanda
kesintisiz olurdu...

Kamera; Güven - Çeşme
Bazen, rüyalar kadar güzel gerçekler vardır.
Bir sanat eseri kadar somut ve aynı zamanda
derin gerçekleri bir rüya gibi gösterir size.
Savaşın,kibirin, muhteşem görkemin; huzur ve
sevmenin, sevilmenin yanında hiçbir
şey olduğunu anlatmak için...

RÜYALARIN DİLİ


 Epey zamandan beri Hüsmen dayıdan haber vermiyordum sizlere. Belki de Hüsmen dayı ile aramızın açık olduğunu düşünenler bile vardır. Birbirine inanmış iki insanın arkadaşlığı onlarca yıl devam ettiğine göre, sıradan sebeplerden de bozulacağına inanmıyorum. Hüsmen dayı da, ben de arkadaşlıklarda istikrara inanmış iki insanız. Onda da zorlama yok, bende de. Onun da farklı karakterde bir sürü arkadaşı var, benim de…

 Hüsmen dayı ile her karşılaşmamızda yaşadığım en önemli sorun; bütçemin delinmesidir. Keyfine, damak tadına, midesine, zevkine düşkün bir insan olduğu için onu ağırlayacağınız zaman maaşınızı yeni almış olmanın yanında cebiniz dolu olmalı. Tatlıyı, tuzluyu, ekşiyi, acıyı; rakının buzlu olanını, şarabın yıllanmışını, kadının rüyalarda gezinen tanrıçasını sever o.

 Fakat ne olduysa olmuş Hüsmen dayı kırk yılda bir sevap işlemeye kalkıp öğle yemeğini ben söyleyeceğim, dedi. İnanamadım; birkaç kere tekrarlattım. Yemek heyecanı ve eğlencesi çabuk bitti bitmesine ama Hüsmen dayının amacı da çıktı ortaya. Gördüğü rüyadan öyle etkilenmiş ki bu rüyayı benle paylaşmadan başka rüyalara, başka gecelere geçmeden muhakkak dinlemelisin dedi. Yapma, etme, bugün işim var desem de; çaresiz iki saatimi bir yemek uğruna kaybettim.

 Hüsmen dayının rüyası da öyle sıradan rüyalardan değil hani! Dinledikçe dinleyeceğim geldi. Renk, ses, romantizm, macera, sıra dışılık hepsi vardı bir gün önce gördüğü rüyada.

 Hüsmen dayı tuhaf bir insan. Aklı, ilmi, felsefeyi ne kadar seviyorsa, rüyaların mistisizmine de o kadar inanıyor. Sanki rüyası, benim yanımda gerçek hayatta da devam ediyordu.

 Doldum, taştım evlat! Ülke gündemi, dünya gündemi derken, bize ait yaşamları koskoca bir “hiç” haline getirdiğimizi anladım, dedi.

 Hüsmen dayı, yaşın önemli olmadığnıı, asıl olan hisler ile bütünleşen ruhumuzun bedene inanılmaz bir tazelik aşıladığını da söyledi.

Ama asıl derdi, bir rüyaydı Hüsmen dayının. Rüyasının içinde bende varmışım! Rüyalara oldum olalı kafa yormasam da, bazen, ilginçliklerine, yaratıcılıklarına, renk ve kokularına hayretle bakıyorum.

 Hüsmen dayı rüyasından o kadar etkilenmiş ki iki de birde Aze diyor. Aze, muhteşem güzellik… Aze, muhteşem beden ve unutulmaz gülümseyişin kadını…

Nedir bu Aze hikâyesi Hüsmen dayı? Benimde konuk olduğum rüyayı anlatmaya başladı;

 Rüyadaki sıra dışılık imkânsız bir olguyla başlıyor. Güya, Hüsmen dayı ile vadileri, tepeleri aşmış en sonunda Ganos tepelerine kadar alçalan ay’ın üzerine binmişiz. Sonra ay, inanılmaz bir hızla yükselirken dünyadan uzaklaşıyoruz diye ben, korkmuş, korkunun çığlıklarını atmışım. Koskoca ay, uçan dev bir balon gibi dünya atmosferinde bize küçük bir seyahat yaşattıktan sonra bizi tekrar Marmara denizinin üzerinden Ganos tepelerine getirmiş. Dünyanın bütün bilim adamları, teknolojileri bir araya gelse, ay’ı dünyaya bu kadar yaklaştırma şansları olmayacaktır. Ama muhteşem bir güç; yani rüya sayesinde ay, dünyaya inecek, konacak kadar yaklaşmış…

 Hüsmen dayı hâla ay ile yaptığı dünya yolculuğu heyecanını bir tedavi uzmanı gibi yaşıyordu. Rüyasını kaldığı yerden anlatmaya devam etti. Sonra, bize gittik. Yedik, içtik, eğlendik ve dinlenmek, uyumak adına odalarımıza çekildik. Rüya bu ya, Hüsmen dayı kırk yıllık kadınına sarılır sarılmaz, onun başını okşar okşamaz; ak saçlı kadını gitmiş, siyah saçlı ayın on dördü gibi ay parçası bir kadın çıkıvermiş yatağın içinden.

 Hüsmen dayı ayın on dördü gibi kadını, büyük bir şaşkınlık ve elinden kaçmış, onu terk etmiş bir sevgili gibi yoğunlaşarak, sesi titremeye başladı. Onun heyecanını daha bir körüklemek için; ay parçası, elma yarısı, peri kızı bir güze miydi gördüğün Hüsmen dayı? Aynısı be evlat, tam tarif ettiğin gibi bir peri kızı!

 Sonra Hüsmen dayı! Sonra evlat; bu peri kızı, yani ay parçası, elma yarısı kadın ben Aze’yim dedi. Ben şaşkın, ben tutulmuş, ben bedenimden sıyrılmış bir ruh gibi; kırk yıllık yengeni unutup; Aze sen ne büyük bir güzelliksin dediğimde Aze uzandı yumuşacık parmakları ile dudaklarımı kapattı. Dudağıma dokunan parmaklardaki koku, bin bir çiçeğin kokusu gibiydi. Ne bir gül, ne bir karanfil, ne bir yasemin ve leylaktı; sanki terazi hepsini aynı kararlılıkta dengeleyip öyle bir koku icat etmişti.

 Aze’ye nereden geliyorsun, burada ne yapıyorsun dediğimde de bana; unutma ben Aze’yim, ben sevilmekten çok sevmek için geldim. Ben sevilmekten çok sevmek için varım, dedi.

 Hüsmen dayı ay yolculuğu heyecanını çoktan unutmuş, Aze’yi anlatırken adet ah kılıktan kılığa giriyordu. Birkaç kez sakin olmasını, Türk kahvesi ile rahatlaması için çalıştıysam da Hüsmen dayı, rüyasında gördüğü Aze için yanıp tutuşuyordu.

 Sonra Hüsmen dayı; Aze elinden kaçtı mı? Yoksa yenge uyanınca sen Aze diye sayıklarken sana birkaç Osmanlı tokadı mı hediye etti. Yok, be evlat, Aze o konuşmadan sonra üzerindeki şeffaf elbiseyi çıkardı. Çırılçıplak kaldı. Ama ne bir utanma, ne bir korku vardı gözlerinde. Ne de beni yatağa davet eden şehvetli bir çağrı. Bir savaşçı gibi mutlu, inançlı ve kadınsı bakışlar arasından bana el salladı. Savaşmaya giden savaşçı donanımını yaparken, Aze tam tersini üzerinde olan giysiyi olduğu gibi çıkarıp öylece sislerin ardından yok olup gitti.

 Aze giderken bile; unutma ben Aze’yim, benim sağım, solum belli olmaz. Ben sevilmekten çok sevmek için varım. Bana vurulan değil benim vurulmuş olmam önemlidir dediğinde Aze de rüya da gitmişti evlat.

 Hüsmen dayı yanlış yere gelmişti. Ben rüya yorumlamakta, fal bakmakta hiçbir bilgiye sahip birisi değildim. Ama hâla Aze’in etkisi altında rüya âlemi içinde bana gelen Hüsmen dayı, yemek, kahve ve rüyasını bitirdikten sonra gerçek hayatta olduğunu anlamış olacak ki, yengen benden bir şeyler istemişti onları bir an önce alayım, yoksa… Deyip o da Aze gibi geldiği gibi gitti.

