Kamera; Güven-İstanbul Üniversitesi Avcılar Yerleşkesi
Doğa bir uykudan daha uyanıyor. Bazı bitkiler çağrıya
hemen karşılık verirlerken bazı bitkiler ise temkinli
bir bekleyişi gerçekleştiriyor.
Tüm hilelerden arınmış tabiat; insanın garip ve
zavallı hileleri karşısında var olmaya çalışıyor...
Kamera; Güven
Özgün ve Doğa Irmak
Avcılar Yerleşkesi iki güzel, iki şık bayanı
ağırladı. :))
Doğa ablasını, ablası Doğa'yı görmekten yana
mutluydular. İnsanın insana olan sarılımı,
güzel gereksinimleri hiç bitmez umarım!
Doğa Irmak, Özgün ve bendeniz
Avcılar Yerleşkesi tabiatın insan eliyle
saldırılarından biraz da olsa uzak ve tabi
kokular içinde bizi buluşturdu.
Çok yakımınızda olan devasa bir
İstanbul'u bilmek hem heyecanlı
hem ürkütücü. Yalnış olan bir şeyler
var bizim zoraki şehirlerimizde.Eksik
parçaları "açıkgözler" görmez nedense!
İstanbul Üniversitesi Avcılar Yerleşkesinde
böceğin her ceşidini, otun, çiçeğin en
doğalını bulmak mümkün. Şimdilik...
Kamera; Güven Oyuncak Müzesi-Göztepe
Neredeyse tüm hayatını bu işe adamış Sunay Akın'ın
oyuncak müzesi Doğa Irmağı ağırladı.
Her türlü oyuncağın, düşündürücü bir
marifetle 50-100 yıl önceleri yapılmış olması
ulusların çocuk ve sanata verdikleri
dürüslüğü de göstermez mi dostlar?
Kamera; Güven Oyuncak Müzesi
Her oyuncak özenle yapılmış. Hepsinin temsil
ettiği bir karakter,bir dönem var. Arka tarafta
duran yeşil kazaklı başı eğik olan oyuncak;
Victor Hugo'nun Nature damın kamburu
kitabındaki Quasimodo karakterini temsil
ediyor.
Hani, dişlek, gözleri yerinden fırlamış, kocaman
bir kamburu olan yaratığı! Ama ben, o
yaratığı bu oyuncağa bakarken hatırladım!
Ve o yaratık, bugünkü bilgili, soylu geçinen
insanlardan daha yakın durdu bana!
Konuşurken ağzından sular akan, insanların
yüzüne bakmaktan utanan Quasimodo sanki
bir şeyler anlatmak istiyordu, güzelliğin,
ukalalığın, hilebazlığın dünyasına...
Kamera; Güven
Doğa Irmak Oyuncak Müzesi içinde
mutlu görünüyor. Halbuki burayı doldurmuş
binlerce oyuncak; insanların ölüm ve yaşam
arasında en büyük savaşları yaptıkları
zamanlarda yapılıyordu.
1945 2.Dünya savaşını yaşayan Japonya
yenik ayrılmıştı. Yıl 1950 Japonya pilli ve
ışık saçan oyuncaklar ile dünya pazarını
ele geçiriyor.
Müzeyi ziyaret eden bir Japon'a
soruluyor;
"Atom Bombasını yaşamanıza rağmen
nasul bu kadar renkli ve başarılı oluyorsunuz?"
Japon cevap veriyor; " Ne yapalım,
o zaman oyuncaklardan başka
sığınacak hiçbirşeyimiz yoktu!"
Gelde destanlarımızı, yanık
sesli analarımızı hatırlama...
Kamera; Güven
Teo Dede ve Doğa Irmak
Oyuncak Müzesi emektarı Teo buraya
haftada bir geliyor.
Kalan günlerini Aziz Nesin Vakfı'nda geçiriyor.
O bir Hollandalı, o bir dünyalı. O bir
insanoğlu insan! Yüreğiyle,ustalığılya, bilgileriyle
hileden uzak yaşayan, bayaz sakalı ve
güzel ışık dolu yüzüyle...
HİLELİ ALKIŞLAR
İnsanlar sevinçlerini, desteklerini en güzel alkışlar ile gösterirler. Bizler bedenin el çırpmasının bu yönünü öğrenmeseydik kim bilir ne büyük eksiklik olurdu alkışa aç olan diğerleri için. Elbette bir başka yöntem geliştirile bilinir, bin bir yeteneği olan insanın insandan alınan enerjisi bir şekilde telafi edilirdi.
