Sayfalar

17 Temmuz 2025 Perşembe

YAZAR ve KAOS

 

İNTERNET

İNTERNET

                      KAOSUN KIYISINDA BİR DENİZ FENERİ: YAZAR

     Evrenimiz, başlangıçtan beri kaos-kargaşa senfonisi içinde olduğunu bilim insanlarının araştırmalarından öğreniyoruz. Büyük patlamanın anlık düzensizliğinden galaksilerin çarpışmasına, bir yıldızın ölümünden gezegenimizdeki tektonik hareketlere her şey ama her şey, bir devinim ve berilsizlik içinde var olur.

   Bu kozmik kaosun-karışıklığın küçük bir yansıması da kendi dünyamızda ve içimizde yaşanıyor. Savaşlar, salgınlar, toplumsal krizler, kişisel trajediler ve zihnimizin içinde susturamadığımız sesler… Hepsi de yaşamın bir parçasıdırlar.

   Görünen o ki, yalnız insan bu kargaşaların içinde anlam aramakla meşguldür. Sorulara cevap bulup, içindeki çok minik evren parçacığını bir yerde huzura kavuşturmak adına...

     Bu kaosun-kargaşanın tam da ortasında insanın yazma eylemi devreye girer. İnsan denen canlının kadim ve en güçlü eylem biçimlerinden birisi; yazarak zamanlar arası, belki zamansızlığın ötesine geçme eylemine sımsıkı tutunur.

   Yazma eylemi, kaosu-kargaşayı besleyen enerjiden de beslendiğini düşünüyorum. Gerçek ile düş arasında kurulacak bağlar; öykülere, masallara ve yeni başlangıçlara can vermiş, belki insanın tükenişini engelleyip, her türlü güçlüklerden sıyrılmasını sağlamıştır.

   Belki de yazar, kaosun gözlerinin içine bakarak görmüş olduğu çıplaklığı hammaddeye dönüştüren bir zanaatkârdır.

   Korku, kaygı, umut, kader gibi evrensel duygular, içimizde isimsiz birer fırtına gibidirler. Yazar, sözcükler yardımıyla bu fırtınayı uysallaştırır. Olanlara bir isim verir. Karakterler yardımıyla “ İte bu tam da istediğim şey! Denmesini sağlar. Yalnız olmadığımızın en büyük dayanışma biçimi de budur…

   Toplumların yaşadığı büyük zorluklar, kaosun-kargaşanın en yıkıcı halleridir. Yazar, bu halleri kayda geçirerek şahitlik eder. Bir roman,bir şiir veya bir deneme,o kaos anının gelecek nesillere aktarılmış bir uyarısı,bir anıtıdır.

   Yazı sanatı kaosu-kargaşayı yok edemez. Gürültü ve anlamsızlık hissinin yayıldığı çağımızda, bir yazarın omuzladığı yük, belki de her zamankinden daha ağırdır. Yazar, bize sadece bir hikaye anlatmaz; bize dünyayı, kendimizi ve dinmeyen kaosun içindeki yerimizi almamız için bir dil, bir pusula sunar. Bu sanattan öte, varoluşsal bir hizmettir.

   Bir yerde yazma eylemi, insanın kendi içindeki kozmosun parçalarını arama ve bulma erdemi, becerisidir.

    Her şeyin geçici sayıldığı bir dünyada yaşanan bin bir türlü sancıların ortasında kaybolmayıp, kendi iradesi ve hassasiyeti içinde duyularının; özgürlüğe, sonsuzluğa bir saygı duruşudur…

 Güven SERİN 


 

  




16 Temmuz 2025 Çarşamba

BAKSI MÜZESİ

 

İNTERNET

İNTERNET

                 ANADOLU’NUN KALBİNDE BİR IŞIK HÜZMESİ

( Baksı Müzesi )

   Bayburt’un derinliklerinde bir yerde, orada doğmuş, kökleri oranın dağları, kırları ve Anadolu kültürüyle yoğrulmuş bir aydın Dr.Hüsamettin Koçan’ın ortaya çıkardığı bir eserden söz etmek istiyorum. Bu eser yıllardır beni çağırıyor olsa da, o diyarlara gidip de kıyıcığından geçtiğim halde gidememenin hüznü hep saklıdır…

  Baksı Müzesi Çoruh Vadisi’nin yamacında yükseliyor. Amacı da çok basit: - Anadolu’nun kültürel zenginliğini modern sanatla harmanlayan öncü bir eser olmak… Bu müzede Hüsamettin Koçan’ın çocukluk hayalleri de var. Burası bir yapı olmaktan öte bir yer, yaşam felsefesidir.