Ne diyelim; böyle rüyalar dostlar başına…

Güven Serin















 

25 Haziran 2011 Cumartesi

HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR

Kamera; Güven   İda (Kaz) Dağları


HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR


 Yağmurlar yağıyor nisan yağmurlarına benzer. Ganos (Işıklar), Istranca (Yıldız), İda (Kaz) Dağları, yeşile adanmış bir şekilde yeşilden; bin bir çiçeğin renginden tapınaklar kuruluyor bir bir… Zeus, yıllardır bitmemiş savaşa, Truva’ya bakıyor; “yenişemediler, bu yılda olmadı” diyor onca kanın aktığı, gövdelerin birbirinden ayrıldığı tepelerin ardındaki ovada.

 Bir karga ağaçkakanı taklit edercesine oynuyor ağacın dalı-budağıyla. Yaşlı bir bilge gibi ustanın dizelerini seslendiriyor bana:

Hava kurşun gibi ağır!
Bağır,
Bağır,
Bağırıyorum.
Koşun, kurşun eritmeye çağırıyorum…

 Bir pehlivan çıkıyor ortaya. Kaslı ve yağlı vücudu, yaşlanma ve ölme meydan okuyor. Kispeti Amerikan bizonlarının derisinden yapılma. Kargaya doğru sert bir bakış içinde, bir elinde mızrağını, bir elinde okunu ve sırtında taşıdığı gaz pompasını gösteriyor.

Sus, ey münasebetsiz karga, sus artık; git kendine tüneyecek başka ağaç-çöplük ara, diyor zaferden yeni çıkmış azametli pehlivan.

Karga, oralı bile olmuyor ama Amerikan donlu pehlivanın mesafesini de tayin ediyor kurnazca. Karga, cesur! Az önce yere düşen yavrusunu kediye-köpeğe karşı savunduğu gibi pehlivana laf yetiştiriyor.

“ Ey, pehlivan kendine gel. Günü yaşarken, güne katkı verecek tarihi de unutma sakın. Gezindiğin, çalım sattığın bu toprakların altında otuzdan fazla uygarlık yatıyor. Bir zamanlar, onların da güçlü askerleri, atları, topları, kılıçları ve mızrakları vardı. Pehlivan; ey, pehlivan kendine gel! Kaslarını beslediğin kadar beynini de besle; duyguların seni yanılttığı gibi sana inananları da sen yanıltıyorsun.”

Pehlivan, geveze kargayı önemli bir rakip saymadığı için, karganın söylediği sözü önemsiz sayan pehlivan;

“ ben senin, ananı da, babanı da, sülaleni de bilirim karakarga. Siz, sülalece edebiyatçısınız. Ancak gevezelik edersiniz. Sen hizmetten ne anlarsın! “

 Pehlivan, küçük karganın rakip olamayacağını ve ona zarar veremeyeceğini önemsemez bir şekilde tebessüm etti; gururla. Karga, pehlivanın tebessümünü, mutlu gafletini fırsat bilip ustanın şiirine devam etmeye başladı;

Hava kurşun gibi ağır:
Ben diyorum ki ona.

Kül olayım.
Kerem gibi.
Yana, yana.
Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmasak
Nasıl çıkar
Karanlıklar aydınlığa.

 Pehlivan karganın bozgunculuğuna, nifak tohumları ekişine dayanamayıp yerden irici bir taşı alıp geçen yıl Arabistan’da Mina Dağında şeytanı taşladığı gibi kargayı hedef alıp, taşı müthiş bir çeviklikle fırlattı. Karga, çevik bir sporcu gibi önce sindi, sonra pehlivanın ne yapacağı belli olmaz korkusu ile uzaklara doğru uçtu.

 Karga uzaklara uçmasına uçtu, pehlivan da rahat bir nefes aldı ama karga; uzaklardan diğer arkadaşları ile oluşturdukları büyük koro sayesinde yankı yaparak sesleniyorlardı:

Hava toprak gibi gebe!
Hava kurşun gibi ağır!
Bağır.
Bağır.
Bağırıyorum…

Güven Serin

22 Haziran 2011 Çarşamba

DİLENCİNİN GÖZYAŞLARI

Kamera: Aziz Bey Agora Antik Kenti
Çeşmenin gözyaşları kim bilir kaç zamandır; toprağı,insanı
ve insanlığı yıkıyordur...

Kamera; Güven      İzmir-Konak
Bir gün daha süzülüyor geceye doğru. Ne gece, ne de
gündüz bu süzülüşlerden, içiçe geçişlerden rahatsız...

İzmir-Konak Agora Meyhanesi
Burası Agora Meyhanesi
Burda yaşar aşkların en divanesi,
en şahnesi...
Bu gece,benim gecem, bu gece
benim gecem...
Cama vuran her damlada seni
hatırlıyorum...

Kamera; Güven   İzmir-Konak
Hoşçakal meyhaneci! Gözyaşları
buhar oldu,uçtu gitti sanma.
Bu kalp, bu kanı pompaladığı
sürece,damarlara yayılan yaşamda;
el salladığım, el sıktığım,gönül
bıraktığım her canlı duruyor
ve yaşıyor...

Kamera; Aziz Bey  -Çeşme
Dilencinin gözyaşları olur da gezginin
gözyaşları niyetine yazıları,notları
olmaz mı? Olur elbet,her canlının
sıradan,özel,gizemli hikayeleri
olduğu gibi onun da olur...

DİLENCİNİN GÖZYAŞLARI



 Dilenci de ağlar mı demeyin; o da insan, o da duyguları milyarlarca hücre tarafından oluşturulmuş bir canlı. Kurnaz, kurnaz sırıtışınızı görür gibiyim; dilicinin gözyaşları, yeni bir taktiktir, diyorsunuz; hem de büyük bir koronun çok sesliliğiyle.

 Dilencinin yeni bir taktiğimidir yoksa gerçekten de insani gözyaşları mıdır bilinmez ama dilenci ağlıyordu. Sizin, benim gözyaşlarımız gibi, tuzlu sıvılar önce göz kapaklarında doğup, iki metrelik şelaleden aşağıya süzülüyordu. Benim inancım; dilencinin gerçekten de ağladığıydı. Bu seferki ticari bir şark kurnazlığı, binlerce yıllık dilenci kültürünün özel bir oyunu değildi.

 Niçin ağlıyorsun, dediğimde; “ ben ağlamayayım da kimler ağlasın.” Diye ağlamaklı ve titreyen ses tonu ile cevapladı beni. Hayırdır, bugünkü hâsılat iyi değil mi? İşlerin rast gitmedi mi? Yoksa sıcakların birden üzerimize çullanması yüzünden insanların hayır işlerini askıya aldığı bir gün mü geçirdin?

Dilenci yüzüme baktı ve bendeki samimiyeti ondaki gözyaşları ile bir sayıp;

Hayır, hiçbiri değil! Benim ona sorduklarımın hiçbirisi ağlama nedeni değilmiş. Peki, doğrusu nedir; sen söyle, deyince dilenci gayet sakin ve inandırıcı bir ses tonuyla:

“ben kendi derdimden çok sizlerin derdine ağlıyorum arkadaş!”

Heyhat… Ne günlere kaldık; dilencilerimiz artık; bizler için ağlıyor; heyhat…

 Sakin bir ağlamaydı dilencinin ağlaması. Sanki dedelerimizin meyhane kültürü gibi; sindire, sindire ağlıyordu; dedelerimizin rakıyı, muhabbeti sindire, sindire içtikleri gibi… Fakat görünen o ki, dilencinin ağlama nedenini öğrenmeden de hiçbir yere gitmeyeceğim; diye kendi kendime söz verdim.

 Benim meraklandığımı ve gerçekten de dilencinin ağlamasına ortak olacağımı anlamış almalı ki, daha ben sormadan; “ otur şöyle evlat; otur da ağlama nedenimi anla.” Diyerek, dilencinin sazı da sözü de, bilinen dualar, yalvarışlar olmaktan çıkıp konuşmaya başladı.

 Bu meslekte; yani dilencilikte neredeyse bir ömür tükettim. Bu meslek bizlere annemden, anneme de büyük annemden kaldı. Yani, bu iş, insanlarla olan hayır-dua işleri; bizim geçim kaynağımızdır. Bu durumda bizim hayır –dua karşılığında yaşamımız için para kazandığımız insanların yüzleri gülmüyor. Artık, insanların; yani müşterilerimizin dualara, hayırlara eskisi gibi önem vermeyişleri ve tanıdığımız, çok ekmeğini yediğimiz bir sürü müşterimizin de artık acınacak durumda oluşu; bizleri düşündürmeye, düşündürdüğü gibi bizi yaşatan, yıllarca karnımızı doyurmakta bizlere destek olan insanlar için elimizden gelen en önemli şey; hayır-duaların da yetmediğini gördük. Ve bu yetmeyişleri de gözyaşları ile dengelemeye çalışıyorum.”

