Sayfalar

29 Ocak 2011 Cumartesi

KORKUYU FETHETMEK

Kamera; Güven -  HIERAPOLIS-DENİZLİ
Korku hep vardı; 1700 yıl önce de... Ama, sanat
mimari de hep vardı... Şimdi olduğu gibi; sanat,mimari
korkunun ve ticaretin içine gizlenmiş olarak var...

KORKUYU FETHETMEK



“Size söz veriyorum; korkuyu fethettikten sonra ölümü fethedeceksiniz. “ Büyük İskender Perslerle girdiği savaşta, askerlerine böyle sesleniyordu… Yedi yıldan fazla savaş yapmış, kıtadan kıtaya akmış Büyük İskender; elliden fazla savaş gören ordusunun cesaretini, bıkkınlığını, doygunluğunu bekli de son bir kez canlandırmak istiyordu.

 Yaşamının on beş yıllık kısmına imkânsız gibi görünen yolculukları ve savaşları sığdıran Büyük İskender, ölmeseydi durmadan yol alacak gibiydi. Bilinen kara parçalarını bilmek, o bilinenden öte gitmekti onun amacı. Yenilmez gibi görünen Pers Devletini yenmiş, kılıcındaki kan hiç kurumamış ve belki de ölümü gördüğü anları saymaya kalksa sayamayacağı kadar çok dehşetler ile birlikte tarihe; ölümsüzler kitabına kocaman bir çentik atarak ayrılmıştır bu dünyadan. Çok genç; daha 32 yaşında, o hızlı, o coşkulu ve aynı zamanda korkulu hayata veda etmiştir. Daha ölmeden yedi yılda kurduğu devasa İmparatorluğu dörde bölünmüştür. Sonra, kim bilir kaça bölündü? …

 Günümüzden 2350 yıl önce fethetmek, korkularla başa çıkmak ve gözü kara olmak; çok önemli bir kahramanlık sayılırdı. Ele, bulunduğun konum; kral gibi bir yerse; artık, korkuların efendisi olmak zorundasınız.

 Bugüne baktığımızda da çok şeyin değişmediğini anlıyorum. Bazen tarihin içine girip Antik Yunan ve Roma dönemine gitmek istediğim oluyor. Eski Mısır Uygarlığını, nefes alışını, günlük çalışma hayatlarını, yemeklerini, savaşlarını yakından ve üç boyutlu görmeyi çok isterdim. Bu isteğimizi çaresiz olarak tarihin sayfalarında doyurmaya çalışıyoruz.

 Görünen o ki, gelişmenin en iyi olduğu uygarlıkların en güzel mimariyi, felsefeyi, sanatı ürettikleri zamanda bile en önemli olaylar; savaşlar olmuş. Hiçbir uygarlığın yok sayamayacağı savaşlar… Siz, istediğiniz kadar muhteşem bir medeniyet kurun. Bu kuruluş, bu güzellik ve muhteşemlik; gölgede ve karanlıkta kalan diğer tüm uygarlıkları harekete geçiriyor. 2350 yılın muhteşem Babili Büyük İskender tarafından ele geçirilmiştir. Muhteşem Truva’yı Yunanlılar ele geçirip yerle bir etmiştir. Yüzlerce uygarlığın diş bilediği Bizans’ı da Osmanlılar ele geçirip, bugüne taşımıştır…

 2350 yılın en iyi yetişmiş, en büyük kahramanları da daha çok zenginleşmek, daha fazla toprak ve su için öldürüyordu. O zaman da köle ticareti muhteşem boyutlarda yapılıyordu. Yaşadığımız ülkemizin topraklarının dilinden iyi anlayıp, onları duyacak özel kulaklarımız olsaydı; şaşkınlığımız, bönlüğümüz korkunç ve dayanılmaz bir hal alırdı.

 O günden bugüne neler değişti? Bu kadar ölüm ve kan ve yerinden-yurdundan edilen insanlar; aranası insanlığa ne kadar yaklaştı? İnanılmaz pırıltılı ve gökdelenli şehirler, yaşam standartlarının konfora yönelik şah şahlı artışları; eski çağların barbarlığından, Tiranlığından ne kadar daha insani? Sorarım ne kadar daha insani bir ruhun vicdanlı ve adaletli bedenlerine sahip olduk? Gelinen nokta koskoca bir hiçten öte değildir…

 Bugünün muhteşem Amerika Birleşik Devletlerine diş bileyen yüzlerce ülke var. Aynı geçmişte, Bizans’a, Roma’ya, Mısır’a, Perslere, Truvalılara, Osmanlılara diş bileyenler olduğu gibi. Büyük ve muhteşem ülkelerin yıkılışı da aynı muhteşemlikle olur…

Okyanus ötesi bize çok uzak sayılan ABD, aslında içimize öyle bir sokulmuş ki, hangimizin kalbi ne şekilde atıyor; hangimiz hasta veya sağlıklı onları bile biliyor olmalılar…

 Muhteşem Uygarlıkların komutanları, kralları da muhteşem işler çıkarmışlar. Elbette onlardan zenginlik, toprak, kahramanlık isteyen halkları adına yapmışlardır bu işleri. Ama bir komutan, bir kral yıllarca savaşmayı, her an ölümle yüz yüze olup, öldürmesen ölürsün felsefesini taşımayı sadece halkı için seçmiş olabilir mi? Sanmıyorum. Hiçbir zahmet, hiçbir ölüm ve öldürme düşüncesi o insanın içinde yeşermediyse, bir başka insanların kıymetli alkışları için yapılmaz.

 Bizim muhteşem iktidarımız AKP yöneticileri de Büyük İskender’in yedi yılda almış olduğu toprakları, köleleri, hazineleri alamadılar ama, yedi yılda dünyayı yetmiş yedi kez dolanacak kadar başka ülkeleri ziyaret ettiler. 2350 yıl önce Büyük İskender ve ordusu at sırtında yirmi bin kilo metreye yakın yol aldılar. Elli savaşın içine girip galip ayrılmayı başardılar.

 Halen ülkemizin kurtarıcı politikacıları olarak halkımızın takdir edip en büyük parti yaptığı AKP ve yöneticileri eski uygarlıkların komutanları, kralları gibi büyük daha büyük heyecanlara kapılıp önce Türkiye, sona tüm dünyayı fethetmek isteyebilirler mi acaba? Görünen o ki, başbakanımız ve bakanlarımız; ulaşacakları zirvenin en üst noktasında korkusuzca kılıç sallıyorlar. Büyük İskender elliden fazla savaş yapmış olabilir ama iktidarımız da elliden fazla özelleştirme yaptı. Ortalık özelleştirme ile zengin işsizlerle dolu… Ne hazin…

 Korkuyu, korkutmayı fethetmeyi çoktan başarmış iktidarımız, ne sanatı, ne sanatçıyı nezaketin onurlu takdiri ile onurlandırıyor. İstediği kesimi en üste taşır, en konforlu yaşam hakkını hediye ederlerken, hep istemedikleri bir kesim var; hani, heykele, tiyatroya, sinemaya, resme düşkün o topluluklar; su kenarlarında yaşadıkları için; bir türlü sevilesi, sayılası hak edişlerin hakkına sahip olamıyorlar…

 İçimdeki ses; hiçbir uygarlığın, krallığın, iktidarın ulaşamayacağı evreni hatırlatıyor bana. Uçsuz bucaksız kozmos; her akşam ışıklarını bize yollayan zarif yıldızlar; bizim ne kadar küçük ve korumasız ve aynı zamanda savaşlara muhtaç olduğumuzu da anlatıyor. Daha gelişmemiş, eski ile yeninin ayrışımını tamamlamamış; kendi yarattığımız tapınaklar içinde sürekli tapınak yaratma peşinde olan insanlık; daha, savaşa ve kana doymadı; o yüzden, aç ve çılgın insanlığın o muhteşem narları içinden sıyrılıp daha fazla kitap, sinema, tiyatro, gezi haykırışını yapıyorum…

Ne için? Elbette, daha fazla seçenek ve can için… Öldükçe, dirilmek, parçalandıkça daha çoğalmak için…

 Sanki kozmosun derinliklerinden 2350 yıl öncesinin Büyük İskender’i omuzlarına kadar düşen sarı saçları ve siyah atının üzerindeki dimdik duruşu ile seslendi bana; Ben, Tiran (Acımasız, Gaddar, Zorba) değilim; diye avazı çıktığı kadar seslendi…

 Acaba, bugünün yöneticileri yumuşak ve bol kokulu yataklarına girip kendi soylu vicdanları ile baş başa kalınca aynı seslenişi yapabilirler mi? Merak ediyorum…


Güven

25 Ocak 2011 Salı

GECE ve BEN

Kamera; Güven  Tekirdağ Eski Liman
Gelde, ucsuz bucaksız deniz altının harika özgürlüğüne
dalmayı ve oradan limandan limana gezmeyi hayel
etme.. :))

GECE ve BEN



 Kış gecesinin gamlı bülbülü gibi yine alışık olduğum yere; limana getirdi ayaklarım beni. Soğuk, buz gibi, soğuk arınmanın kamçısı gibi… Çok hafiften eser rüzgâr, zehir soluyan bacaların dumanlarını göğün yedi katına taşımışa benziyor. Soğuğun hediye ettiği tertemiz bir gece havası!

 Böyle geceleri Gelibolu bülbülleri de sever. Yüz binlerce insanın yattığı o diyarda böyle soğuk ve arınma akşamları ve şafak vakti öter; hiçbir karşılık beklemeyen bülbüller. Bilmem ki hiç dinlediniz mi Gelibolu bülbüllerini. Diğer bülbüllerle aynı dili kullansalar da farklı gelir insanın kulağına; ilahi bir sessizliğin hüküm sürdüğü Gelibolu diyarında. Bir gece vakti gitmeli ve sabaha kadar yürümeli top-tüfek sesine, akan kanların şırıltısına şahit olan o yerleri.

 Şimdi bülbüllerin ötmediği, limana giden kamyonların gürültüsünün geceyi böldüğü limanın gece ile kesiştiği köşesinde dinliyorum kendimi. Hemen sağımda duran iğde ağaçları yazın ne kadar da alımlı ve soylu bir güzellik içindeydiler. Açık yeşil kostümleri ne güzel yakışıyordu incecik bedenlerine. Şimdi sararmış solmuş doğanın en güzel içine kapanmış büzülme halini yaşıyorlar.