   Baksı’nın bilinen anlamları; “Hekim” ve “ Şaman” anlamlarına gelen eski sözcüklerden adını alarak besleniyor. Baksı Müzesi ismi, eserin mimari görünüşü, şehirden uzak oluşu ve en önemlisi AYDINLARIN kendi doğduğu topraklara karşı duydukları sorumluluk, çok nadide bir örnektir…

   Baksı Müzesi kendi içinde kim bilir kaç devrimin meşalesini yakmış oldu. Kültür ve sanatın sadece büyük şehirlere ait olmadığının da kanıtı niteliğindedir. Müze, sadece sergilediği eserlerle değil, atölyeleri, eğitim programları ve istihdam olanaklarıyla orada yaşayan halkın yaşamlarına dokunan bir sorumluluk projesidir de…

  Tekirdağ ile Baksı Müzesi arasında bir bağ kurmak istesek nasıl bir bağ kurabiliriz? Burada bu topraklarda doğmuş yüzlerce, binlerce aydınımız ve zenginimiz var. Baksı Müzesi onlara bir ilham kaynağı verebilir, onların sonlu dünya ömürleri içinde bir yerde sonsuza hizmet anlayışı geliştirip, böyle eserlere imza atmalarını bekleye bilir miyiz? En azından dileklerimiz böyle olsun…

   Tekirdağ ile Bayburt, birbirlerine çok uzak şehirler olsa da burada yaşayan binlerce Bayburtlu insanımız var. Onların da yardımları, destekleriyle iki şehir arasında güçlü bir ruhani ve kültürel köprü kurmak mümkündür…

   Tekirdağ bereketli toprakları, sanayisi, kirlenen nehri, çok hızlı boşalan köyleri, uzun tarihi ve kendine özel kültürel değerleriyle öne çıkan şehrimizdir. Böyle müzeler, bizim şehrimizde de öncülük edebilir, sessizliğe, can sıkıntısına gömülmüş zengin aydınlarımız için “Yeniden Doğuş” projelerine, eserlerine de dönüşebilir…

  Tekirdağ’ın tarihi evleri, sokakları ve geleneksel motifleri Baksı’nın yaptığı gibi sanatsal projelere dönüştürülebilinir. Tekirdağ’ın Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan Miras Atölyeleri projelerimiz çok ağır işlese de, özel müzeciliğimiz gönüllü ve hızlı adımlar atarsa, kurumlarımız da kendi kıpırtılarını hızlandırabilirler…

   Aydın ve sanatçı sorumluluğu neden bu kadar önemli?

  Aydınların ve sanatçıların doğdukları yerlere yaptıkları bu tür hizmetler, yalnızca somut yapılar inşa etmekten çok daha fazlasını ifade eder. Bir vefa borcu ödemesi, toplumsal sorumluluğun yerine getirilmesi ve gelecek nesillere aktarılacak bir mirasın inşasıdır.

  Kendi topraklarından beslenen projeler, yerel halkın kendi kültürüne ve tarihine olan bağlılığını pekiştirir. Gençlere ilham verir. Onların aidiyet duygusunu güçlendirir.

  Baksı Müzesi kendi bölgesinde bir umut ışığı yaktı. Tekirdağ’da da Hüsamettin Koçan gibi mucize yaratacak aydınlar çıkar mı bilinmez! Ama isteniyor ve bekleniyor; umutla… Hüsamettin Koçan aynı zamanda, her birimizin kendi coğrafyamıza duyduğu sorumluluğu da hatırlatıyor.