Ne güzel… Peki, bu dengelenme işi; yani gözyaşı yeterli olacak mı? Umarım…

 Sanırım, ülke insanımızın insanlığa yürüyüşünde; ne dilencilerin gözyaşları yeterli olacak, ne de eve, işsiz gelen, işini kaybetmiş, onuru ezilmiş babaların masum yüzlü çocukların duaları kurtaracak bu dramın yaşanışını…

 Her dönem, kendi acılı veya mutlu toplumunu yaratır ve bu toplum da kendi sanatını, felsefesini, ilmini oluşturup; derin çentiklerle kazır. Geçmişe indiğimiz zaman, tarihe biraz nezaketle yaklaştığımızda yıkılan nice uygarlığın toprak altında inleyerek veya zafer çığlıkları atarak yattığına tanık olabilirsiniz.

 Bütün zaferlerde olduğu gibi bütün kaybedişlerde de toplumlarda değişme başlar. Birisi ganimetin getirisini adaletsizlik ile yüceltmeye başlarken, diğeri ise, kaybedişin tamamlayıcısını yara sararak, yardımlaşmaları yücelterek tamamlamaya çalışırlar…

Dilenci, usul, usul ağlıyordu. Konuştukça da sağanak yağmur gibi akan yaşları dinmedi. Gerçekten de bizim için, uygarlığa koşan, yollarımızı araçlarla, evlerimizi tıka basa eşyalarla doldurmuş insanlık için ağlıyordu.

 Dilenci bir şey daha söyledi. Annelerinden dinlediği kadarıyla; bugünkü iktidarın yerle bir ettiği, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yokluk varmış ama insanlık da varmış, gülümsemeler de, mizah da varmış… Her evin kileri, kendince dolu, her evin de birkaç ay misafir ağırlayacak durumu varmış…

 Dilenciye sordum; bu işin sonu ne olacak? Dilenci ağlayan gözlerini, siyah bakışlı merhameti ile tamamladı ve “ bu işin sonu daha çok kurbanlar verilecek dostum; ancak insanlar, kendi kurtarıcılarının kendilerinin olduğunu anladıkları ve kendi kendilerine yetmenin ne kadar onurlu ve saygın olduğunu düşünmeye başladıkları zaman çözüm gelecek.” Diye cümlesini bitirdi ve yinede ümitlerinin tamamını tüketmeden ağır, ağır evinin yolunu tuttu…

Bir dilenci değil, sanki bir kâin ile konuşmuştum… Şokta; şaşırmış durumdaydım… Hâla da şaşırmışlığım devam ediyor; dilenci bizim, biz insanların insanlık çığlıkları içinde her geçen gün mutsuzluğa gömüldükleri için ağlıyordu; heyhat…

Güven Serin




20 Haziran 2011 Pazartesi

İNSAN ve ESNEKLİK

Kamera; Güven  İstanbul -İnsan ve Mimari
Bütün boğuşmaların yanında ara sıra iyi
şeyler de çıkıyor ortaya. Kötülüğün,çirkinliğin
kol gezdiği yaşam alanlarında inadına
güzelliği, iyiliği yaymalıyız; bir misyoner gibi...

İNSAN ve ESNEKLİK



 Darbuka çalan çocuk, darbukayı düşürmemek, elinde tutmak için ne kadar zorlanıyorsa o kadar da güzel çalıyordu. Akşam saati kaldırımlar alabildiğince insan taşıyordu; bir yerden bir yere doğru. Darbukacı çocuk da muhtemelen babası veya akrabasının darbukasını eve getiriyordu. Ama hazır darbuka eline geçmiş, bir bankanın güvenlik görevlisine bir sanat gösterimi yapıyordu. Öyle ya, akşam saati küçük bir bahşiş, hiç de fena sayılmazdı…

 Çocuk, darbukası ile bütünleşmiş, üç beş seyirci de çekmeye başlamıştı ki yoldan geçen bir delikanlı tam bir tokat hastası gibi çocuğun ensesine yüksek bir şaplatma sesi çıkaran bir tokat yapıştırdı. Tamam dedim; şimdi çocuğun neşesi kaçıp, sanat gösterimine son verecek. Katil tokat, ne çocuğu etkiledi, ne de darbukayı. Çocuk, ensesine bir sinek konmuş gibi hafif irkilse de sanki enseye inen toka da bu gösterimin bir parçasıymışçasına çalmasına devam etti.

 Darbukayı çalan çocuk, ben oradan uzaklaşırken seyirci sayısını artırıyorken ben de irdelememi çocuğa ve tokada yoğunlaştırdım. Hayatın içine erken yaşta atılan-itilen çocukların esnekliğini bu çocukta görünce ürperdim. Çocuğun yerine kendimi ve çevremizdeki diğer çocukları; çocuklarımızı koydum. Sonuç tam bir felaketti… Gururlarımız, kabul edemeyişlerimiz, kırılganlıklarımız o kadar fazlaydı ki bir tokat için bir ormanı, bir kasabayı yakabilirdik…

 Bir tokat için kim bilir kaçımız öğretmenimize hâla korkunç bir insan gözü ile bakıyoruzdur. Annemize, babamıza, dayımıza, amcamıza da öyle… Bir söz için, kim bilir ne dostlukların bozulmasına imza atmışızdır… Bir tek tokadı dahi masumlaştırıp sıradan bir şeymiş gibi göstermeyeceğim elbet! Ama tokattan, küfürden, kızgınlıktan, ilenmekten, ağıt yakmaktan, destan yazmaktan oluşmuş kültürümüzün merhamete, vicdana, paylaşıma giden yönlerini de bilmiyorum, görmedim sanılmasın…

 Bu diyarlardaki tokatları, küfürleri, destanları anlamak için bu diyarlarda yaşamak ve yaşarken tokatları kaldıran bedenleri ve o bedenleri yetiştiren diğer bedenleri iyi anlamak, görmek, izlemek gerekir. Acılı, bol baharatlı diyarların tokatları insansız, sevgisiz, merhametsiz değildir elbet. Bir bütüne giden yarımların yeterince öğretiden geçmeyişinin, geçirilmeyişinin hazin öyküsüdür acılı tokatların rüzgâr gibi bedenlerimizi sarması.

 Yıllar önce esnaf bir arkadaşımın polis denetimi sırasında yine tokat kültüründen gelen bir polis tarafından tokatlanması ciddi bir soruna yol açmış; arkadaşım yıllarca tedavi görmüştü; tokadın arkadaşımın yüzünden esnemeyişi hatırına. Ama darbuka çalan çocuk için bir alkış kadar gerekliymiş gibiydi tokadın ensede şaklayışı.

 Çocukluğumun unutulmaz anılarından birisi de futbol maçı sırasında en sevdiğim arkadaşlarımdan İzzet ile meşin yuvarlak için kavga edecek duruma gelmemiz ve sadece ellerimizin havaya kalkışı; o güzel, o masum dostluğa bir daha tamir edilemeyecek kadar zarar vermişti. Hâlbuki İzzet de, ben de yumruğun, tokadın öncesini bilirdik. Bilmediğimiz tek şey; esneklikti…

 Darbukacı çocukta gördüğüm esnekliği tokat adına övmek istemem. Fakat bu tokatların bedenlerindeki esnekliği hayatın her yerinde görür neden bu kadar az ve yetersiz diye hüzün de duymadan edemem. Onurla gururu karıştırıp, bir türlü içinden çıkamayacak yaşamlarımız, bir tek tokat, bir tek söz ve bakış yüzünden mükemmel bir yaşam içinde dahi “hiçliğe” dönüşüyor.

 Sonuçta insan ne kadar esnekleşmeye başlıyorsa, o kadar hoşgörülü olmaya ve hayatımızın neredeyse tümünü küskünlükler, hesap sormalar üzerine ayırmışken artık hayatın resimlerini, müziklerini, muazzam bir doğa olayını yılda birkaç kez görür gibi her an görmeye başlıyoruz… Yaşam, esnekliğe ulaşmış insana; bir daha ve bir daha yaşama ve yaşamı fark etme hakkı veriyor…

 Esnekliği hor görüp, gururumuzu mükemmel bir kibre dönüştürdüğümüz an; büyüyecek yatırımlar büyümeden bölünmeye başlıyor. Birbirini delice seven sevgililer; bir tek bakışın, sözün hesabını veremeden inanılmaz bir hüznün kaybeden tarafında; kazananın hiç olmadığı bir yaşama düşüyorlar.