 Şehrimin bonkör ışıkları denize ve limana can veriyor. Bilirim, deniz ışıklarla dansı ve erotizmi sever. Şarabın, kadının, sanat müziğinin sevildiği gibi; bir erkekle kadının saatlerce seviştikleri gibi sevişirler böyle gecede. Soğuk ölümden çok yaşamı hatırlatıyor bana. Büzüşmüş bir tohumun on bin yıl sonra dünyaya merhaba deyip, yeni bir tabiat döngüsünün başlayacağının müjdesini verir gibi! …

 Kamyonlar gündüz ve gece demeden yük taşıyor Avrupa’dan Asya kıtasına. Limanda bekleyen teknelere binip, tonlarca yükü suyun büyülü gücünden yararlanarak bir o kıyıdan, bir bu kıyıya taşıyorlar. Limanın sessizliğini bölen sadece yük taşıyan kamyonlar… Martılar bile şamataya ara vermişler. Hafif bir rüzgâr kuzeyin mutluluk ilacını serpiştiriyor bedenime. Kaban ve kasketime rağmen üşüdüğümü hissediyorum. Aslında daha da çok üşümek, daha da arınmak istiyorum; delice…

 Bugün kendi kendime söylenirken Fatma Hanım gülümsedi bana. Bedenim ile aramdaki konuşmayı duyup da gülümsemeyecek olan var mıdır acaba? Sıkça rahatsızlanan ve beni dışa karşı süt kuzusu yapan bedenime bir ceza vermeyi sesli düşünüyordum. O kadar önemsediğim, gıdasını, giyimini, öğrenme açlığını, tarihi ve felsefe tutkunluğunu beslediğim bedenim sık sık sınıyor beni. Bende dedim ki; “ bu böyle olmayacak arkadaş; bu bedeni alıp bir haftalığına Ganos Dağlarına çıkacağım. Aç ve susuz bırakıp, soğuğa karşı çıplak direneceğim. Bakalım sürekli sorun çıkaran bu nazlı beden ne yapacak o zaman?” diye sesli düşünürken düşüncemi Fatma Hanımın gülüşü böldü.

 Küçük balıkçı tekneleri çok hafif bir şekilde sallanıyorlar. Belki de kendi kültürlerindeki bildik dansı yapıyor kendi şarkılarını söylüyorlardır. Soğuk gecede soğuğu iyice hisseden kulaklarım, burnum, ellerim ve dudaklarım nedense en temiz ve asla kirlenmeyen ateşi istemiyordum. Nasıl olsa dayanma noktasının dayanmama noktasına gelme anında sıcak bir çay, sıcak bir arkadaş sohbeti bu işi çözecek diye düşündüm. Birazdan sessizliğin büyüsü bozulacak nasıl olsa. Liman kahvesinin içine girip İzzet ve Hüseyin Ağabeye merhaba dedikten sonra günlük olayların karmaşaların bitmeyen türküsüne dalacağım.

 Gecenin yalnızlığını ve arınma soğuğunu yaşayan ben; yapayalnız ölen Ece Ayhan’ı hatırladım. Son zamanları yalnızlık içinde huzur evinde gecen yalnızlığın melankolisini yaşayan Ece Ayhan, mezar taşına gelecek kuşaklara hatıra niyetine şöyle yazdırmış;

“ buraya bakın, buraya bu kara mermerin altında bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan derse kalkacak bir çocuk gömülüdür. Devlet dersinde öldürülmüştür.”

 Yalnızlığa, korkulara, sevgisizliğe teslim olmuş çocukları yaşlıları düşündüm gecenin koynundaki soğuğu hissederken. Sımsıcak giysilerimiz ve evlerimizde onurlu yaşamlar içinde ne kadar çok şeyi kaçırıp, soylu bencillikler ve korkular içinde hâla insan olamadığımızı seslendirdim dost geceye. Gece, insanca konuşmasa da gecenin sihirli dili ile onayladı beni. İnsan olamadığımı, kendi kıçını kurtarmanın çok büyük bir şeref olmadığını anlattı kendi dili ve evrene uzanan bedeni ile…

Nasıl, dedim? Nasıl insan olamadım? Benim dilim, hislerim, iradem var; bu insan olmak için yeterli değil mi? Gece yine kendi dili ile hiçbir gocunma ve kükreme hissettirmeden konuştu;

“ Evet, siz insanların dili, hisleri ve iradesi var. Ama niçin? Kavgalar etmek, savaşlar çıkarmak, soylu yalanlarınıza şerefli madalyalar eklemek için. Bu dünya insan gelmeden önce, bu şekilde bölünmemiş, bu şekilde soylu hikâyelere, soysuzca teslim olmamıştı. Gece ile gündüz kardeşti. Gece bağrında katilleri, soyguncuları saklamazdı. Gerçek şudur ki, gece ne katilleri, ne soyguncuları, ne kabarık banka hesapları düşkünlerini sever. Gece, evrenin en büyük hediyesini vermiştir insana. Dinlenme, rüya görme ve yenilenme zamanını hediye etmiştir.”

 Gecenin sessiz konuşmasını Şaban Ağabeyin selamı böldü. Teknesinden inmiş, her tekne sahibi gibi gece teknesini kontrol etmişti. Limana bağlı olan tekneler nazlıdırlar. Onları bağlayan ipleri bazen germek, bazen de gevşetmek gerekir. Denizin coşkusu ile teknenin coşkusu ahenkli olmalı ki tekne küsüp kendini kıyıya vurmasın…

 Gecenin arınma sessizliğinden ve soğuğundan alabildiğim nasihati alıp dostlarımın yanına sıcağın ve çay kokusunun olduğu yere gittim. Yine insan görünüşlü, yine kendi doğru mutluluğumuzu bulmuş inancını yitirmeden gecenin güne akacak dostlarının yorumlarına kulak verdim.

Günlük yorgunlukları, etkilenmeleri dinlendiren arkadaşları dinlerken, bir taraftan da Cemal Süreyya’nın dizelerini dinliyordum;

“ Önce bir elerin vardı, yalnızlığımla benim aramda/Sonra birden kapılar açılı verdi ardına kadar.” …
Güven


















22 Ocak 2011 Cumartesi

MEVZUNUN BAM TELİ

Kamera; Güven Ürgüp
Doğa salınıvermiş yüzyıllar öncesinden.Biz bugün dahi
salınamamışız; hep soylu mazeretlerimiz var...

MEVZUNUN BAM TELİ



 Yani, halkın bam teli… Bazen düşünmüyor değilim; sazın bam teli olur da, her insanın da bam teli olmaz mı diye… Fakat toplum insanlardan oluşuyorsa, toplumumuzun bam teli yok mudur? Diye düşünür, bir türlü çare bulamam…

 Filozof Kierkegaard’ın sigarası biter ve bir tane daha yakar. Düşünme antrenmanı onu tutuvermişti. Sonra aklına şu fikir gelir; Madem herkes olayları kolaylaştırmakla meşgul, belki de birinin her şeyi zorlaştırması gerekir; yani hayat o kadar hafiflemiş ve kolaylaşmış olabilir ki, insanlar zorluğun/ağırlığın tekrar geri gelmesini isteyebilirler.

 Hayatını insanları uyandırmaya adayan filozof Kierkegaard acaba şu an ülkemizde yaşasaydı bu felsefesini devam ettirebilir miydi? Yaşayacağı büyük şaşkınlığı hangi ölümsüz kelimelerle anlatırdı? …

 Şimdi hayatımız çok kolaylaştı, çok hafifledi ve bizler çok şımardık o yüzden mutsuz, o yüzden huzursuzuz, desem; bana kaç kişi inanır. Hayır, yahu; bu benim fikrim ama bana da bunu 19.yüzyılda yaşayan Kierkegaard fısıldadı desem de kimse inanmaz!

 Ülkemin son yüz yılını değil de son otuz yılını irdelesek; otuz yılda yaşanan büyük depremleri, iflasları, intiharları, trafik kazalarını, göçleri; kitaplar dolusu bilgiye ulaşırız. Otuz yıl içerisindeki değişen teknolojiye baktığımızda artık her evde iki-üç bilgisayar, beş-on cep telefonu ve birkaç tane araba buluruz. Doğal olarak bunlar gelişme ve zenginlik adına iyi şeyler olarak görülür. Hayatımızı kolaylaştırmış, renklendirmiş internet sayesinde içine sinmiş, odalara hapsolmuş insanımız bir den kuşlar gibi uçmaya başlamıştır. Gerçi, antrenman eksiğimiz var ama o da zamanla düzelir…

 Hayatı kolaylaşan, hızı ve yaşam kalitesi artan toplumumuzun hâla bocalama devresinde olup kan kaybetmesini nasıl izah edebiliriz? Otuz yıl içerisinde sadece trafikte ölen insan sayısı yüz binin üzerinde olduğunu, büyük depremde ölen insan sayımızın bugün bile anlaşılmadığını, yaşanan iflasların milli kayıp olduğunu vurgulamaya kalksak; kaçımızın canı “can” gibi acıtır?

Kierkegaard’a göre hayat kolaylaşmış, insanlar şımarmış ve duyarsız hale gelmiştir. O zaman; hayatı zorlaştırmalıyız. Acaba bugünkü yöneticiler dahi filozofun felsefesini anlamış olup uygulamaya mı koydular?

 Araba satışlarının çok sesliliği artan rakamları aynı oranda inanılmaz ölümleri, kazaları, kayıpları da peşinde sürüklüyor. Teknoloji ile dolmuş evlerimizin aile birliktelikleri rekora koşarcasına çözülüyor… Acaba, hafifleyen hayatımız; bizi baş döndürücü bir şekilde hafifliğin uçuşuna-uykusuna mı yatırdı?

 Başbakanımız meclisteki gurup toplantısında konuşuyor; “ Ben romanlarla birlikte büyüdüm.” Başbakanı dinlemeye çağrılan konuk roman vatandaşlarımız arasında ünlü bir roman da var. Balık Ayhan ve diğer Roman vatandaşları Başbakanımızın okşayan sözleri ardından sıkça alkışlıyor, ayağa kalkıyor çılgın bir sevgi gösterisi yapıyorlar.

 Çingeneyi öldürüp, romanı diriltmeye çalışmamız hangi demokrasinin, bilimin gerçeğidir? Çingene kültürünün rengini, sesini, eğlencesini görmeyip, onları kenar mahallelerde boğulmaya, asimile olmaya itip, sonra da şehirlerin apartman katlarında Roman olarak yaşatmak; soylu ve onurlu bir davranış mıdır?

 Siyasilerin ele ele iktidarın gücünü, enerjisini tatmış olan politikacıların buluşları müthiş eğlendiriyor beni. Toplumun içindeki büyük karışıklığı, büyük erimeyi yok sayıp, kendi fotoğrafçını, ressamını, şairini, yazarını bulup; onları kendi anlattığın masala inandıracaksın ki onlarda içinde bulundukları topluma; her şey yolunda, her şey süt liman; kimse sizin bam telinize dokunmadı; rahat edin lütfen, desinler…

 Nedense bu konuyu bam telini irdelerken birden Mısır uygarlığına, binlerce yıl öteye gittim. Bedenen hiç gidemediğim yerlere, ruhen ve bilgi ile ulaşmak bile heyecan verici.