Bir gerçek var ki, alkışın verdiği desteği de başka bir davranış ile zor telafi ederdik. İlle de alkış! Yüzlerce, binlerce insanın bir araya gelip övgüler ile en üste oturttukları yöneticilerine, her konuşma sonu, her yüksek ses de; alkış ile destek vermesi; ölümlü olan insana; kim bilir ne ölümsüz hayaller kurduruyordur.
Övgüleri alkışı sevmeyen bir canlı var mıdır acaba insanoğlu insandan başka? Bin bir duygu ile bezenmiş de, kendi gerçeğini bulamamış, her türlü mertebeye ulaşmış da, yine o el çırpmalarının seslerinden medet umarlar… Övgüler arttıkça, alkışlar da artar. Birbirinin vazgeçilmezleridir övgü ve alkış birleşenleri. Tıpkı suyu meydana getiren oksijen ile hidrojen gibi! Tek başınayken yakıcı iki madde olan oksijen ve hidrojen birleşince insana hayat veren su haline gelir. Ne büyük bir çelişki!
Ama alkış ile övgü öyle mi? İster tek başına olsunlar ister birleşik; onların sadece bir görevi vardır. İnsana hizmet etmek! Hangi insana? Elbette sultanlığı hak etmiş, övgü ve alkışı alabilecek kutsanmışlıktan geçmiş insanlara. Öyle her önüne gelen alkış ve övgü beklemesin boşu boşuna. Onların yaptığı, hak ettikleri şeyler; sıradan insanların kuru gürültülerinin sırt okşamaları olur ancak.
Edebiyata, tarihe biraz merakınız varsa; 50–60 yıl önce yazılmış bir roman, bir hikâye, bir deneme yazısı veya bir makale okuyunuz. Göreceksiniz ki, ilerleyen, uygarlığı yakalamaya çalışan, büyük Atatürk ve silah arkadaşlarının devrimlerini yapmış bu ülke; aynı yerde, aynı alkışların, övgülerin gölgesinde uyukluyor. Tek bir farkla; 50–60 yıl önce; 20–25 milyonken, şimdi övünçle söyleyebiliriz ki; 75 milyonuz. Bir de genç nüfusumuz fazlaymış! Ne güzel bir övünç kaynağı değil mi dostlarım.
Necati Cumalının eseri olan Topraklar ve Yağmurlar 1950’li yılları anlatıyor. O zamanın demokrasi diye büyük bir oy alan Demokrat Parti döneminin yaptırımlarını da bu eserde görebilir, bu zamanın o zaman ile ne kadar ahenk içinde olduğunu irdeleyebilirsiniz. Demokrasi aşığı, alkış ve övgü aşığı başkanlarımız, yöneticilerimiz, sultanlarımız: 60 yıl önce de pek farklı değilmiş.
1950’li yılların da köylüsü yine aynı muhtaçlık içinde kıvranır, yine o zamanın öğretmeni de aynı maaş yetmezliğinde kör bir hayat-yaşam sıkıştırması içinde yaşarmış. O zamanını avukatı da, adliyelerin yetersizliği, curcunası, emeğini alamayışı, yığılmış davalar yüzünden; avukatlık keyfi yaşayamazmış.
İster bu zamanın renkli dünyasını, ister mum ve lambalı bol masallı dünyasını karıştırın, hak ve adalet hep eksik olmuş bu diyarlarda. Önde olan halk, önde olan asker; nice kahramanlıklar yapa dursun; şehitlik, gazilik ile ödüllendirilsin; ama varlığını diğer varlıklar ile çoğaltan ve alkış ve övgüleri hep kendinde toplayan paşalar; paşalık mülkiyetlerini neredeyse Vatikan Papalığı gibi yüceltip çoğaltmışlar.
Şimdi ne değişti de daha uygar, daha zengin ve daha coşkuluyuz; diyebilelim? Siz zannediyor musunuz ki; seri üretilen araçların, eşyaların, mülklerin üretilmesi uygarlık adınadır diye? Bugünkü soylu sömürüler para açlığı çekmese; bizlerin gelişmesi; mülk, araba, eşya edinmesi bu kadar kolay olacak mıydı? Sizler zannediyor musunuz ki; insan hayatını kurtaran aşılar, ilaçlar; insanlar daha fazla kazık kaksın diye yapılır? Hayır! Olsa olsa; görkemli ilaç sanayilerini daha büyük hedeflere getirmek içindir bunca insani telaş ve üretim!