 Duyduğumuz her sözü gerçek veya yalanmış gibi algılayıp kendi irademizin, karakterimizin inanılmaz bir yara almasını ve neredeyse tüm yaşamımız boyunca pis kokuların, lanetli seslerin derinlerden gelmeyişini engelleyemiyoruz…

 Esnekliği darbukacı çocuğun kabul ettiği gibi kabul edemesek de kabul törenlerinin yüzlercesi var; felsefe, sanat, müzik, mizah, latife yollarıyla…

 Her an kırılacak en pahalı bir hazine olmak yerine, en ucuz ama her an başka bir maceranın, hikâyenin içinde rol alacak bir canlı heyecanı taşımak, yaşamı, ne yaşla, ne başla ne mertebe, ne güzellik-çirkinlik ile birleştirmeden yaşamak; şairin de dediği gibi; “yaşamak güzel şey be kardeşim.” …

Güven Serin







15 Haziran 2011 Çarşamba

YAZ ŞENLİKLERİ

Kamera; Güven Süleyman Paşa İlköğretim Okulu
Muhteşemsiniz çocuklar... Ya bizler!
Sizlerin beyinlerini büken, kesen, kıran, donduran;
bizler... İyi ve mutlu aileleriz değil mi?

Kamera; Güven Süleyman Paşa Ana Sınıfı
Kafkas Gösterileri
Koştular,koştular; yorulmadan biz büyükleri
mutlu etmek adına... Öpüyorum sizleri, güzel
melekler...


Kamera; Güven İngiliz Konsolosluğu
Her yan tabiat kokuyordu; burayı dolduran çocuklar,
insanlar gibi...


Kamera; Güven İngiliz Konsolosluğu
Doğa'nın huyunda mı, suyundan mıdır bilmem;
burada çalışan hanım efendi ile daha girişte
tanıştı ve samimiyet kurdu:))


Kamera; Güven
Taş mekan ve çiçekler; mutlu olmak
için önemli bir neden:))


Kamera; Güven
Çocuklar,çocukça;büyükler de çocukça yayıldılar
çimenlere, oyunlara...


Kamera; Güven
İnsanlar,sadece eğlenmek adına ordaydı...
Büyüklerin kurnazlıkları, ideolojileri, usta oyunları
yoktu çocuk oyunlarının yakınında.


Kamera; Güven
Şimdi eğlence zamanı. Eğlencenin yaşı-başı
yok... Tempo,müziği duyumsa ve coş...


Kamera; Güven


Kamera; Güven İngiliz Konsolosluğu
Yeşil, kırmızı,sarı, mor, turuncu ve sesler
bedenlere hakim olan mutluluk hisleri...


Kamera; Güven
İnsan denen canlı; aradığının farkına varırken, fark ettiğinin
keyfini sürecek yaşı ve anlayışı da kaçırmasa ne
güzel olurdu.


Yazılarını severek okuduğum ve
sorumlu bir aydın olma mücadelesi veren
Ümit Zileli ile çocukların,yeşilin, huzurun,mimarınin
olduğu yerde karşılaşıp ayak üstü sohbet güzeldi.
Ben, Cumhuriyete tekrar gelişini tebrik ederken;
o, şimdi yazma zamanıdır, deyip geri dönüşünü
özetledi.


Kamera; Güven
...


                                            YAZ ŞENLİKLERİ



Beynimizdeki nöronların sayısı yaklaşık 100 milyarı buluyor. Bilinen üç temel nöron var. Birinci grup nöronlar, doku ve organlardan bilgi iletir. İkinci grup nöronlar, o bilgiyi işleyip beyinden gönderilen sinyalleri aktarır. Aracı nöronlar da beyin ve merkezi sinir sistemindeki iletişimi sağlarlar.

 Nöronların “yaz şenliği” ile ne ilgisi var dediğinizi duyar gibiyim! İnsan denen canlı için gıdanın, uykunun, suyun, havanın, güneşin ne kadar önemi varsa; nöronları da besleyecek, duygularımızı ve aklımızı daha da insanlaştıracak, nezaket ile donatacak beslenmelere de ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyaca gidermenin yollarını en iyi bir şekilde yapmanın en güzel yolu da kendimizi var etmenin gerçeklerinden sapmayarak, tapılası ayranlıkların keşmekeşliğine kapılmayarak; takdirleri, övgüleri, gelişmeleri cesurca irdeleyerek olacağına inanıyorum.

 Dünyadaki 200 devlet içinden 20 devletin niye öne çıktığını, 10 devletin neden bu kadar önem arz ettiğini duygusallığa boğulmadan aklın güzel kavrayışı ile anlamak zorundayız. Aklın kavgasını başlatalı neredeyse 100 yıl oluyor. Yüz yıllık sürecin başındaki renkli hayatlarımız, ağzına kadar eşya dolu evlerimiz; Cumhuriyetin ilk yıllarının fakirliği ile karşılaştırılamaz bir zenginliğimiz vardır. Vardır âmâsı da vardır! Cumhuriyetin kurucuları, aklı; nöronlarımızın bizi taşıyacağı en yüksek yeri göstermesi dururken; aklı, sürekli kapatarak, doğmalarla korkutarak; geliştik, gelişiyoruz, değiştik, değişiyoruz kandırışlarıyla geleceğimiz yer; buraya kadardır… Şimdi, hep beraber düşüşlerimizin, bol keseden beslenmelerimizin, yaşamak adı altında kadınlarımıza yaptığımız çirkinliklerimizin bedelini bir güzel ödeyeceğiz.


 Düğün törenlerinin, bayramların, ölüm törenlerinin kimyası da, fiziği de, duygu bütünlüğü de bozulmuştur. Ben sana geldim, sende bana gel; ben sana taktım, sende tak; ben seni alkışladım, sende alkışla. Beni seviyor musun? Evet! Öyleyse bende seni seviyorum! Ne hazin…

Hiçbir ulus içine kapanarak, öğretileri, ilerleyen uygarlıkları yok sayarak ilerleyemez. Sadece taklit edip, bol bol ahkâm keser! En önemli gereksinimlerimizden birisi de eğlencelerdir.

Çocuklarımızı taşıyamayacakları yüklerin altına atarken, nasıl bir hata yaptığımızın farkına varıyoruz varmasına ama çok geç! Yamulmuş bedenler, gençliklerini bilmeden yaşlanan sessiz ruhlara dönüşüyorlar…

 Eğlenmeyerek büyüyen bir mühendistin, doktorun, avukatın, öğretmenin, imamın; büyük sevgilere idealistçe yelken açması mümkün müdür? Ona öğretilen en önemli bilgiler; nöronlarının işlediği gerçek hedef; bir an önce şatolarına ulaşmaktır. Korkulu şatolar; her zaman küçük sevimli bir kulübeden daha sevimizdirler…

 Yaz eğlenceleri her yerde başladı. Okular kapanırken öğretmen ve öğrencilerin birbirine karışmış telaşları, coşkuları yettiğim miktarda değerlendirmeye, izlemeye çalışıyorum. 24 saat içinde iki eğlencenin tam merkezinde; yani kalbinin attığı, kalbin damarlara taze kan pompaladığı yerlerdeydim.

 Birinci yaz eğlencesi Tekirdağ şehrimin en bildik, en meşhur okulunda; Süleyman Paşa İlköğretim Okulunda gerçekleşti. Her şey güzeldi; harcanan emekler, kostümler, figürler, coşkular ve alın terleri. Yığınlar; birbiri üstüne yığılmış insanların aceleciliği, sadece fotoğraf çekme açlığımız; kendi çocuğumuzun var olduğunu düşündüğümüz ama diğer çocukların da var olduğu eğlence mekânlarını bir türlü kullanamıyoruz. Telaşımız, karışıklığımız; bin dereden su getirmeye çalıştığımız gürültülü-patırtılı eğlencelerimizde bir şeyler eksik!

 Gecenin, yaz eğlencesinin ilerleyen saatlerinde 8. sınıf öğrencisi birincilik ödülünü alırken, bir de konuşma yaptı. Arkadaşlarına şöyle seslendi, “ Arkadaşlar, ben derslerime önem verdim. Çok çalıştım; evet! Ama aynı önemi eğlenceye de, spora da verdim. Lütfen, yaşamınızı eğlence ile de, spor ile de doldurun” Derken, içim sızladı. Eğlencenin avarelerin işi olduğuna, sporun da derslere çalışmayı engellediğine inanmışız bir kere…

Mezunlar, keplerini atarken, Ana Sınıfı ve 1 ve 2. sınıf öğrencileri de büyüklerin yığınla yığılmalarının eşliğinde çok güzel gösteriler yaptılar.