 Mısırın gizemleri arasında Mısır Ölüler Kitabında geçen Maati Salonu, kalbin tüyle tartıldığı ayinlere sahne olurdu. Osiris’in Rahipleri, kalplerin tüyle tartıldığı tüy kadar günahsız olduklarının ispatı için gösteriler yaparlardı;


“ Hürmetle sana ey büyük Tanrı. Akması gereken suyu durdurmadım, içinden su geçen kanalı delmedim. Yanması gereken ateşi söndürmedim. KENDİ TÜRÜNDEN BALIK YEMİYLE BALIK YAKALAMADIM. “ diye devam eden, arınma ve inanç ifadeleri bugün bile bam telimize dokunmuyor mu acaba? Eğer bam tellerimiz hâla sağlam kaldıysa…

Güven

20 Ocak 2011 Perşembe

ANLAMAYA ÇALIŞMAK

Kamera; Güven - Ürgüp
Muhteşem... Beden ruhu, ruh bedeni sınayabileceği
bir yer. İkisini de bir arada tutmak çok zor.
Koyveriyorsunuz kendinizi; tabiat ve insan eliyle yapılmış
ve içinde binlerce anı,acı,sevinç barındırmış
kayalıkların arasına... Keçilerin bile çıkmak
istemeyeceği yere çıkıp, buraya nasıl çıktım,
türküsünü söylüyorsunuz... :))

Kamera; Güven - Ürgüp
Destansı bir güzelik. Mitoloji içine tam merkezine
dave ediyor insanı. Lütfen diyor, lütfen
gel, buyur sende katıl bize...

ANLAMAYA ÇALIŞMAK



 Neyi mi? Dönekleri elbet! Dönme dolabın dönmesini eğlence adına anlarsınız. Dünyanın dönmesini yaşam adına anlarsınız. İnsanın değişimini, güncellenmesini tabiat adına anlarsınız da dün sol, bugün sağ, dün soğuk, bugün sıcak ve kendi etrafında bir cambaz gibi dönen dönekleri pek anlayamayız…

 İnsanın sosyal hayattaki yerini olaylar karşısındaki duruşu, aldığı önlemler, yaptığı işler belirler. Her şey güllük gülistanlıkken hemen herkes şirin ve bilge görünür insana. Birden hava kararmaya, rüzgâr esmeye ve soğuğun buz gibi keskinliği vurmaya başladı mı bedene; o,işte duruşu, inanışı ve cesareti ile bilgisi olan insan çıkar ortaya. Veya ortada zannedilen insan; ortanın kenarına başka bir köşesine kaçmıştır ardına bile bakmadan…

 Sıradan halkın içinde yaşayan insanlar bile dönekliğin bedelini dışlanarak öderler. Ele bir de kendinden çok şey beklenen, sevilen bir yazar, şair, besteci, şarkıcı, siyasetçi iseniz beklentiler kayıplara tahammül gösteremeyecek kadar yüksektir.

 Bir bedenin resmini, fotoğrafını herkes çektirir veya yaptırır ama beden ile ruhun bir oluşunu, ses ve renk getirişini çok az insan yaptırabilir. İşte bu yüzdendir Voltaire öldüğündü cenazesini uğurlayan yüz bin insanın toplanması. Bu yüzdendir Barış Manço öldüğünde her yaştan, her inançtan insanların ağlaması. Bu yüzdendir Mustafa Kemal’in hâla kahraman bir ölümsüzmüş gibi sığınılan olması; bu yüzdendir hâla yaşayan bir canlı gibi korkmaları…

 Dönekliğin eğlenceli ve kârlı tarafları da vardır elbet! Yaşarken köşklere, kör bir iktidarın geçici korumasına sahip olursunuz. Zırhlı araçlarda gezen ölümsüzmüşçesine güç gösterisi yapan insanların yalan iltifatlarına ve gülücüklerine de şahit olur; dönekliğin kahramanı sanılan insan.

 Norveç edebiyatında çok önemli bir yere sahip olmuş Knut Hamsun, Türkçeye Açlık, Pan, Dünya Nimetleri, İnsanın Dayanma Direnme Gücü gibi kitapları da çevrilmiştir. Hamsun 1920 yılında Nobel Ödülü ile onurlandırılmıştır. O zamanlar Norveçlilerin öğündükleri, en tenha köşelerde bile okunan bir yazardı. Norveçlilerin ışığı, yol göstericisi olmuştur. Ne zamana kadar? 1940 yılına kadar. Neredeyse her Norveçlinin evinde kitapları bulunan Hamsun İkinci Dünya Savaşında Nazileri açıkça desteklemiş, aldığı Nobel Barış Ödülünü bile Nazilere adamıştır.

 Savaş bitince toz-duman durulunca Naziler ve Hamsun yargılanmış, Hamsun’un hasta olduğuna tedaviye ihtiyacı olduğu anlaşılmıştır. 1940’tan sonra Hamsun’a inanmış Norveç halkı Hamsun’un tüm kitaplarını raflardan indirip Hamsun’un evinin önüne yığmıştır. Batılı ve gelişmiş ülkelerde döneklik çok önemli bir cezaya çarptırılır.

 Bizim ülkemizde batılı olma ile doğulu olma arasındaki kendi savaşını veriyor. 1920’lerden beri veriyor. Aslında akılcı yoldan yaklaşılırsa ne doğulu olmanın, ne güneyli, ne batılı olmanın zararı vardır. İnsan bulunduğu yeri akıl ile onurlu ve yaşanacak hale getirir. Bugünün doğusu geçmişin güzel iz bırakan uygarlıklarına da ev sahipliği yapmamış mıdır?

 Dönekliğin bedelini ödeyen sanatçılardan birisi de Ahmet Kayadır. Sesi, yorumu muhteşemdir. Fakat duruşu, otuz yıl içerisinde bir sola, bir sağa, bir PKK idealizmine kaymıştır. Ahmet Kaya, batılı dinleyicisi sayesinde ünlenmiş, paralar kazanmış ve nedense zengin ve ünlü olunca Kürt olduğunu hatırlayıp PKK’nın dönekliğe kucak açmış oyununa gelmiştir. Hâlbuki ben ve bizim gibi batıda doğmuş yaşayanlar Ahmet Kaya’yı Kürt olarak sevmiştik. Onu Türkiyeli Kürt bir müzisyen kabul etmiştik; o daha bunu vurgulamaktan korkarken…

 Bir zamanların Çetin Altan’ı Şeytanın Gör Dediği köşesinden korkusuz yol gösterici sağlam duruşlu yazılar yazmıştır. Ölümlü bedeni ölümlü korkulardan arındırmış halkın kahramanı gibi hareket etmiştir. Bu yüzden Cemal Süreyya halkın kahramanı olmuş; bir zamanların Çetin Altan’ı için;

“ Hayat, coşku ve devinim: Budur Çetin Altan. Atın gökyüzüne çifte atması: ilkyaz ikindisinde gübre kokusunun hiç de kötü olmayışı; manken yürüyüşündeki evrensel, bir bakıma Uzaysal tat; Nazım’ın bir şirindeki gibi, denizde öpüşmek…”

Cemal Süreyya Şeytanın Gör Dediği köşesinde bir halk kahramanı haline dönüşmüş Çetin Altan için yüceltici yazılar, şiirler yazıyordu.

 Bir eğitimci gözüyle, Köy Enstitülerinin günahsız olgunlaşması içinde yetişmiş Emin Özdemir Çetin Altan için dönmüşlüğün dönek hatırına yorum yapıyor; “ Acaba, diyorum, Cemal Süreyya, Çetin Altan’ın birkaç yazısını bugün okusaydı böyle yüceltici nitelendirmede bulunur muydu? Hayır, bulunmazdı bana göre, sanatçı onuru izin vermezdi buna.”

 Sahi, sanatçı, aydın, siyasetçi onuru nedir? Çok soyut bir kavram gibi görünüyor değil mi? Hâlbuki değil! Çok basit bir duruşun sadece gerçekleri ifade ediş şeklidir; sanatçı, siyasetçi, aydın onuru… Yağma-talan, kayırma, adaletsizlik, namussuzluk varsa; var deyip, bunlar karşısındaki duruşunuzu belli edeceksiniz. Birde sanatçı, siyasetçi, aydın; yarınları okuyabilmektir diye düşünürüm. Hani toz-duman durulunca, kurt izi ile kuzu izinin ayrılmaya başladığında da halkın ve en önemlisi kendinin yüzüne korkmadan bakabilmektir…

 Çok önemsediğim, aydın, yol gösterici bir dostum vardı bir zamanlar; o kadar bilgi, o kadar ışıltının içinde demişti ki; “ Güven, ben aynaya bakınca korkutucu bir canlı görüyorum. Sende dene bak görecek, kendinden korkacaksın.” Onu üzmemek için diyemedim; baktım ama kendi doğal saf yüzümden başka bir şey göremedim diye…

Güven


















19 Ocak 2011 Çarşamba

SAFLARI SIKLAŞTIRALIM,SAFRALARI ATALIM

Kamera; Yunus İğneada-Kırklareli
Safları Sıklaştırıp Safraları Atalım; ama nasıl?
Tabiat her canlıya, yani saf haline hep seslenir;
safraları atın,der!... Saf halimizi, değil de
kurnaz halimizi işe aldığımız için,saf
duruma düşmemek için; esas olan kurnazlığın
kurbanı oluruz...

SAFLARI SIKŞALTIRALIM, SAFRALARI ATALIM



 Şaşkınlığımızı, şaşırmışlığımızı anlatmak ve karşı tarafın kurnaz bakışlı bedenine anlatmak için bazen; “buyurun cenaze namazına” deriz. Durduk yerde safları sıklaştırmak kılınan cenaze namazını, namaz kılınmadan önce imamın orada bulunan cemaate bu sözü söylemesini hatırlatmış olabilir! Aslında bir başka şekilde ülkemin, ülke insanımın toplumsal ölümlerin cenaze namazını kılsak ve kılıyor olma düşüncesine kapılmak yanlış değildir.

 Bir gazeteci; ne Eski Mısır Rahipleri gibi, ne Antik Yunan ve Roma dönemi Kâinleri gibi gelecekten haber veremez. Onun en önemli gücü; beyni ile kaleme arasında gidip gelen bilgi-öğretiler akışından ortaya çıkan eserirleridir.

 Şimdi şu anda, toplumumuzda, cehenneme dönüşen cennet ülkemizde gazeteci ve asker olmak; ayrıca vatan sevgisi ile yanıp tutuşmak geçerli bir meslek, konum değil! Silivri de kurulan darağaçlarının insanları hemen öldürmeyişinin bir başka sebebi; sadece ölüm cezalarının kalkması değildir elbet. Hemen öldürmenin, süründürmek kadar, yaşarken öldürmek kadar zevk vermediği de gerçektir…

 Bugün ülkemizi yöneten insanların da içinde vatan-ulus sevgisi olduğu bir gerçektir. Ama bu sevgi nereden beslenip, nerelere borçlanarak devam ettiği bilinmez. Çünkü ülkemizi yönetenlerin en başta bulunanların çocukluk ve yetişme dönemleri nasıl şekillendi? Hangi derelerden, ırmaklardan beslendiler? Bu kadar birikmiş öfke, bu kadar kin-nefret; insanın, insanlığın içindeki sevgiyi, coşkuyu öldürmeye yetiyor…

 Bir bakıyorsun, müşfik birer baba, insan rolünde merhameti hissederek ağlıyorlar… Ve aynı zamanın bir başka sahnesinde Başbakan yardımcımız Bülent Arınç ; “bizler postal yalayanları gördük” diyerek sivil ile asker, politikacı ile postalın sevdasından inanılmaz bir hınç ile söz ediyor. Postal yalamak nasıl bir şey? Bazı askerlerin, ülke politikacıları gibi yoldan çıktığı zamanlar oldu. Bu alkışı, bu sempatiyi en demokratik olanların, en özgürlükçü olanların da alkışladığı zamanlarda olduğu ortadadır.