  Bugünlerde Baksı Müzesi’nde sanatçı Seçkin Pirim’in “Zamanlı Zamansız” sergisi açıldı. Tam olarak neyi anlatıyor bilemesek de şöyle düşünebiliriz:

—Zamanlı Zamansız sergisi, sanatın zamana meydan okuyan gücünü vurguluyor. Bir sanat eseri, yaratıldığı dönemin ötesine geçebileceğini ve evrensel dilin kuşaklar boyunca aktarıldığını ve geleceğe ışık tuttuğunu gözler önüne seriyor olabilir mi?

 Güven SERİN 

 


 






12 Temmuz 2025 Cumartesi

HIRSIZ MI OLMALI,BÖCEK Mİ KALMALI?

 

İNTERNET

İNTERNET

                      HIRSIZ MI OLMALI, BÖCEK Mİ KALMALI?

    Türk sinemasının kült filmi “Namuslu” ile dünya edebiyatının köşe taşlarından Kafka’nın “Dönüşüm”ü arasında kurduğum ve tam olarak kavramlar üzerine oturtamadığım bir bağ?

    İlk bakışta birisi güldürürken düşündüren toplumsal bir hiciv-yergi, diğeri ise varoluşsal bir bunalımın karanlık dehlizlerinde gezinen saçma bir trajedi gibi dursa da, iki eser de şaşırtıcı derece benzer bir temel üzerine inşa edilmiş gibi görünüyor. Toplumun ve ailenin, beklentilerine uymayan birey acımasızca dışlanması ve onu kendi elleriyle bir “Canavar”a dönüştürmesi.

   Ertem Eğilmez’in yönettiği ve Şener Şen’in unutulmaz oyunculuğu ile devleştiği 1984 yapımı “Namuslu” dürüstlüğü ve ilkeleriyle yaşayan mutemet Ali Rıza Bey’in trajikomik hikâyesidir. Kendi halinde, kimseye zararı dokunmayan, hatta bu “Namusluluğu” yüzünden hor görülen Ali Rıza, üzerine atılan bir zimmet iftirasıyla bir anda toplumun gözünde bambaşka yere oturur. Parayı çaldığına inanan ailesi, komşuları ve iş arkadaşları, düne kadar yüzüne bakmadıkları bu adama, birden bire saygı ve ilgi göstermeye başlarlar. Ali Rıza ne kadar “ Çalmadım” diye haykırsa da kimseyi inandıramaz. Toplum ona zorla “ Hırsız” gömleğini giydirmiştir, bu yeni kimlik, ona saygınlık olarak geri dönmüştür. O da değişmeye başlamıştır…

   Franz Kafka’nın 1915’te yayımlanan ölümsüz eseri “Dönüşüm” ise Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Bu dönüşüm Ali Rıza’nın aksine, fiziksel bir absürttür-saçmalıktır. Ancak altında yatan nedenler ve yol açtığı sonuçlar “Namuslu” ile paralellikler taşıyor. Ailesinin geçimini sağlamak ve sevmediği bir işte yıllardır çalışan Gregor, bu “Faydalı” olduğu sürece ailenin bir parçasıdır. Ne zaman bu faydayı sağlayamayacak bir forma (böceğe” dönüşür, yavaş yavaş ailesinin gözünde bir yüke, bir utanç kaynağına ve en sonunda kurtulunması gereken bir “Yaratığa” dönüşür.

   Sanıyorum her iki eserin de özünde bireyin toplum ve aile tarafından belirlenen rollerin dışına çıktığında yaşadıkları yabancılaşma, beni bu esere ilgi duymam için adeta çığlık içinde çağırıyor… Toplumla ve alışılmış kurallarla zıtlaşmanın ağır yükü, bedelleri yine insanın bilgi, kültürü, deneyimi ve kendini adadığı felsefeyle yakından ilgili…

   Ali Rıza “Namuslu” olduğu sürece sistemin “İşe yaramaz” bir parçasıdır. Ve sonunda bir canavara, yani namuslu namussuza dönüşme anında şu seslenişi yapar; “ Öyle olsun! Pekâlâ! Çaldım… Evet, evet, ben hırsızım…”

   Gregor Samsa ise, ailesinin geçimini sağlayan “çalışkan evlat” rolünü kaybettiği anda insanlığına da yitirir. Ailesi onunla iletişim kurmayı reddeder, odasına hapsederler ve varlığından utanç duyarlar. Gregor, ailesinin bu tavrı karşısında giderek kendi insani duygularını yitirir ve bir böceğin içgüdülerine daha çok yaklaşır. O da Ali Rıza gibi, kendisine dayatılan yeni kimliği (iğrenç böcek ) kabullenmek zorunda kalır ve bu kimlik sorunu sonunu getirir.