 Geceden sonraki günde ikinci yaz eğlencesini de İngiliz Konsolosluğunda yaşadım. Görkemli taş binanın yemyeşil bahçesi halı keyfinde çimenlerle kaplıydı. Çimenleri çevreleyen koruluk, gizemli ve bereketli bir orman görüntüsü içindeydi. Küçük ağaçların yanında, heybetli ağaçlar okulun taş mimarisi kadar yaşlı ve değerliydiler.

 Ne gereksiz konuşmalar, ne birbirinin üstüne binmiş insanlar vardı; taş binanın geniş çimenli bahçesinde. Çiçekleri koparan da, su gibi biranın yudumlandığı günde şımarıklık yapan da yoktu. Yağmur yağıyordu sağanağın hatırına sık sık; ama yağmurdan kaçan, korkan; beyin nöronlarının kara bulutlarına kapılıp eğlenceyi terk eden yoktu. Sağanak yağmurun şeffaf şemsiyeleri birkaç dakikalığına açılıp tekrar kapanırken; müzik, yeteri kadar ahenkli, oynayan insanlar yeteri kadar oyun bilgisi içinde; hiç kimse kimsenin ayakları üstünde tepinmiyordu.

 Geniş havlunun her tarafı bir başka mutluluğu çocuklar adına yaşatıyor, yüceltiyordu. Çocuklar, büyüklerin yanında mutsuz değillerdi. Top oynuyorlar, ağaca tırmanıp, güreş yapıyorlar… Çocuklar sevgi ve huzur doluydu; çünkü onların elinden tutmuş, onların hemen yanında olan büyükler de ayın dolulukta taşmanın da, dinginliğinde önemini ön bahçede yaşıyorlardı.

 Bir arkadaşıma bizim eğlencelerimiz, bizim ölüm törenlerimiz niye bu kadar yapaylaştı ve bizi mutlu etmiyor, yüceltmiyor, diyerek dert yandım. Her şeyi yasaklayıp, uydurma ahlakçılığımızın bir türlü yenilenme yarışında üreten, yücelten, çoğaltan birinciliklere ulaşamaması düşündürücüdür!

 Her yüzyılda ayranlık duyacağımız batılıların değerlerini uydurma yapaylıklar ile bedenlerimize yama yaparak yapıştırmaya çalışmışız. Geçtikleri süreci, yaşam koşullarını, eğitimlerini, felsefe ve sanatla yoğruluşlarını hesaba-kitaba katmadan…

 Nöronlarımızı besleyip güçlendirmeden, bedenlerimizin taşıyacağı yük bu kadardır; bolca tüketim, bolca işsizlik, bolca trafik kazaları ve cinayetler… Eğlence, kültürleşmediyse, mimari başkanların yamuk düşüncelerinde yükseliyorsa; bu kadar kusur da olsun artık…

Güven Serin

14 Haziran 2011 Salı

BALKON KONUŞMASI

Kamera; Güven  İstanbul
Değişen, gelişen şehir; güya! Sürekli yükseliyor
yüksek ve ruhsuz binalar ile göklere doğru.
Belki de arınmanın, temizlenmenin
yerküre üzerinde olmayacağını anladılar,
göklere uzanmak isterler...
BALKON KONUŞMASI



 Başbakan her seçim sonrası zaferinin dumanları tüterken beklenen balkon konuşmasını da yaptı. Oy verenlere de, vermeyenlere de teşekkür edip tümünü kucakladığını söyledi.

 Siyaset meydanlarında kalbini kırdıklarından da; “varsa, özür diliyorum” dedi. Yani, kalbini kırdıklarından pek emin değil ama… Kendi adına da, arkadaşları adına da; “hakkımı helal ediyorum” diyen başbakan; kalbini kırdıkları varsa, onlardan da helallik istedi.

 Ne büyük bir arınma, ne büyük bir temizlenme gösterisi; tanrım! Peki, binlerce insan; “helallik vermiyorum” diyor, acaba bu sesi duyup da duymazdan gelmenin püf noktası, vicdan tartısı nedir? Çok zor bir soru! Cevabı, aklın çok ince detaylarında saklı…

 Başbakan Erdoğan, sık sık helallikten, demokrasiden söz etti. Birlikten de, adaletten de söz eden başbakanın sözleri ustalık döneminde nasıl bir birliktelik sağlayacak; bu güne kadar sağlanamamış ve hızla çözülmeye başlamış yüce halkımın merak eden kişilerinden birisi de benim.

Başbakan Erdoğan kalbini kırdıkları varsa, onlardan helallik isterken, ben niye “helal olsun” diyemedim”

Başbakan demokrasi ve adalet derken, ben niye demokrasi ve adalet heyecanı yaşayamadım!

 Başbakanı dinleyen ve zaferlerinden başı dönmüş topluluk, sık sık; “kıskananlar çatlasın” seslerini gök-kubbe içinde çınlatırken, yine başbakan girdi araya. Ve müthiş bir filozof dinginliğinde; “çatlamasınlar be, onları da aramıza alalım.” Diyerek, büyük hoşgörüsünü, büyük birleştiriciliğini de göstermiş oldu. Başbakan sözünde; sözlerinde durursa ülkenin ileriye gidişi baş döndürücü bir hız alır; ama ya durmazsa!

 Başbakan, artık kibirlenmeyeceklerini, böbürlenmeyeceklerini, efendi değil, hizmetkâr olacaklarını söylerken; başbakanın hizmetkârlığına ben niye inanamadım… Bize hizmetkâr olanlar, her geçen gün daha bizden kopar, zırhların içine bürünürken, biz efendiler her geçen gün daha açıkta kalmanın efendiliğini yaşıyoruz; bu nasıl bir efendiliktir acaba?

 Meydanlarda olan meydanlarda kalsın, diyen başbakan; helalliğe, demokrasiye bu kadar inanırken; küstürdüklerinden, helallik alamadıkların hakkını nasıl ödeyecek? Hangi inançla iç huzura kavuşacak?

Ben bu ekibe de, bu güzel halka da HELAL olsun diyorum…

Güven Serin

10 Haziran 2011 Cuma

YENİDEN DOĞUR BENİ TEKİRDAĞ

Kamera; Güven  Assos-Athena Tapınağı
Barış ve Sanat için vardı; ama özlenen barış
ve sanat hiç olmadı bu diyarlarda.
Savaş ve savaşçılar çok daha soylu sayıldı
toprağı kanla suladıkları anlarda...
Belki de bugün dahi, kana susamışlığın
hoyrat izlerini masum halkın, kendi başına
getirdiği idarecilerde görebiliriz...
Aşk, hâla gerçek dışı, yalan veya yakalanamaz
bir tanrıça... Acaba öyle mi?

Kamera; Güven  Assos -Athena Tapınağı
Bir kadın salınıyordu antik sütünların yarım yüzlü
üstlerinde. Kadın,rüzgar gibi günahsız,ayıpsız
uçuşordu Ege'ye uzatılacak el yakınlığında.

YENİDEN DOĞUR BENİ TEKİRDAĞ


 Hâlbuki çok önceleri, büyük ihtilalden altı yıl sonra Meriç Nehrinin en deli aktığı yıllarda doğmuştum ben. Ilgın ağaçları alabildiğine özgürlüğün tadını çıkarırken, Meriç’in çağlaması bir Türkiye, bir Yunanistan’a dokunurken…

 Bir numaralı minibüse bineceksin dediler ve ben bir numaralı beyaz minibüse bindim. Hayatından memnun şoför, aynı zamanda iki adamlık kilolarından da memnun midesine rahatlatmak için soda şişesine çocuğun annesinin memesine sığındığı gibi sığınmıştı.