 Askeri kışlaya sokmak; ülke insanının siyasetçisi, halkı, sanatçısı, yazarları ve ülke sevdasına adanmış iyi eğitim almış askerleriyle doğal bir sürecin doğallığı içinde olur. Biz haddini bildirdik, biz postal yalamadık, biz hiçbir generale emekli olunca zırhlı koruma aracı olmadık, demekle olmaz… Daha fazla özgürlük ve demokrasi adı altında her gelen siyasetçi derin yıkımlar, acılar doğmasına göz yumarsa; bu ülkenin vicdanı, huzura kavuşur mu?

 Şimdi safları sıklaştırıp safraları atma zamanı. Nasıl olsa % 58 bugünün iktidarına yürü dedi. Alınan yol baş döndürücüdür. Ülke insanının istediği tek başına bir iktidar ve yapılacak kalkınma hamleleri ile kaybolan yılları geri almak! Asıl mesele buydu. Geçmişin rövanşı diye, kurumları oluşturan insanların yaptığı hataları; bugünün kurumlarını oluşturan insanlara yüklersek; heykeller ucubeye, bütün içki içenler de iblise dönüşür.

 12 Eylülün referandumunun % 58 i büyük bir kalabalık. İktidara anlamlı bir güç mesajı verdiği belli! Bellidir ki kalabalıklaşan büyük güç sıklaşan kalabalığı bulunan yere sığdırmak için sık sık uyarıyor; “safları sıklaştırıp safraları atalım” Elbette saflar sıklaşıp safralar atılsın. Gazeteciler, sanatçılar, ilim adamları, Cumhuriyetçiler, içki içenler, sanat sevdalıları, Galatasaraylılar, safra diye tek tek atılsın. Galatasaray’ın soylu yöneticisi öyle demiyor mu; “statta kırk tane kamera var. Yirmi de polis kamerası; başbakanı ıslıklayanlar tek tek tespit edilip bu stada alınmayacak.”


Bu böyle biline!

 Sürekli büyüyen ve safları sıklaştırıp safraları atan iktidarımızın ilk yılları; batıda Avrupa birliğine katılma telaşı içinde sürüyordu. İnanılmaz bir heyecan yaşadık. İktidarımız, neredeyse tüm Avrupa şehirlerini dolaşıp, Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi mücadelesi verdi. En azından öyle göründü.

 Büyük İskender batıdan doğuya, insanlığı getirmek için yedi yılda yaklaşık yirmi bin kilometre yol alırken; üstelik at sırtında; bizim iktidarımızın ilk yılları; doğudan batıya, belki de iki yüz bin kilometre yol alışların destanını yazdı. Sonra! Batıda dolaşan iktidarımızın yönü doğuya; yani güneşin doğduğu, ölümlerin, savaşların, acıların bitmediği yerlere yöneldi. Sıfır sorun ilkesi, düşüncesi; komşular ile barışık yaşama inancı alkışlanacak bir olay…

 Ama sürekli büyüdüğünü düşünüp, ülkeye inanılmaz hizmetler verdiğini düşünüp de öfkeye kapılmanın sorgulaması yapılsa trajik bir durumla karşılaşırız. Öyle ya, bizi yöneten insanların hepsi vicdanlı, merhametli ve inançlı insanlar. Bilmiyorlar mı ki yapılan iyiliği bu dünyada anlatamasalar da asıl olan gelecek dünyadır! Kalıcı olan, yüce yaratıcının takdiri ile ulaşılacak cennet değil midir? Öyleyse, bu dünyada ki öfkeleri niye?

 Saflar sıklaştıkça safralar atılıyor. Nefretler, gözyaşlarından hemen önce, yapılıp yollara koyuluyorlar. Tıpkı Büyük İskender gibi, insanlığa insanlık getirmek için elliden fazla savaş, yıkım ve ölümler ile kurulmaya çalışılan bir medeniyet, Büyük İskender ölür ölmez, dörde bölünmüştür. Sonra; belki de kırk dörde bölünüp yok olmuştur.

 Safların gücünü görmüş başbakanımız, bu heyecanın büyük öfkesine kapılıp kendi kültür bakanını inanılmaz bir duruma düşürüyor. Heykel tartışması, gerçeklerin, sanatın, görselliğin tartışmasından çok öte; safların belirlenmesi, safraların atılmasına dönüşüyor. Kültür Bakanı; resmen, safra gibi atılıyor; yok sayılıyor ve varken yok ediliyor. Sanırım, yaşarken ölmek, ölmemişken yaşadığını hissetmek kültür bakanımıza sorulsa; onun derinlerdeki vicdanında sorgulansa ancak çıkar ortaya.

 Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç vicdanlı insandır. Bazı zaman kimsenin cesaret edemediği tespitleri yapar. Kültür Bakanımız içinde yapacağı en güzel tespiti yapıp; “ Allah kimseyi onun durumuna düşürmesin” diyerek, tarihe, yani geleceğe mükemmel bir ibretin kalıcılığını da kazımıştır.

En azından, değişimi, değişime uygun yerde bulmayı umanlar, mertebe ve gücü muhalefette sanmayıp iktidarda arayanların hazin sonunun nasıl olacağının da mükemmel resmidir; bu resim…

 Safları sıklaştırıp, safraları atalım; ilk önce gazetecileri, medyayı atalım. Sanatçıları, sanatseverleri ve içki içenleri atalım. Yavaş yavaş; dönüşümümüzü tamamlayıp, postal sahiplerinin, Cumhuriyetçilerin, Laikçilerin cenaze namazını kılalım…
 Güven

18 Ocak 2011 Salı

ANMA ARKADAŞ

Kamera; Güven Eski Liman-Tekirdağ
İnsan; yani Ademoğlu ile Havakızı;
özgürlüğe her yerden ulaşır; eğer isterse...
Ama, tüm dünyaya açılan bir limandan
ve o limandan kalkacak hayali bir yelkenliden
çok daha fazla ulaşır özgürlüğe;
rüzgarın esip, bedeni üşütüğü ve
hatta zorladığı zamanlarda...

ANMA ARKADAŞ



 Tekirdağ şehrimin insanı met cezir gibidir. Yazın yükselir, ortaya çıkar, kışın ise alçalır, evlere kapalı alanlara çekilir. Bir türlü anlam verip, anlamlı bir açıklama bulamam bu dengesiz met ve cezir olayına.

 Aydınlık gün içinde sokak ve caddeleri dolduran insanlar gün karanlığı kendini gösterir göstermez inanılmaz bir koşuşturmaca ile evlerine çekiliyorlar. Gecenin kendi gösterisi, kokusu el değmemişçesine birkaç haylaz, birkaç sarhoş ve birkaç da şehir sevdalısına kalıyor.

 Yine tanıdık bir akşam telaşı ve yine evlerine koşuşturan insanlar. Bütün akıllı insanlar akşam telaşında ve donuk yüzlerle hızla gelip geçiyorlar birbirilerinin yanından. Sanki büyük çoğunluğumuz programlanmış robotlar ordusuna aidiz. Ama bu ciddiyeti, bu donukluğu bozma cesareti gösteren bir hatta iki kişi var. Sanırım ikisi de kardeş olmalılar. Şehrimizin delili dediğimiz insanları birer birer yok olurlarken bu iki kardeş tüm boşluğu dolduracağa benziyor.

 Bunca koşuşturmaca bunca insanın olduğu bu yerde en ufak bir heyecan yok; sanki şehir hastalanmış ve insanlar hasta olmamak için birbirinden uzaklaşıyorlar. Köyün Delisi diyebileceğimiz, ama kimseye zararı olmayan iki erkek kardeş birbirlerinden yirmi metre aralıkla caddenin kenarındaki kaldırımda yürüyorlar. Önde yürüyenin elinde bulunan kasetçaların sesi, sonuna kadar açılmış. Kasetçalardan yükselen müziğin nağmeleri;

Bir sevgili uğuruna sende benim gibi yanma arkadaş. O yaşlı gözlerine, o yalan sözlerine kanma arkadaş. Giden gelir mi sandın, aldandın boşa yandın, bırakıp gitti seni niçin ismini andın; ANMA ARKADAŞ”

 İlk görüşte köyün delisi sanacağınız bu genç adam, yıllardır, ben onu bildim bileli kasetçalarla dolaşır. Ve o kasetçalar hep sonuna kadar açıktır. Öyle bir mutlu, öyle bir huzurlu ki, kasetçalar sonuna kadar bağırmasına rağmen kulağına dayamış, öyle dinliyor. Ve müziğin yüksek sesini duyan esnaf ister istemez kapılardan, camlardan bakıyorlar. O köyün delisi gördüğümüz çocuk, bakan her esnafa o da durup bakıyor ve gülümsemesi ile sanki mutluluk aşılıyordu.

 Akşam koşturmacısının bildik telaşı içinde kasetçalarlı mutlu çocuğu geçmek üzereydim ki haniden fren yapmış bir araç gibi durdum. Bu mutlu çocuğun, bu köyün delisinin peşine takılıp, dağıttığı mutluluk aşısından bende almak istedim. O ilerledikçe ilerliyorum, o durdukça bende duruyorum. Güya o deli, bizler, sokakta yürüyen bakımlı, derli toplu insanlar; AKILLIYDIK…

 Nedense tüm akıllılar hüzünlü bir ciddiyet içindeydi. Kimisi iş yorgunu, kimisi çocuğunu okuldan alma telaşı içinde, kimisi bir an önce eve gidip akşam yemeğini hazırlama derdinde… Bir kasetçaların elinde taşıyıp sonuna kadar çaldıran; neredeyse geçtiği yerdeki tüm insanlara “ Anma Arkadaş” şarkısını dinleten çocuk mutlu ve gülüyordu. İçten bir gülüş. Ne siyasi, ne bir ticari kaygısı vardı; köyün delisi diyebileceğimiz bu çocuğun.

 Yakın zamanda Aziz Nesin’in yazdığı oyun “Deliler Boşandı” şehrimizde sahnelenmiş, sahnedeki deliler de bizlerle bir güzel dalgasını geçmişti. İşte, caddedeki kasetçaları sonuna kadar bağırtan çocuk da kendince dalgasını geçiyor. Ne gece, ne soğuk, ne parasızlık, ne işsizlik, ne de siyasi kavgalar etkili oluyordu kasetçaların sevdalısı çocuğu için!