Eğer insan sevgisi, tabiat sevgisi silah ve para sevgisi kadar olsaydı; bunca kıyamet, ölüm, vahşet, sömürü; hâla yaşanır mıydı?
Yaklaşık 200 devlet haline gelmiş, millet olmuş dünya insanı; 20 devletin keyfiyeti, yarım övgüleri ile oyalanır durur.
İstediğimiz kadar alkış ve övgülerimizi yapa duralım. Kendi adamımız, hemşerimiz, rengimiz, tenimiz deyip, kendi bencilliğimizi oluşturduğumuz sürece; duyacağımız her türlü alkış; HİLELİ olacaktır. Daima alkışı, övgüyü kendi becerisinin gereğidir düşünen yüce sultanları yanıltacak, yarı yolda bırakacaktır.
Hileli alkışlar neredeyse tüm toplumları bir virüs gibi sarmış durumda. Dünyanın sos vermesi, kızılca kıyametlerin kopacak olması, kuzey fay hattının varlığını hatırlatması; boşu boşunadır. Hileli alkışların soylu başkanları öyle bir ölümlü beden ölümsüzlüğü içine girmişlerdir ki; her devirde kendi kaybedişlerine güzel bir mazeret bulacaklardır.
Hileli alkışları alan efendilerin, tüm kandırılmışlığına, yanılgılarına verecekleri her an hazır bir silahları vardır. Muhalefet iseler; iktidarı suçlarlar. İktidar iseler; muhalefeti suçlarlar.
Yılların alkış ve övgü ustası Deniz Baykal, her konuşmasında, halkın ölümcül ve uygarlık sorunları yerine; iktidara yüklenerek; yüksek alkışlar ve övgüler almıyor mu? Aynı alkış ve övgüyü, başbakanımız Recep Tayip Erdoğan kendi partililerine, gurubuna konuşurken; tam bir trans becerisi göstermiyor mu? Sanki meydanlar yıkılıyor. Her konuşmanın ardından büyük bir alkış ve övgüler…
Değerli yöneticilerime, başkanlarıma, müdürlerime ve şeflerime söyleyeceğim tek şey vardır; alkışın gerçeğini, hilesiz olanını anlamak, ayırt etmek istiyorlarsa; tiyatro salonlarına, klasik müzik salonlarına ara sıra uğrasınlar…
Güven
BEN SANA ALKIŞLARIN HİLESİZ OLANINDAN GÖNDERİYOR AYAKTA ALKIŞLIYORUM.
YanıtlaSilO İKİ GÜZEL BAYANIN SENİN KIZIN OLMA İHTİMALİNİ DÜŞÜNÜP DÜŞÜNÜP KENDİME NEDEN BU KADAR GEÇ ANNE OLDUM DİYE ÜZÜLÜYORUM.ÜÇÜNÜZ O KADAR HOŞ VE O KADAR BİRBİRİNİZE YAKIŞMIŞSINIZ..BAYILDIM, BAYILDIM AYILIP TEKRAR BAKTIM.KOCAMAN MAŞALLAH !
hak eden herkesin,tüm sanatçıların alkışı bol olsun..yazınız yine çok anlamlı..
YanıtlaSilOyuncak müzesine sayen de gitmiş oldum.
YanıtlaSilBüyük şehirlerde eksik olan şey doğallık. Herkesin yüzünde bir maske var. Bunca maskelerin arasında doğal yüzlerde yok değil işte önemli olan onları bulmak ve bulduğumuz anda da sahip çıkmak lazım.
Ve alkışlanacak olana hakettiği alkışı vermek lazım. Bir tiyatro ya da bir konser salonunda karşılıksızdır alkışlar. Saftır yürekler, maskesizdir yüzler.
Güzel bir konu, güzel fotoğraflar ve güzel anlatım; teşekkür ederim.
Hileden uzak, yürekten gelen bir alıkışla alkışlıyorum, bu güzel üç insanı ve tanımaktan mutlu olarak..
YanıtlaSilÇok teşekkürler, emek verilerek, özenle yazılmış, bu yazı için bir kere daha ayakta alkışlıyorum sizi sevgili Güven..Her zaman ki gibi resimler, yorumlar ve tabi ki yazı ve içeriği muhteşem..Sevgilerimle..