 Merhaba dedim, şoförlüğün kırk yılını çoktan devirmiş eski ruhların devamı olan adama. Aynı merhabanın daha güzelini, daha içtenini şoför Hüseyin de seslendirdi. Bir-iki yolcu derken minibüs hareket etti; şehrin eskiliklerinin viran kültürleri arasından yeni kurulan şehre doğru. Değirmen Altına gidiyordu beyaz minibüs. Bahçeli evlerin az da olsa mimari ile birleştiği toprak-çiçek kokulu yerlere…

 Her insan, dünya içinde bir dünyadır aynı zamanda. Bir dünya yetmezken milyarlık dünyaları üst üste, yan yana bindirmişiz; yetmeyen paylaşımların aç gözlü aşklarını yaşarken. Minibüs, sallanan beşiğin bebeği rahatlattığı gibi ruhumu sallıyordu. Doğduğum topraklardan uzak oluşumu, bedenim ile ruhumun koparılışını isyansız ve koşulsuz bir kabul edişle bastırıyordum kabuk bağlamış yarama. Bana ait ve kabuk bağlamış yaramın kendi bedenim tarafından onarılmasını bekliyordum; her şifa bekleyen insancıklar gibi…

 Ve ben, doğduğum topraklara aitliğimi kültürleştirmiş, yaşadığım toprağa adanmış ben; o an; doğduğum topraklarda ölen bedenimi gördüm. Yaşamı-yaşatmayı her koşulda, koşulsuz sevmiş olmanın inatçılığı ile şehrimin caddelerinden yol alırken beyaz minibüs; içerideki güzel ve bol parfümlü hanımların duymayacağı sessizlikte fısıldadım; “ yeniden doğur beni Tekirdağ” Heyecanlandım doğum sancısını duyunca; tıpkı bir aşığın göbek bölgesindeki sancıların kasıklara, beyne gönderdiği sancılar gibi…

 Tekirdağ bana gebe kalalı çok olmuştu. Zor bir doğum oluyordu, yıllara dayalı olgunlaşma süreci… Tozu, çamuru, eğri-büğrü kaldırımları, mimariden yoksun evleri ile kabul eğlediğim şehir; beni çoktan kabul etmiş, sindirim tüketmeden yeniden doğuracak diye söz vermişti. Sözünü unutmasın diye yine tekrarlıyordum denizin griliğin krallığını göz önüne serdiği asfalt yolda ilerlerken. Gri deniz, griliğin en grisinin cansız, dermansız bir beden gibi öyle uzanmıştı anakaraların kirli şehirleri arasında.

 Ara sıra binenler inenler olsa da binenler daha fazlaydı inenlerden. Genç kızlar ve kadınlar yaz neşesi ve sıcağını yine bakımlı görünümle ödüllendirmişlerdi. Güzel kadınların egzotik parfümleri rakiptiler civardaki bahçelerden yayılan iğde ve gül kokularına. Hanımeliler, yepyeni görüntüler içinde, yeşil yapraklara dizilmiş beyaz çiçekler; yeşil giysili kadının boynuna dizilmiş gerdanlık gibi, en güzel görüntüsünü ve kokularını yayıyordu yeniden doğmak isteyen bana.

 Minibüs şoförü ile tanışıp kaynaşmamız çok kısa süre içinde tamamlandı. Bir ay birlikte kalsak, bir ayda bitmezdi anlatacaklarımız, dinleyeceklerimiz. Hüseyin amcaya bir sordum, beş dinledim. Kırk yılı aşan direksiyon aşkı; hâla devam ediyordu. Bırakılmaz, bu işe bulaşılınca bir daha bırakılmaz, diyordu şişmanlığı kendine yakıştırmış Hüseyin amca. Değirmen Altında geleceğim yere gelip işimi çok kısa bir süre içinde bitirdikten sonra çoğu zaman yaptığım gibi epey uzakta olan duraklara yürüyerek gittim. Mimarinin biraz da yaşadığı, insan eliyle çiçeklerin, ağaçların dikilip süslendiği bahçeli evler vardı yürüdüğüm sokakların her iki yanlarında. Kırmızı, beyaz gülleri olan iğde kokuları ile dolmuş; bahçeden bahçeye gezinen kavak polenleri beyaz karlar gibi uçuşuyordu. Hanımeliler, bahçe çitlerinin sevgilileri gibi birbirine yapışmışlardı. Doğanın ilk zamanlarından kalma dere; insanlığın kirlenmişliğine zıt bir şekilde temiz akıyordu. Temizliğini içindeki sazlardan ve muhteşem bir koro oluşturmuş kurbağa seslerinden de anlayabilirdiniz. En ufak bir kokusu yoktu, insanlığın aratan bir şekilde oluşturduğu bataklık kokularına benzer…

 Dönüş yolculuğum daha büyük, daha konforlu mavi minibüs ile başladı. Buradaki duraklara, gençler, genç öğrenciler hâkimdi. Hepsi de üniversitenin öğrencileriydi. Genç bedenleri şen-şakrak görüntülerden çok fabrikaya yetişen işçeler gibi yorgun ve telaş içindeydiler…

 Üniversitenin bahçesi içindeki koyunlar belki de en güvenli yaşam serüvenini yaşıyorlardı. Başarında çoban ve çoban köpekleri yok. Üniversitenin Ziraat Fakültesinin öğrenci ve öğretmenlerinin beslediği koyunlar bol ot ve suyun özgürlüğünü gerçek hayattaki koyunlardan daha huzurlu bir şekilde görünüyorlardı.

 Üniversiteden sonraki durakta bir kız bindi mavi minibüse; görkemli bir kadın endamında… Kızıl saçları permalıydı. Çocuk yüzüne dişiliği ön plana çıkarmış kadın telaşı içindeydi. Bu sıralar, aynalar ile barışık olmalı; ona bakan gözleri, iç çeken bedenleri düşündükçe…

 Permalı kızıl saçlı kadının uzun mavi gömleği bedenini sımsıkı sarmış siyah taytın üzerine dökülüyordu. Belli ki, küçük bir ustalıkla bedeninin belli bir yerini gömleği ile kapatmıştı. Böylesi daha gizemli, daha ahlakçılı olmalıydı… Masum çocuk yüzlü ama olgun kadına benzemiş dişi varlık; beni delip geçen bir gülümseme içindeydi az sonra ineceği mavi minibüste. Gülümsemesini üzerime alınmayıp, aç bir delikanlının dermansız kalmış kasıklarındaki acıyı da duyumsamadım.

 Doğmaya çalıştığım Tekirdağ şehrinde doğum sancıları çeken ananın terli bedeninde süt içmeyi bekleyen masum bir çocuk düşlerinde Athena dedim; bu kız; Athena tapınağının tanrıçası; yeniden doğum sancıları içinde bugüne gelmiş; belki de benim doğumumu kutluyordur; tıpkı mitolojide akıl, sanat, barış dağıttığı gibi…

 Tekirdağ şehri, doğum sancıları çekerken permalı kızıl saçlı mavi gömlekli dişi varlık; Assos tepesindeki tapınağında güneşin batışını izlerken, kan kırmızı şarabını yudumluyordu. Ve gülümsemesi aynı gülümseme; ben, masum bir çocuk ve aynı zamanda olgun bir dişiyim der gibi…

Güven Serin











9 Haziran 2011 Perşembe

EN GÜZEL DOSTLARMIZ KİTAPLAR

Kamera; Güven   İstanbul
Selçuk Bey'in dostları;kitaplar ve resimler ve
küçük oyma biblolar

EN GÜZEL DOSTLARIMIZ; KİTAPLAR



 Kitaplarla ilgili yazı, kitabın doğuşu ile başlamış ve sanırım insanoğlunun yaşadığı sürece de devam edecektir. Kitap, insanla birlikte doğmamıştır ama insanlaşma ile birlikte doğmuştur. İnsanlaşma dedim ya; zor sanattır, insan bedeni ile birlikte ruhunu törpülemeye başlar. Soylu egolarına el atıp, onlar ile şakalaşıp, vahşi bir atı eğitir gibi eğitmeye başlar onları. Sizin anlayacağınız iyi bir kitapsever aynı zamanda iyi bir öğretici haline gelir. Hem öğrenir, hem de öğretir… Hem öğrenci, hem öğretmen; birbirini tamamlayan mükemmel canlılar haline dönüşürüz…

 Kitap dostları internet ile birlikte belli bir hüzün-korku yaşamışlardır. Acaba, uygarlaşırken, birçok şeyi rafa kaldırıp, unutulmuşlar mezarlığına gömer gibi kitabı da gömecek miydik? Bu düşünce kitabı nazik elle tutup, beyni bilgi ile besleyen her insanda doğmuş ve zamanla kitabın muhteşem direnişi ile daha rahat nefes alır duruma geldik. Şimdi, ülkemizde de, dünyada da kitap çağının en hızlı koşusunu yapıyor. Her gün, yüzlerce kitap katılıyor arımıza…

 İnsan eli ile yapılan tüm nesneler eskir ve yorgun düşüp viran bir bekleyişe girer. Kitap, içinde taşıdığı bilginin çeşidine göre, kabı eskir, kâğıdı sararır ama bilgi ve öğretiler ilk günkü gibi taptazedir. Bazen, eski bir kitap, genç bir okuyucunun kaderini bile etkileye bilir. Yaşam, okuyucu tarafından yaşama hakkına dönüşüverir…