 Akıllı olmanın met ve cezir duyguları tüm insanlığı esir almışçasına inim inim inletiyor. Televizyonun karşısına geçince iç açıcı bir haber görmek için neredeyse yalvaracağım. Gazeteyi açınca; böl ve çarp, topla ve çıkar aritmetiğinin kurbanı olmuş bir sürü insan; sadece kendini tekrarlıyor…

 Ne büyük bir kayıp; mutlu olmak için sadece deliliğe yelken açmanın gerekli olduğuna inanmaya zorlanmak… Hangi akıllı yeterince mutlu olup, mutluluk zenginliğini açıklama cesaretini göstere bilir? Sorarım hangi akıllı? Akıllıların omuzlarındaki akıllılığın gerekli yükleri o kadar çok ki; nasıl taşıyacaklar? Hâlbuki kasetçalar çocuğun tek sermayesi elinde bulunan kasetçaları! Bir kot pantolon ve bir kabanından başka hiçbir şeyi yok.

 Ecdadımız bizim deli dediğimiz bu insanlara hasta gözüyle bakıyordu. Daha 15.yüzyılda Edirne şehrinde II. Beyazıt Külliyesi bu insanlara şifa vermek amaçlı kurulmuş. Su ile müzik ile meşguliyet ile… Acaba kasetçalar çocuğa böyle bir teklifi yapsak kabul eder mi? Seni iyileştirmek, daha akıllı olman için hastaneye, şifa bulmaya getirelim desek; bize ne cevap verir acaba?

 Köyün Delisi olmanın harika keyfini müzik çaların sesini sonuna kadar açıp şehri baştanbaşa dolaşan çocuk; bizim teklifimize ; “neden daha akıllı olayım ki?” diye cevap verecektir. Biz de olur mu, akıllı olmak, bilgilenmek, görgülenmek, daha mutlu ve huzurlu olmaktır, desek! O da bize; “ sizin gibi mutsuz ve soğuk mu olayım? Ben zaten mutlu ve huzur doluyum. Benim hüzünlendiğimi gördünüz mü hiç? Arkadaş! “ der ve yoluna giderdi…

 İçimizdeki met cezirleri; korkularla, bencilliklerle, gecenin karanlığını daha da karatmakla besliyoruz. Ve bu besleyiş, biz akılları delilerin bile karşısında acınacak bir duruma getiriyor. Halbuki met ve cezirler belli ritimlerle, düzenli aralıklarla ve başka doğallıklarla beslense; başdöndürücü huzura ulaşır mıyız acaba?

 O kasetçaların sınırsız mutluluğun yaşayan çocuk yanımdan geçerken bana da güldü. Ve ben onun güldüğü gibi gülemedim. Met cezir duygularımı onun gibi içten, biraz delice yaşayamamanın sanıcısı ile karın ağrılarımı da yanıma alıp, her akşam tekrarladığım akıllıların gittiği yoldan ilerledim; aydınlığın karanlığında kayboldum…
GÜven

15 Ocak 2011 Cumartesi

KIRK BİR KERE MAŞALLAH

İBRAHİM'İN YERİ -TEKİRDAĞ
Marmara devasa maviliği, griliği ile aşağıdan
el salladı bize. Biz, gizemli Marmaranın yukarısındaydık;
özenti duydugumuz kuşlar, gezintiye çıkan ruhumuz
gibi...
Bu lokantada köfte ve ayran tavsiye olunur:))

Sanayi ve Ticaret Odası Lokali-Tekirdağ
Manzara ise manzara! Yemek ise yemek! Tat da vardı,
balığı tükenmek üzere olan Marmaranın uçsuz-bucaksız
gibi görünen maviliği de...


İfo'nun Yeri-Tekirdağ
Burada mantı yenir..)) Özellikle bol yoğurtlu ve de;
sarmısaklı...


Kervan Lokantası-Tekirdağ
Hem gece, hem gündüz için özel bir mekan.
Aileler,sevgililer için de çok özel yerleri
var. Fiyatlar bütçeye uygundur. Güveç kavurma
tercih edilen yemeği olsa da her zaman balık
bulmak mümkün.


Kurnalı Lokantası-Tekirdağ
Gençliğimizin beş köfte ve bol soğanla doymak
zorunda olduğumuz zamanların lokantası.
Burada genişlik,rahatlık ve estetik aramak
yerine çocukluğumun tadını hep buldum.
Tercih edilen karışık ızgara. Kırk yılı aşan
emeğin büyüsünden mi, yoksa ana tadı,nine
tadı bulduğumdan mı bu yer; hep aranır
bedenimin tatlara olan unutulmaz aşkında :))


Destereciler Lokantası-Tekirdağ
Yemekleri hayal kırıklığı oluştursa da sabahları
tavuk suyu,kelle çorbalarından vazgeçemediğim
çarşı içi bir yer. İllah ki çorabası... :))

KIRK BİR KERE MAŞALLAH



 İyi giden bir işin daha da iyi gitmesi ve o işe bir zarar gelmemesi için ninelerimizden, annelerimizden duyduğumuz bir sesleniştir; “kırk bir kere maşallah” Bu sözün kendine has, koruyuculuğu, güzelliği ve inancı vardır.

 İki yıl önce arkadaşlarım Ersin Yılmaz ve Altan Yıldız ile Tekirdağ Yemek Mekânları yolculuğuna çıkarken bu şehirde daha önce denenmemiş ve ilk kez atacağımız adımların, geride bir sürü öğreti, fotoğraf bırakacağını biliyorduk. Her adımın bize ait olacağı, her tadın bizle birlikte kültürleşeceğini de biliyorduk…

 Yemek yolculuğumuzdan önce de şehrimizin yemek mekânlarına giderdik elbet. Ama alışılmış döngünün dışına çıkmak yerine alıştığımız mekânların etrafında dönerdik. Belli aralıklarla şehrimizdeki mekânları dolaşmak ve onların sunacağı lezzetleri tatmak fikri; sonsuza uzanan ve hiç durmadan genişleyen evrenin büyülü gizemine sahip olmasa da küçük bir yerde yaşayan insanların bulabileceği en güzel heyecanlardan, farklılıklardan birisi oldu.

 Yelkenlinin limanlara süzüldüğü gibi süzüldük yemek kokuları dışa taşan lokantalara. Bazen yağmurlar yağdı, rüzgârlar esti kokuların onlarcasının birbirine karıştığı yerlerde. Usta denizciler gibi eser rüzgârları kolladık. Ve her rüzgâr esişinde yelkenleri uygun yönlere açıp ülkelerin limanlarına uğrayan denizciler gibi şehrimizin lokantalarına gittik. Her lokanta, farklı renk, farklı tat ve hizmet demekti! …

 Arkamıza dönüp baktığımızda kırk bir buluşma ve on dört lokanta bize el sallıyordu. Kırk bir kere maşallah’ı çoktan hak etmiştik. Hiçbir ticari değeri olmayan yemek yolculuğumuz; bize; tatlar, değişimler, farklı kültürler getirirken, bizden sonrakilere de farklı kolaylıklar getirecektir. Artık, okuyanla okumayanın, gezenle gezmeyenin bir sayılmayacağı pınarın başındaydık. Susamışlara kendi amatör heyecanımızın öğretileri eşliğinde yardımcı olabilirdik.

 Misafirliğe gelecek saygıdeğer bir konuğu veya konukları az-çok hangi lokantada ağırlayacağımızın bilgileri bizim bedenlerimizde kültürleşmişti. Hangi mekân gece, hangisi gündüz tercih edilir? Hangisi balığı, hangisi köfteyi daha iyi yapar? Bedenimiz orada olamasa da damak dadımız hangi mekânda kaldı; bunların güzel öğrenmişliği içinde kırk birinci buluşmayı İbrahim’in Yerinde yaptık.

 Değişimin adresi, yeniliğin güzel sunumu Özcanlar Sahil lokantasının köftesinden çok tatlılarını unutmadık. Kervan Lokantasının güveçte kavurması bir yaz akşamı serin biralarımızla neşeye, farklılığa ve değişime yelken açmıştı. Mangal Dönerin tadını yine şehrimizin odunlu mangal dönerinde tatmış, fiyatları biraz yüksek olunca belki de tam manası ile doymadan kalkmıştık…

 Yelkenli ile denizlere açılmak gibi şehrin lokantalarına açılmanın ilginçliğini de yaşadık. Gittiğimiz yeni açılıp hayırlı olsun, dediğimiz lokantanın daha bir yıl doldurmadan kapandığı da görüp yemek kültürü, şehrimizin değişimi adına hüzünler de yaşadık.

 Direkler altının Destereciler Lokantasının çorbalarına doyamazken, sulu yemeklerinde hayal kırıklığı yaşamıştık. Kırk bir kere maşallah’ı hak eden yemek yolculuğumuz kırk yıllık Kurnalı Lokantası ile buluştuğunda kır yıllık heyecanı da yaşadım. Çünkü bu lokanta gençlik yıllarımızın lokantasıydı. Beş köfte ve bol soğan ile doymanın ne demek olduğunu öğrendiğimiz yıllardı; 1980’li yıllar…

 Bugüne kadar on dört mekân gezmiş, bu yerlerde kırk birinci buluşmamızı İstanbul yolunda bulunan İbrahim’in Yerinde tamamladık. Marmara’ya yukarılardan baktık; yukarılardan seslendik; bir kuş, bir ruh gibi…

 Kırk bir buluşma ve tadılan bunca lezzetten bunca hizmetten sonra; sürekliliğin kültürü bize de hediyelerini vermeye başladı. Gördük ki sevdiğimiz ve hayatımızın büyük bir zamanını geçirdiğimiz şehrimizin mekânları, alması gereken yolları alamamıştı. Yeterince güçlü ve donanımlı değillerdi. Turizmin olmayışı şehrimizin mekânlarını içe kapanık yapmış, köfte kültürünün ötesini zorlamalarını sağlamamıştı. Ne hazindir ki batı şehri, deniz şehri; turizmden nasibini alamamış; ne tarım şehri, ne sanayi ne de turizm şehri olmuştu…

 Güzel Tekirdağ kentimizi Evliya Çelebinin güzel anlattığı zamanlarda tanımak isterdim. Hani Evliya Çelebinin dediği gibi; “Tekirdağ şehri güzel bir sayfiye yeridir.” dediği, ahşap ile taşın muhteşem ahenginin dansa dönüştüğü zamanlar…

 Bu şehrin taş kültürünü, ahşap kültürünü yaşatacak gerçek ev sahiplerini çoktan kaçırdık. Şimdi, ne tarıma, den turizme, ne de sanayiye dönük olmayan güzel şehrimin bir kültüre dönüşen mekânlar arası yolculuğu;” eh, fena değil, bundan iyisi Şam’da kayası”, iç çekişleriyle devam edecek.

 Denizli şehrinde yaşayan sanayici bir dosta sormuştum; “ Tekirdağ’a gelseniz ne yapardınız?” Bana gülerek ve çok düşünmeden verdiği ilk cevap; “kesinlikle tekstil değil. Tekirdağ şehri İstanbul’a çok yakın. Ama İstanbul’un zenginliğinden faydalanamıyor. Tekirdağ’a yapacağım en güzel yatırım; muhteşem bir otel ile lokanta olurdu.” demişti.

 Şehrimize birkaç kez gelen Fehmi Bey; Zora Tekstilin ve birçok yatırımın sahibi şehrimizin eksikliğini hemen görmüştü. Peki, bu şehir kendi gelişimini, kendi girişimcisini niye çıkaramıyor? İstanbul gibi çok yakın ve sürekli harcamak ile meşgul bir şehrin nimetlerinden niye faydalanamıyor? Çünkü farklı bir şeyler sunamıyor. Kendindeki farkı; ahşabı, o güzel ahşap evleri ve harika denizini öldürdü de ondan…

 Kırk birinci buluşmanın, kırk bir kere maşallahını hak eden yemek mekânları yolculuğumuz, limandan limana bir yelkenli gibi süzülmeye devam edecek; içimizdeki öğrenme, tatma, görme heyecanı bize yepyeni rüzgârlar üflediği sürece…
Güven

















13 Ocak 2011 Perşembe

RÜYALAR DA GERÇEK OLUR

Kamera; Güven Bozcaada -Çanakkale
Bozcaada tepesinden kale ve Geyikli salihleri
Tabiat ile başbaşa yaptığım 2-3 saatlik muhteşem yürüyüş
kaybolmuş patikaların keşfi,çalılar ile mücadele ve
en önemlisi gök ile yerin arasında kendini hissetme
ile tamamlandı.

RÜYALAR DA GERÇEK OLUR



 Rüyaların gerçek olması eski Türk Filmlerinde mümkündü. Bazen çok zengin kadın fakir erkeği, bazen de çok zengin erkek fakir kadını seviyor; hepimizin gönlüne su serpiyordu. Demek ki rüyalar da gerçek olabiliyor muş diye mutlu ayrılıyorduk Çarşamba gecelerinin toplu seyredilen Türk Filmli odalarından.

 Daha yazının başında şaşırttım sizi biliyorum. Hatta bana; şaşkın, şaşırmışsın sen; yazının büyülü yolculuğuna iyice kaptırmışsın kendini, deyişinizi de duyar gibiyim. Ama yazı işte böyle bir yolculuk! Size fotoğraf da çeker, resim de yapar, şiir de yazar, rüyaların da gerçek olduğunu ispatlar…

 Hissediyorum ki bu kadar toz-duman ve kargaşalı ağıtların yakıldığı diyarda çoğumuz rüya bile görmeyi bıraktı. Kiminin işyeri mücadelesi, kiminin iş, kısacası güzel bir şiir gibi yaşamak, harika bir resim gibi tuvale yayılmak varken; korkunun, şiddetin, talan ve dolanın diyarlarında yaşayan garip insanlara döndük. Artık gülümsemiyoruz bile… Eski zamanlarda, hani rüyaların, destanların, masalların çok olduğu zamanlarda ağıt yakıcılar, ölünün ardından ağlayan kadınlar varmış. Sanırım bu zamanda bir de bizim adımıza gülen insanlar bulmalı, böyle bir sektör oluşturmalıyız.

 Hâla asıl konuya gelmedim; canınız sıkılıyor; biliyorum! Dostlar, sizlere mizah içinde unuttuğunuz gülmeyi tekrar hatırlatacak bir filmin konusudur; rüyaların gerçek oluşu. Bir filmdir ama bizden, bizim özümüz, geleneğimiz, şivemiz, hamurumuzdan çıkmış bir film; Eyvah Eyvah 2 Türk sineması adına harika bir eser. Sadece sinema, film demek; bu esere büyük bir ayıp etmiş olmak demektir…

 Eyvah Eyvah 1’i izleyenler bu filmde iyice pekişecek ve ruhumuzda birleşecek ülke kültürünü tekrar var etmeye başladığımızın müjdesini verecektir. Altı hafta gibi çok kısa bir zamanda çekilip de bu kadar güzel bir başarı yakalanması; aslında inanmanın, sanatçılığın bir eseridir. Filmin çekildiği yöreyi; bu film, bu eser kadar önemsiyorum. Bu esere en büyük katkıyı da filmin çekildiği yörenin yüzyıllardır diğer uygarlıklara yaptığı katkının aynısını orada yaşayan güzel insanlara yapmış olmasıdır diyorum.

 Çanakkale’nin Geyikli Beldesinin taş evleri, dar taş sokakları zaten var olan sanatla sanatçının birleşmesinin harika bir eserini çıkarmış ortaya. Zaten film başlarken, uçuşa başlıyorsunuz. Gelibolu yarımadasının çam kokulu, savaş kokulu diyarından karşıya Çanakkale’ye geçiyor ve oradan da orman yollarını izleyerek Geyikliye geliyoruz. Havadan çekim ile başlamak ve o muhteşem doğayı filmin başlangıç görüntüleri yapmak da sanat dolu, akıl dolu bir çalışmanın ürünü…

 Bu filme sadece film, sadece gülmece, sadece izleme oranı, kazandırma çılgınlığı olarak bakarsanız; yine en büyük ayıbı etmiş olursunuz. Bu film, Türkiye gerçeğinin, Türkiye mozaiğinin ne kadar renkli, desenli ve güzel olduğunun da lokal anlatımıdır.

 Art niyeti olmadan seyredilecek Eyvah Eyvah 2, yıllar sonra da sinemacılık adına hatırlanacak ender eserlerden birisi olarak hep hatırlanacaktır. Hüseyin Badem’in saf duruşu, inancı, sevgisi; kendi kendine yetecek onurlu müzisyenliği; şehirlere yığılmış, birçok yapay kapağın altına gizlenmiş bizlere; muhteşem bir uyarıdır…

Ya Müjgan; sevmeyi, kariyerden, zenginlikten öte gören; saflığa, doğallığa kucak açan ay parçası Müjgana ne demeli? Rüyaların gerçek oluşa giden yoldaki güzel kadın Müjgandır…

Firuzan rolündeki Demet Akbağ, aynı Ata Demirer gibi bu filmin vazgeçilmezidir.

 Şimdi lafı daha fazla uzatıp, bu eserin büyüsünü kaçırmak gibi niyetim yok! Sevdiğinizi veya sevdiklerinizi yanınıza alıp bu eseri izlemeye gidin. İçeceğinizi, mısırınızı da unutmayın. Dünyanın bizden önce kaç milyar faniye ne yükler yüklediğini de hatırlayın. Aslında yükü yükleyen dünyanın eşsiz tabiatı değildir. Bizim algılarımız, bizim alıklığımızdır… Her şeyini sadece mala-mülke adamak gibi saflığa düşersek; ağzımızdaki dişi, yörelerimiz arasındaki harika sesleri, kokuları görmesek; bu dünyanın otçul hayvanları gibi ot otlar, ot toplarken avlanırız; hem de sayısı fazla olmayan avcılara…

Aklıma nereden geldi bilmiyorum ama şimdi bu yazıyı, bu güzel eserin çalışmasını Avustralya yerlileri olan Aborjin duası ile bitirmek istedim;

Seni ayakta tutmaya yetecek kadar
güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni dilerim.
Aydınlık bir bakış açısının olması kadar güneş diliyorum.
Güneşi daha çok sevmeye yetecek kadar yağmur diliyorum.
Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum.
Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına
yetecek kadar acı diliyorum.
İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum.
Sahip olduklarını takdir etmeye yetecek kadar kayıp diliyorum.

Son ”Elveda’yı” atlatmaya yedecek kadar “Merhaba” diliyorum.

Güven

11 Ocak 2011 Salı

HASTANE GERÇEKLERİ - 2

Kamera; Güven  Gökçeada-Çanakkale
İnsan kokan diyarlar,insansızlığın ağıtını yakıyor.
Buraya renk katmış, ses vermiş Rum aileler çok
azalmış... Ve ben;bana el sallayan ruhları hissetmenin
buruk acısını yaşadım...

Kamera; Güven Gökçeada-Elita Organik Tarım Merkezi
Her şeyi değişimde arayan insanlık; bazı değişmezlerin
doğallığını yeni farketiyor. Doğal olanı yakalamamış
yakalayamayacak insanlık; bitmeyecek pişmanlıklarını
utanmazlıklarını sürekli makyajlayacak kahramanlıklar
üretecektir; sürekli...

Kamera; Güven Zeytinli Köyü-Gökçeada
Bir Rum köyü. Oturan birkaç aile Rum, bu köyü
temiz tutma inancı ile göğün sonsuz boşluğu ile
avunuyorlar.
Marika'nın evine kahve içmeye giderken seslendim
ona; "Marika ne güzel karanfiller bunlar!" Marika
döndü ve bana; " Kopar bir tane çocuk, kopar..."

Kamera; Güven  Zeytinli-Gökçeada
Misafir ağırlama telaşında olan Marika,elinde
avucunda olanların hepsini ikram etti bana. Anıları da
dahil... Eli öpülesi Marika, boynuna sarılası Marika...

HASTANE GERÇEKLERİ



 Her işte olduğu gibi bir işi çözümlemek, o işi anlamak istiyorsanız kaynağına kadar gideceksiniz. Bu gelişmenin, modernliğin, insan olmanın, demokrasinin “altın kuralı”dır.

 Onun içindir ki özene özene bitiremediğimiz, kapılar açılsan hepimizin birlikte göç edeceği batı da; kiliseden fazla hastane, papazdan fazla doktur vardır. Almanlar, İngilizler, Fransızlar bizden daha mı soyludurlar ki, sağlıklarına; kiliseden de, papazdan da fazla düşkünüdürler? Hayır, bizim insanımızdan daha soylu ve daha zeki değillerdir. Ama deha meraklı, daha akılcı düşünen ve de doğrunun çok yakınında bulunan insanlar topluluğundan oluşmaktadır.

30–40 yıl önce batı diyarlarına işçi olarak giden insanlarımızın yabancı memleket dedikleri diyarlara alışmaları çoğunun gelmek istemeyişi de bu yüzdendir; sağlık olanaklarının sağlamlığı, doğruluğu yüzünden…

 Görünürde hükümetimiz de hastanelere, doktorlara önem vermektedir. Ama nasıl? Örneğin Tekirdağ hastanemiz, eklemeli labirentlerden oluşan ve bu karışık labirentlerin karmaşık koridorları, merdivenleri içerisinde sağlık adına hizmet vermeye çalışan bir yerdir. Bu yeri görmek, ölüme yaklaşmamış henüz sağlıklı bedenimi sınamak adına bende herkes gibi sabahın şafak sonrası hastane gerçeğine ulaşmak adına oradaydım.