 Yaşama hakkını hisseden, elinde tutan ve bu hakkın mücadelesini veren her insanın başı ucunda; masasında, yatak odasında, salonunda, birkaç kitap vardır. En vefalı dostlar gibi otururlar yanı başımızda. İşin ilginç tarafı, her canlı uykuya yatar; ama canı yok gibi görünen ve her an insan tarafından can verilen kitap uyumaz… Gecenin hangi saati uyanırsanız uyanın, yapacağınız tek bir eylem; kitabın sayfalarını çevirir çevirmez; kitap “merhaba” der size. Gözleri ve gönlü buğulu değildir. Kırgınlığı, küskünlüğü ve kini; hafızasına kayıt etmez…

Her şeyden önce kitabı da insanlar canlandırır. İnsanın ruhu, bedenindeki izler iyi bir kitaba geçer. O kitap, bir ömrün, bir dönemin yaşayan bedeni gibi kalbi varmışçasına atar ve kan pompalar; durmadan…

 Yıllar önce tanıdığım ve şimdi emekliliğin sefasını süren bir dostuma kitapların en bol olduğu yerde çalışırken imrenir ve onu kıskanırdım. Kendi kendime; “ kim bilir; ne öğretiler içinde hayatını renklendirip, ulaşılmaz gibi görünen yerlere ulaşıyordur binlerce kitabın içinde.” Zaman ilerledikçe kitapların içinde günde sekiz saat geçiren dostumun bir tek kitap bile okumadığını; kendince, okuyamadığını öğrendim. İlk önce şaştım bu işe… Şaşmakla kalmayıp, onunla her karşılaştığımda da onu teşvik edici kelimelerle çok yakınında bulunduğu kitapların koynuna itmeye çalıştım…

 Neredeyse yarı ömrünü kitaplar içinde geçiren dostumun bir tek kitap bile okumayışı şaşkınlığı içinde onunla iddiaya bile girmemize neden oldu. Ben seni kitap okumaya alıştıracağım, inatlaşması ile öne çıktım güya! Ben onu kitaplara ittikçe, o kitaplardan öte kaçtı durdu… Bizim diyarlarda söylenen bir söz vardır; “zorla koyunlara giden köpek kurt getirir” diye… Sanırım zorla, zorlama ile hiçbir insani faaliyet kalıcı bir kültüre dönüşmüyor; dönüşemiyor…

 Sonra, dostumla kitap üzerine şakalaşmalar üzerine onun bana verdiği bir söz oldu; “emekli olunca okumayı düşünüyorum” diye, beni bir güzel oyaladı. Gün geldi emekli oldu, yılları yıllar ile çoğalttı. Sabahın ilerleyen saatlerinde işyerinin yakınında geçerken bana uğradı. Hoş-beş ettikten sonra yine döndük, dolaştık kitaba geldik. Artık okumaya başlamışsındır, dedim.

 Ne gezer! Ama bol vaktin var artık, dediysem de sorunun vakit sorunu olmadığını anladım. Sabah dedim, akşam vakti dedim, öyle-böyle dedim; en sonunda; “istek yok arkadaş” diyerek, son kelimeyi bir güzel sonladı.

 Dostlar, sizi vakitsiz ilaçlara boğulmaktan, hastanelere düşürmekten kurtaracak en önemli dostlardan birisi kitaptır. Binlercesi var. Küçük, büyük, orta… Renkli, renksiz kapakları ile binlerce kitap; her bütçeye sahip insan tarafından en az ayda bir tane alınsa yılda on iki kitabımız; on iki dostumuz; on iki dünyamız olabilir…

 Kitap deyince, en çok satan kitaplar, en çok moda olan kitaplar en iyi dost olacak diye de sanmayın sakın. Nasıl, açlığınızın damak tadını; tuzlu, tatlı, ekşi, acı, baharatlı, baharatsız, diye ayırt ediyorsanız, kitap içinde beyninizin açlığını iyi tahlil ediniz. En çok vakit harcadığınız yerler; kitap mağazaları, kütüphaneler haline gelmeye başladıysa; harcanan vakitlere asla acımayın! Çünkü sizi siz yapacak DEVİNİM başlamıştır artık. Ne göklerden, ne tütsülerden, ne falcı ve büyücülerden medet umarsınız artık; sizin beklentileriniz doğa kadar saf ve çare üreten hale gelmeye başlar…

Güven Serin

6 Haziran 2011 Pazartesi

EFLATUN ÇİÇEKLERİ ve ÖZGÜRLÜK

Kamera; Güven  Anıtkabir Bahçesi
Zamanlar içine sıkışmış zamanların gülümsediği
bir an...
İnsan denen canlı,yaşam denen muhteşem koridorları olan
dünyada kendi sığınağını bulması ne muhteşem bir
şey...

Kamera; Güven Ganoslar -Tekirdağ
Renksizlik renge, ışıksızlık ışığa, hayalsizlik
hayale dönüşüyor ; dişinin erkeğini, erkeğin dişisini
bulduğu bu diyarda. Ve kındırılmış, susturulmuş insan
kendi üretimini yapmaya başlıyor;doğurmaktan, kavga
ötmekten öte..

                              EFLATUN ÇİÇEKLERİ ve ÖZGÜRLÜK


 Siz sanırsınız ki özgürlük, sadece insana özgü bir şeydir. Özgürlüğün hasreti ile sadece insan kıvranmış, sadece insan hapsedilerek insanlaşacağı sanılmıştır. Acaba özgürlüğü kısıtlayan ilk karar, ilk düşünce ne zaman doğmuştur? Emek ile mülkiyetin birleştiği ve sürekli dengelerin bozulduğu; zengin olma ile fakirliğin ibrelerinin birbirinden uzaklaşmaya başladığı ilk zamanlarda mı?

 Özgürlüğün, mertebeye, büyük paralara, özel kayrılmalara ihtiyacı var mıdır? Düşüncenin ilk başlarında özgürlüğü uçmak, kaçmak, yer değiştirmek sananlar bir süre sonra muhteşem bir hayal kırıklığı yaşayarak yanılırlar. Özgürlük, oradan oraya savrulmak değil, gittiğin ve yaşadığın her yerde, yeşile, meyveye dönüşecek tohumlar, ışığa dönüşecek lambalar yakmaktır… Aslında dört duvar arasında yaşarken bile özgürlüğe açılır insan. Mevlana’nın düşünce özgürlüğüne, insana, tüm dünyaya ve evrene açılan özgürlüğüne kim dur diyebilir? Ya Veysel’in sazı ile buluştuğu anın türküye, türkülerden yüreklere geçen özgürlüğünü kim kısıtlaya bilir?

 Ankara, İstanbul dönüşüm sırasında otobüsün camından dışarı izliyordum. Bahar, ressamlara, şairlere ve sevgililere esin verecek kadar güzellik sunuyordu. İster dünün, ister bugünün yorgunluğunu ve hatta gerginliğini mazeret gösterin; ama tabiat biz insana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Yağışların bol düştüğü Bolu diyarları yağmur ormanlarını kıskandıracak kadar yeşile bürünmüş, sanki insan denen canlı bu gür ormanlara hiç girmemişti.

 Yeşilin her tonu, çiçeklerin her rengi otobüs ile birlikte ilerliyor, sanki doğanın tohumlarının serpilmediği bir tek çıplak yer kalmamış gibiydi. Doğanın direnişine, sabrına, bıkmadan üretmesine ve pes etmeyişine ben de “pes” dedim; pes ey soylu doğa, pes ey soylu tabiat…

 Sonra, yeşilin, çiçeğin seyrini ayrı bir seyir ile böldüm. Doğayı insan için, insanı hapseder gibi hapsetmişlerdi. Uygarlık adına açılan yolların, dağlar, tepeler arasından geçişlerine yukarıdan düşecek taşları engellemek için kilo metrelerce tel döşenmişti. Otobüsü ilerledikçe teller de ilerliyor, teller ilerledikçe özgürlük de hapsediliyordu; kilo metrelerce uzanıyordu özgürlüğün hapsedilişi.

 Otobüsün yavaşladığı yerlerde yamaçlara uzanmış tepelere doğru uzanan tellere daha yakından bakınca bir sevinç kapladı bedenimi. Tabiatın hapsedilmiş, taşları, toprakları insanlık adına güvenlik sağlarken aynı zamanda tellerin arasından başlarını, yüzlerini, kollarını ve ellerini dışarıya çıkarmış çiçekleri; eflatun çiçekleri gördüm. Onlar hapsedilmeyi küskünlük görmeyip, güneşi ve suyu minnet ile kabul edip tellerin tüm gözlerinden yukarıya yükselmişlerdi. Kökleri hapsedilse de kolları, yüzleri, elleri tellerin dışında, özgürlüğe, göğe uzanıyordu.