 İnsanlar, akın akın geliyorlar. Hiç kimse kimseyi görecek durumda değil. Gelenlerin büyük çoğunluğu; hani, guruplara ayırdığımız en alt gurup insanları oldukları belli. Çoğu iki büklüm olmuş. Çoğunun yüzendeki deri elmacık kemiklerine yapışıp, gıdasızlığın, şefkatsizliğin çöküntüsünü yaşıyor. Bu durumda sağlık almaya gelmiş bu insanlar; yaşamdan çok ölüme yakındılar. Büyük çoğunluğun yüzündeki yaşam ışığı çoktan sönmüş; artık göç vakti gelmiş gibi başları öne eğilmişti.

 Hastane gerçekleri öğrenimi içinde bir önemli olayı daha gözledim; gelen insanların iki büklüm bedenlerin yanındaki sağlam görünen yardımcıların da pes etmiş, pısırık-bezgin bir halleri vardı. Özellikle her gelen bir tanıdık bulma peşinde. Tanıdığı bulamayan; o, dolambaçlı koridorlarda bir sağa, bir sola; aşağı ve yukarı kağnılar gibi akıp gidiyorlar. Görülesi, insanüstü garip ve iç sızlatıcı bir manzara…

 Doktorlardan fazla hastanede görevli sözleşmeli işçiler koşuşturuyordu. Her birinin birkaç tanıdıkla karşılaşması, görevlerini bırakıp onlara yardıma koşması ile bütünleşiyordu. Genç ve alımlı kızlarımız 600–700 TL maaş ve uzun vadeli bir güvenceleri olmasa da şimdilik, yaşadıkları bu yerde edindikleri birkaç tanıdık sayesinde onlardan yardım isteyen yakınlarına üstün bir gayretle yardım etmekteydiler.

 Hükümetimizin gençlik kollarında görevli hanımefendi ve eşi de halkın arasında halk gibi tedavi olma peşindeydiler. Tam onları takdir etmek, ne güzel halkın arasında halk gibi tedavi oluyorlar derken onlarında yanında yardım eden genç bir erkek ve hastane çalışan bir kızın olduğunu gördüm. Onlarda akan yardım şefkatinin acil kollarına teslim olmuşlardı. Öyle ya; bu ülkede sıradan olan ölüme ve BEKLEMEYE daha yakın olur… Hatta beklerken, bu dünyadan göç eden; maaş kuyruğunda ölen insanlarımız vardır.

 Hastanenin dolambaçlı koridorlarında dolanan ve özellikle yaşlı hastalar bir türlü aradıkları yerleri bulamıyorlar. Yeterli olmayan asansör sel gibi akan hastaları merdivenlere yönlendiriyor. Yetmeyen merdivenler içinde insan trafiği sıkça kesiliyor; birbirine gözler ve beden diliyle, “çekil be kardeşim geçeyim” diyen insanların sert bakışlarını gördüm.

 Devlet Hastanesinin 1. katının tam da merdiven çıkışına, bir insanlık yere sahip olup orada dikilmeye başladım. Askeri açıdan bulunduğum yerin stratejik önemi çok büyüktü. Gazeteci açısından da öyle! Aşağıdan gelenleri de, yukarıdan inenleri de, 1. katın sağını da, solunu da gözlüyordum.

 En hızlı çalışan ve kapının üzerinde ışığı yanan Doktor Cengiz Bey’di. Saat 10,30’a kadar 36 hastayı tedavi etti. Kapısının üzerinde yanan ışık; sıradaki hastanın ismini gösteriyordu. Her ışık, o hasta için yorgun ve bitkin bedenine bir şifa demekti. Gerçi gelenlerin çoğu şifadan bile umudunu kesmişe benziyordu.

 Cengiz Bey’in muayene odasına giren her hasta 3–4 dakika içinde çıkıyordu. Ama ismi Ferhat olan hasta çok bekledi. Kapının üstündeki ışıkta Ferhat yazıyordu. Sanırım Ferhat isimli hasta zorlu çıkmıştı. Belki de şifaya uzanan sürece zorlu bir muayeneden geçiyordu! Fakat o anda, hastane gerçeklerinin dışına çıktım; yıllar önce seyrettiğim dana Ferhat’ı onun ipini koparıp kaçışını hatırladım.

 Dana Ferhat, kurban bayramında kurban olacak genç ve bakımlı bir danaydı. Ama dana Ferhat bu işe isyan etmiş, ipini koparıp, sahibine meydan okuyup caddelere çıkmıştı. Sonra, Dana Ferhat’ı yakalamak için neler yapmadılar ki?

Hastane gerçekleri gözlemim, dana Ferhat gibi bakımlı ve besili hastaları aradı boşu boşuna. Bakımlı ve besili hastalarımız ya hiç hastalanmıyor, ya da böyle beklemek gibi dertleri yoktu…

 Vip Salonlarına, yeşil, lacivert, kırmızı, gri pasaportlara mahkûm edilmiş ve gemisini kurtaran kaptandır felsefesine sığınmış bizler; hastanelerimizi ölüme yaklaşmış yığınların yığılmış görüntülerine teslim ettik. Çünkü gerçeği ancak kaynağında görecek, anlayacak kişiler; özel solanlarda, özel hizmetler adı altında yaşıyor; gerisi, ALLAHA EMANET…

 Ne diyeyim; dana Ferhat kadar korkusuz ve yaşama, yaşamak adına her türlü mücadeleyi yapmadığımız sürece; doktorlar, polisler, avukatlar, felsefeciler, sanatçılar ne yapsın bizlere?

Güven


























8 Ocak 2011 Cumartesi

GELİN BURADA DAHA GÜZELLER VAR

Kamera; Tamer Kaptan İstanbul Areoloji Müzesi
Kimilerine göre güzel; bir heykeldeki ruhu
aramaktır...
Kamera; Güven Pera Müzesi   İstanbul-Diego Rivera
Kimilerine göre güzel; sımsıcak ve alımlı bedenin
aşk kokan dudaklarında gizlenmiş olandır...

Kamera; Güven Pera Müzesi
Frida Kahlo
Kimilerine göre güzel; acıların tuvale akmasında
gizlidir. Yirmiden fazla ameliyat geçirmiş
acılar ve karmaşalar ile yoğrulmuş bir insan!

GELİN BURADA DAHA GÜZELLER VAR



 Böyle diyordu bayan öğretmen; öğrencilerini anaç bir tavuk gibi etrafında toplayıp karışıklığı önlemek istiyordu. Aynı zamanda geçici kaybolma riski olan büyük müzede, topluca gezip, bilgilenmekti amacı.

 Bayan öğretmen ve öğrencileri sanatın öğretileri adına gelmişlerdi İstanbul Arkeoloji Müzesine. Ülkemizin çok önemli müzelerinden birisi olan Arkeoloji Müzesi; başka bir ülkenin veya özel müzeciliğin elinde olsa; dünya çapında ses getirir. 3–4 bin yıllık eserler ile ağzına kadar dolu olduğu Arkeoloji Müzesinin dış ve iç havluları bile bir başka müze oluşturacak zenginlikte…

 Bu müzeyi bilenler bilir! Ama bilmeyenler bu ülkede yaşayan birisi olarak çok şeyler kaybediyor demektir. Belki de bugün düştüğümüz durumlar, yaşamlarımızın çelişkiler ve yenilgilerle dolu oluşu; bizden önceki uygarlıkları ve onların bıraktığı eserleri anlayamamış olmaktan kaynaklanıyordur. Sanat eserinin, emeğin, inceliğin, düşüncenin binlerce yıl önce bile var olduğunu bilmemize önemli katkı sağlayacak müzelerden birisidir; İstanbul Arkeoloji Müzesi.

 Gelin burada daha güzeli var, diyen bayan öğretmen öğrencilerini İskender’in Lahdinin bulunduğu salonda topladı. Muhtemelen bir şaheser kabul edilen İskender Lahdinin yanında onlarca fotoğraf çektirip, o muhteşemliğin fotoğraflara karışacak sanat damlalarından faydalanmaya çalışacaklardır. Aslında İskender’ Lahdinin olduğu salonda onlarca sanat eseri, sanat harikası var. Büyük çoğunluğu lahitlerden oluşmaktadır. Ağlayan Kadınlar Lahdi, Likya Lahdi, muhteşem eserlerden bazılarıdır.

 Bayan öğretmenin öğrencileri toplamak, karışıklığı önlemek adına kullandığı söz; “güzel” kelimesi, belki de bu işin gerçeğini anlatmak, daha bir vurgu yapmak adına önemliydi. Ama daha güzel, daha iyi, daha muhteşemlik arayışımız bu kadar kolay ve çok az emeklerden sonra mı olmalı? Ve İstanbul Arkeoloji Müzesindeki binlerce eser içinden daha güzel olan, neye göre seçildi?

 Güzel, kime göre daha güzel? Ölçüsü nedir? Kıstası neye göre; büyüklüğe, uzunluğa, ağırlığa göre mi? Bayan öğretmenin daha güzeller adına topladığı öğrencilerin girdikleri salonda ki eserler gerçekten de güzel. Geçmişin emeklerini taşıdıkları için güzel. Geçmişin savaşlarını anlattıkları için güzel. En önemlisi de üzerlerinde bulunan muhteşem kabartma heykelciklerle güzel ve değerli bulunuyorlar…

 Güzellik, kişiden kişiye değişen tam bir ölçüsü, kıstası olmayan soyut bir anlam ifade ediyor. Bazıları güzelliği muhteşem şatolarda düşler, hayal edip yakalarken, bazıları ise sıradan bir kulübede güzelliği bulur ve yüceltir.

 Söz güzelden açılmışken şairinin de bir güzel hatırına yıllarını nasıl harcadığını hatırladım. Şair, sevgilisi Sofia’yı memleketine uğurlamış ve Sofia’nın yakın zamanda geleceğine göre tren garına gitmiştir. Fakat Sofia dediği günde gelmediği gibi, üzerinden haftalar, aylar ve yılar geçtiği halde gelmemiştir. Şairimiz perişan, üstü başı dökük, saçları beyazladığı halde yine bekliyor.

 Şairimizin bu uzun bekleyiş canına tak ediyor ki, onun için dünyanın en güzeli olan Sofia’ya sesleniyor; “ Bir aşk için bunlar çekilir mi Sofia” diyor, yıllarını tren garında geçiren, kendi güzeline bir türlü kavuşamayan güzel sevdalı adam…

 Güzel ve daha güzel; kişiden kişiye değişecek ve bizim beklediğimiz güzel belki de Sofia gibi iş işten geçince gelecek. Gelecek ama perişan hale gelmiş bizi tanımayacak… Tıpkı Sofia’nın sevdiğini tanımadığı onu dilenci sanıp eline birkaç kuruş bıraktığı gibi!