 Taş tepelerde, tellerin örtülü olduğu yerlerde, binlerce, on binlerce eflatun çiçek, görkemli bir manzaranın insana ders olacak anlatımı yapıyorlar… Teller ile hapsedilmeye çalışan çiçeklerin insana anlattığı özgürlük anlayışı; bulduğun her fırsatı, güneşin, yağmurun, rüzgârın olduğu her yeri değerlendir ve sende olanı, tabiattan aldığını tekrar tabiata yolla, diyorlardı; tekrar tabiata yolla, bencilliğin karanlıkta yaşayan efendilerine yenilme…

 Sanatçı da böyle söylüyordu; “ Okulda defterime, sırama, ağaca yazarım adını. Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını. Yıldızlı imgelere, toplara tüfeklere, kralların tacına! En güzel gecelere, günün ak ekmeğine, yazarım adını. Tarlalara ve ufka, kuşların kanadına, gölgede değirmene yazarım adını. Uyanmış patikaya, serilip giden yola. Hınç, hınç meydanlara adını ey özgürlük!”

Güven Serin

4 Haziran 2011 Cumartesi

BU DÜNYADAN NAZIM GEÇTİ

Kamera; Yunus  Ganoslar
Bu dünyadan kimler geldi geçti;
filozoflar, gezginler,hilebazlar, düzenbazlar,
açıkgözler, hiç ölmeyecek gibiler...
Her şey insana akarken;yaşam oluyor da,
insan her şeye akarken; niye ölüm oluyor,
ben bunu anlıyamıyorum...

BU DÜNYADAN NAZIM GEÇTİ



 Ölüm, yaşayan insanoğlunun korktuğu, kaçtığı en soylu ve en acı gerçektir. Nazım, geldi geçti bu dünyadan; bu ülkeden de. O da bizim sevdiğimiz gibi sevdi bu toprakları, bu ormanları, ırmakları, dereleri ve güzel insanları. Sevmediklerini, sevemeyeceklerini de tankla, tüfekle, zindanlarla adam etmek yerine şiirlerle ıslah etmeye çalıştı; ağır, ağır…

 Nazımın bedeni bu dünyadan ayrılalı neredeyse yarım yüzyıl oldu. Yağmurlar yağdı, rüzgârlar esti, ihtilaller yapıldı; suikastlar düzenlendi, genç fidanlar idam edildi; insanın insanlığa, adalete uzanması nedeniyle; güya… Gün oldu zindanlara tıkıldı şiirlerin korkulu mısraları yüzünden. Gün oldu ayakta alkışlandı doğruyu, yalnız özün doğrusunu söylüyor diye…

 Ölüm, aynı zamanda bedenin temizliği, bir daha kirlilik üretmemesi demek! Ölüm, bedenine saldırı yapmak, onu parçalamaya bin bir türlü plan yapanlarında düşlerini suya düşürmek demek… Bir şair ölmeye görsün; taş atanlar bile oy uğruna, soylu getiriler uğruna onun adını, onun şiirlerini anmaya, okumaya başlar.


Halkını seven, halkı için bu uğurda ölümü, kefeni hatırlatan başbakanımız da öyle yaptı; bir konuşmasında Nazımı hatırladı. Nazımı, Nazımın ülkesine, toprağına, işçisine, emekçisine adanmış olduğu şairi hatırladı…

 Nazım yaşasaydı hiç ağza almayanlar, onu vatan haini, yetmeyen ömürlerin cezaları ile ödüllendirirlerdi. Nazım yaşasaydı, şiirleri bu kadar sessiz ve nazik olur muydu acaba? Sık sık, seslenmez miydi; işçinin, memurun, köylünün, emeklini hakları yok sayılıyor diye… Sürekli semirenlerin, haddi-hesabı olmayan alın terinden yoksun zenginleşmelerin karşısında bir tabur asker gibi dikilmez miydi Nazımın şiirleri…

“Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani alıp getirin Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni” Anadolu’ya hasret, Anadolu’ya âşık şair; böyle seslendi ölümün huzurlu kurtuluşu onu çağırana dek… Nazımın sevgisi sanatın sanatkârlığı ile boy verdi, yeşillendi, kırmızıya, laciverde, mora, pembeye, sarıya, beyaza dönüştü. Ya diğer sevenlerin sevgisi; “ ya sev ya terk et” sevgiyi zorla işlediler; tıpkı doğanın en güzel yaratıklarını zorla gem vurup, burunlarına taktıkları kancalarla acılar içinde, değnekler göstererek oynattıkları, alkış aldıkları gibi… Zorla, atları koştular, zorla ölüm çığlıkları attılar; güya, vatan, güya, halk adına…

“iki şey var ölümle unutulur; anamızın yüzü ile şehrimizin yüzü.” Diyerek ölüme kadar unutulmazlığın yüzlerini; ana ile şehrini hatırladı durdu Nazım.

Bazen, saçları saman sarısı, beli karımca belinden ince bir kadınla yürüdü Nazım. Karları çıtırdata, çıtırdata yürüdü kadının sıcak elini eli ile tuttuğu anlarda.

 Nazım; “Mayakovoski öğretmenimdir, fakat onun yazdığı gibi yazmıyorum ben. Moskova’da öğrenim gördüğüm dönemde Mayakovski gibi bir tribün şairiydim bende. Fakat topluluğa okuduğum zaman bir nefesli sazlar orkestrası gibi ses veriyordu şiirlerim.” Nazım, Rus şair Mayakovoski ve kendi şiirini o dönem böyle tanımlıyordu.

 Şair 22 yaşında Moskova’dadır. Lenin ölmüş ve Nazım; Lenin öldü! İlyiç’in yüreği çarpmıyor artık. Bütün ışıklar sönmüş gibi geldi bana o an. Ve ömrümde ilk kez büyük bir şehrin ağladığını işittim. Sokaklarda ateşler yanıyor ve alevler ağlayan insanların yüzlerini aydınlatıyordu artık, diye o anın betimlemesini yapıyordu Nazım.

Sanatçının arayışları, heyecanı hiç bitmeyecektir…


“ Sanatkârlar, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden, ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu araştırmalar aylarca süren baş ağrılarına, sinir bozukluklarına dönüşür. Olsun… Bazen yanılır… Yanılsın… Başı aylarca ağırı çekmeyen, sinirleri bozulmayan, yanılmayan sanatkâr; olduğu yerde sayandır!” diyor Nazım; her işin emeği ve belli bir süreci olduğunu yaşamınla yaşayarak…

 Nazım ülke hasreti ile yanıp, yanıp olgunlaşırken ülkesine girmesi geciktiriliyordu. O da izin almadan girmek için sınır kapısından geçtiği anda tutuklandı ve Hopa hapishanesine konuldu. Hopa, Nazım’ı doksan yıl önce bağrına basarken, şimdi de eşkıyalık ile suçlanıyordu bir emekli öretmeni kurban olarak verdiği halde. Emeği, adaleti, vicdanı böyle değerlendiriyor; iktidarın sarhoşu olmuş, sarhoşluğu yaşamayan insanları…

Nazım Hopa hapishanesinden ses verin dışarıya:

“Dışarıda… Biz içeride susuyoruz… Bir fişek yatağında nasıl susarsa” diyordu, bedeni hapsedildi sanılan şairin kalemi; böyle not alıyordu o dönemin, sancılı, kaprisli, sanatsız, emeksiz zamanlarını…

Sonra meşgul adlı şiirinde;

“ İnsan ve toprak, karanlık ve aydınlık, anladın ya işim başımdan aşkın, beni lafa tutma gülüm, ben sana âşık olmakla meşgulüm” diyecektir…

Bazen Abidin Dino’ya seslendi; resmini yapsın ağırsızlığın, aşağısızlığın, yukarısızlığın. Abidin’e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanında şehit düşenin…

 Nazım geldi geçti bu dünyadan ve bu ülkeden… El izleri, ruhunun muhteşem seslenişi hâla Anadolu’da bir köy mezarlığı, bir çınar ağacı aramakla meşgul… Öldü sanılar şair; YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM, derken, ölüme ağır, ağır yürüyenleri yaşama doğru duraklatır; yaşama, yaşlanmaya bile güler yüzle ilerleyerek yürümenin alın terinden, insan emeğinden ve sevgisinden süzülen gerçekleri öldü sanılan şair anlatır…

 Güven Serin