 Bu ülkenin güzel halkı da yıllardır kendi güzelini, kurtarıcısın beklemiyor mu? Sunulan her güzellik; bir başka minnettarlığa bir başka oya dönüştürülmek istenmedi mi? Yaşam içindeki varlığımızı öyle bir baskı altına aldılar ki, güzelin, iyinin, huzurun bu dünyada olamayacağına inanma aşamasına geldik. Nasıl olsa, ödül olarak bir başka dünyada çok şey verilecek bizlere. Beklediğimiz güzel, gelmese ne olur? Sunulanı almalı, kendi dualarımızı bizi aç bırakmayan yarı Tanrı kurtarıcılar için hiç aksatmadan her gün yapmalıyız…

Spinoza; “Acılar insanı zeki yapmaz.” der. “Bu yüzden iktidarlar, acılara, hüzünlere ihtiyaç duyarlar.

 Sanırım aradığımız güzelin cennette oluşu harika bir seçeneğinde kısıtlanması anlamına geliyor. Hangi seçenek, diyecek olursanız; bize verilen yaşam seçeneğinin, yaşama hakkının vade içinde kullanılamamasının acı gerçeğidir derim… Daha güzel ararken, diğer güzelleri bile hiç ama hiç anlamadığımız; güzeli güzel yapan çirkini, az güzeli veya çok çirkini hiçbir şekilde irdelemeden kayıp gider; gidenlerin türküsü içinde bile notalara, anılara dönüşemeden isimsizler mezarlığının toplu gömülenleri arasında hiç yaşamamış gibi yerimizi alırız…

 Güzeli aramak, güzele ulaşmak bu kadar kolay ve bu kadar ucuz mu olmalı? Sanat bilgilerinden yoksun müzelerimiz, rehberliği hâla lüks sanan sanat yöneticilerimiz; güzel ve güçlü iktidarımızdan da büyük destek almalılar ki; devlet müzelerimizdeki muhteşem zenginliklerimiz; güzel ve çirkin eserlerimiz gerçek manada anlatılamadan, anlaşılmadan tarihin unutkan nesillerine teslim oluyorlar.

 Güzel renkli güzel ötüşlü diye kuşları kafese kapattık irdelemedik. Güzel renkli balıklarımızı da küçük akvaryumlara doldurup, güzelliği hak edip, sahiplendik zannettik. Peki, bizler güzeli kendi doğasında kavraya bilme zekâsına sahip olabildik mi? Kendi güzel sanatımızı, resmimizi, tiyatromuzu, sinemamızı özentilerin yapaylığından kurtarma çabasını göstere bildik mi?

 Şehrimin güzel kordon boyu; şehrimin insanlarına sadece yazın hizmet veriyor. Şehrimin büyük insanları böyle düşünüyor. Yağmurlar düşünce, bulutlar maviden karaya dönüşünce ve rüzgârın asil kolları bedenimizi üşütünce; şehrimin insanları bol dizili, bolu küskünlüğü olan evlerine hapis oluyorlar. Niçin? Daha güzel yaşamak için mi? Hayır; sonuna kadar hayır…

 Şimdi güzeli ve çirkini irdelemeyi bir kenara bırakıp; yine alışıldık seslenişleri tekrarlayalım; Kendine iyi bak olur mu? Yeni, yepyeni yıllar dilerim! Seni iyi çok iyi gördüm! Birisi nasılsın dediğinde de; “Çok şükür iyiyim” kibarlığını gösterip güzel güzel yaşayalım dostlarım…

Güven




















4 Ocak 2011 Salı

BUZDAĞININ HİKAYESİ

Kamera; Güven Şile-İstanbul
Her yerin ayrı bir hikayesi var. Bazıları çok bildik,
bazıları yepyeni... Burada kayalar ile denizin hikayesi çok
gerilere gidiyor; belki de insandan öte olan gerilere...
Kamera; Güven Şile
Karadenizin coştuğu, haykırdığı bir zamanda
oradaydık.

Kamera; Güven Polonezköy-İstanbul
Ludwik Pansiyon. Sıcak ve huzurlu bir yer.
Bir zamanlar tabiatı sevmiş ve ona inammış
insanların çoğunlukta olduğu bir yer.
Romantizme inanmışların hâla gidip bir şeyler
bulacağı bir yer...

BUZDAĞININ HİKÂYESİ



 Benim mantığım; savaşma seviş mantığına ters gelmiştir ezelden beri. Her şeye boş ver hayatını yaşa, fantezisi içinde olamadım. Hayatın en güzel rüzgârını da, zevklerini de çalışmışlığın, yorgunluğu içinde hak etme düşüncesinde oldum. Fakat hayatı bir yük, o yükü de gün yüzü görmemiş banka hesapları olarak da algılamadım.

 İnsan onurunu yaptığı işlerin faydaya dönüşmesiyle yüceltir. Fayda, zarara, kötülüğe yol açıyorsa, hiçbir insan bu onursuzluğa dayanamaz. Yüce yaratıcının tabiat dengesi de insanın ve insanların onurluluk ile onursuzluğu arasında kurulmuştur. Bu dünyadaki insanın mücadelesi aynı zamanda kötü ile iyinin, erdem ile erdemsizliğin de savaşadır.

 Bir toplum ne kadar çok estetikten, zarafetten, nezaketten, adaletten, demokrasiden haberdarsa, o toplumun buzdağları da o kadar az olacaktır. İçine kapalı bir toplum, savaşmayı da, sevişmeyi de onurlu nazik ve estetik beden ve ruhlarla algılamayıp kabullenmiyorsa; savaşın da, sevişmenin de rezaleti çıkacaktır ortaya.

 Evrenimizin ve dünyanın temelinde hareket vardır. Sonsuza uzanan bir hareket içinde muhteşem bir yolculuk yapıyoruz. İnsan bedenini de, ruhunu da hareket yüceltir, anlamlı hale getirir. Üşenen, deneyimlerden, gelişmelerden kaçan insan; korkulara, kâbuslara teslim olur…

Buzdağının Hikâyesi vardır nesilden nesle akmış, efsaneye dönüşmüş. Buzdağı ile genç güzel bir kızın öyküsü

 Günümüzden çok önceleri, buzdağının hemen yakınlarında yaşayan köyde de ay parçası, elma yarısı gibi güzel bir kız yaşarmış. Köy insanları “kar adamlar” olarak bilinirmiş. Kar yağmaya başladı mı dokuz ay kalkmaz, kendi beyazlığı içinde arınmanın muhteşem yolculuğunu yaşatırmış.

 Buzdağı heybetli mi heybetliymiş. Ama asıl olan gücü, görkemi suyun altında gizliymiş. Kız ile buzdağı yıllara varan dostluğu geliştirmişler. Günün farklı saatlerinde kız, buzdan evlerinden dışarı çıkar buzdağının göz alıcı görüntüsünü, ışıltısını izleyerek gönlünü sustururmuş. Aynı telaşı, heyecanı buzdağı da yaşarmış. Ay parçası, elma yarısı kız, dışarı çıkınca buzdağını bir telaş alır, buz gibi bedenine rağmen şıpır şıpır terler akıtmaya başlarmış.

 Günler, ayları ve aylar da yılları izlemiş. Ay parçası kız daha da serpilmiş. Harika bir kadın olmuş. Buzdağı ile kızın aşkı da nesilden nesle aktarılacak hale gelmiş.

 Buzdağı, milyonlarca yıldır soğuğun erdemini yaşarken, ay parçası kıza aşık olmuş. Bu aşk, buzdağını normalden daha fazla eritmeye başlamış. Kız, büyüdükçe, serpildikçe buzdağı da için için erimeye, büyük parçalar halinde denize dökülmeye başlamış.

 O diyarda yaz çok az yaşanırmış. Yine böyle bir yaz günü, karların etraftan kalktığı, bahar çiçeklerinin yeşerdiği, tavşanların oyunlar oynadığı zamanda kız, özlemle buzdağına bakmış. Görünen buzdağı yokmuş. Görünmeyen heybetli tarafı ise suyun altında duruyormuş. Buzdağının görünen yüzünden eriyen buzlar, su olup denizden taşıp, kızın köyünün yakınından geçen dereye dönüşmüş.

 Kız günlerce ağlamış, buzdağının neden onu terk ettiğini bir türlü anlam verememiş. Aslında buzdağı terk etmemiştir. Sevgisinin sıcaklığına görünen yüzünü feda etmiş, su olup, dereye dönüşmüş. Dere olup akarsa, kıza daha yakın olurum diye düşünmüş.

 Kız, buzdağının görünen yüzü eridikten sonra kimselerle konuşmaz olmuş. Ama aynı zamanda içinde bir korku varmış. Yoksa benim sevgimi buzdağı da hissedip, sevgisinin kurbanı mı oldu diye de düşünüyormuş. Ay parçası, elma yarısı kız, bir gün; çiçeklerin güzel kokusuna, kuşların şarkıları hatırına daha önce hiç görmediği derenin yanına kadar gitmiş.

 Ay parçası kız, gördüklerine inanamamış. Buzdağının görüntüsü, pırıltısı derenin görünen yüzünden ona bakıyormuş. Kalbi duracak gibi olmuş. Buzdağı dile gelmiş; “ ey sevgili, milyonluk düşlerin gerçek sevdası; senin için eridim, senin için aktım, dere olup sana geldim. Sana kavuşmak için.”

 Ay parçası kız, buzdağının dere olmuş sularına kendini atıvermiş. Kız, derenin saf sularında, milyonluk düşlerinde yüzmüş, buzdağının dere olan bedeniyle sevişmiş. Gün sona ermek üzereyken, kız dereden dışarı çıkmış. Güzelken daha da güzel olmuş. Ama kızı bir korku olmuş. Bu kadar büyük bir sevgiyi, bu kadar yaşlı bir buzdağının aşkını taşıya bilir miyim diye?

 Ay parçası kız buzdağına dönüp; “ Korkuyorum ve aklım karışık. Senden özür dilerim. Senin akışına, berrak sularına kapılıp hemen sana koşmamalıydım. Çok korkuyorum.” deyip, buzdağının dereye dönüşmüş berrak sularının yanından koşarak köyüne geri dönmüş.

 Milyonlarca yıl buzdağı olarak yaşamış, deniz ile gök arasında ilahi bir denge olmuş sular; kızın korkularını, kendi sevgisinden ötürü olduğunu sanıp bir gecede kuruyup, yok olmuş.

 Bu güzel dünyada milyon yaşındaki buzdağlarının eriyişi böyle hikâyelerden çok, belki de doğanın insan ile insanlık ile başka bir anlaşmasının bozulmasının kanıtıdır diye düşünürüm.

 Güzel dünyamızın milyarlık yaşında, milyar sayıda öyküleri, masalları, destanları vardır. Hayatımızı anlamlı hale getirip, hayatımızın erdemli ve onurlu bir çizgiye gelmesini istiyorsak, kendi destanımızı da yazmak için mücadele vermeliyiz. Her insanın yapabileceği oldukça güzel ve anlamlı işler vardır.

Tıpkı her insanın çevresinde seveceği bir buzdağı, orman, ağaç, dere, göl, deniz, ay parçası olabileceği gibi…

Güven