   Görünen ve anlaşılan o ki, iki eserde de insan ilişkilerinin, özellikle aile bağlarının ne kadar kırılgan olduğunu ve sevginin yerini nasıl kolayca “fayda”nın aldığı gözler önüne serilir.

Güven SERİN 





10 Temmuz 2025 Perşembe

AMCAM: ALİ SERİN

 

Kamera; Güven


             TOPRAĞA VEFA, ATA’YA SAYGI; AMCAM ALİ SERİN

    Hayat, insana en büyük zenginliği bazen bereketli topraklarda, bazen de topraklar üzerinde kök salmış vefa dolu insanlarla sunar. Ben, bu zenginliğin her ikisiyle de bezenmiş bir çevrede büyümenin ayrıcalığını yaşadım. Hafızamın ve gönlümün en saygın köşesinde yerleri olan dayılarım; Sabahattin Yaşa, Zekeriya Yaşa, İsmet Yaşa ve Ahmet Yaşa’yı; kan bağım, can yoldaşlarım olan amcalarım; Ahmet Serin, Hüseyin Serin, Süleyman Serin, İsmail Serin, Mehmet Serin ve adlarını buraya sığdıramayacağım daha nice büyüğümü her daim şükranla ve saygıyla anarım.

  Ancak bugün, bu kıymetli insanlar denizinden (Paşaköy, İpsala ) bir çınarı, amcam Ali Serin ve onun gölgesini daha da yücelten eşi, sütannem Melahat Serin’i anmak ve yazmak istiyorum.

   Amcam Ali Serin, benim için yürüyen ve bir vefa disiplin anıtıdır. Onun hayat felsefesi, sözlerden çok eylemlerle yazılmıştır. Babası, Yusuf Amcam sıklıkla hastalanırdı. Mevsimin yaz veya kış, vaktin gece veya gündüz olduğuna bakmadan İpsala’daki aile doktorunu bir an bile tereddüt etmeden getirmesi, bir evladın babasına olan bağlılığının en somut deliliydi. O anlarda kat ettiği yol, sadece kilometrelerden ibaret değildi; o yol, endişe ve sorumlulukla yoğrulmuş vefa köprüsüydü. Aynı vefa pınarından beslenen yüreği, annesi sütanamı Hac yolculuklarına her defasında aynı heyecan ve özenle uğurlarken de coşkuyla akardı. Onun için annesinin manevi huzuru, dünyadaki her meşgalenin üzerindeydi.

   Bu derin vefa duygusu, onun çalışma hayatına da sirayet etmişti. Neredeyse yarım asır boyunca bir gün bile ödün vermediği iş disiplini, sadece para kazanma gayesi değil, aynı zamanda ailesine, çevresine ve kendisine olan saygının bir yansımasıydı. O,çalışmanın insanı nasıl ayakta tuttuğunu, yücelttiğini en iyi bilenlerdendir.

   Elbette, her ulu çınarın yanında, onu besleyen, köklerine su taşıyan bereketli bir toprak vardır. İşte o toprak, sütannem Melahat Serin’dir. Amcamın bu sarsılmaz duruşunun ardındaki en büyük destek, hayat arkadaşı, yoldaşı sütannemdir. Onlar, birbirini tamamlayan, bir vefanın, diğeri sabrın ve şefkatin timsali olan “iki güzel insan”dır. Onların hayatı, bizlere sadece akrabalığın değil, iyi ve çalışkan bir insan olmanın, sözünün eri olmanın ve köklerine sadık kalmanın ne denli önemli olduğunu öğreten bir ders niteliğindedir.

   Ne mutlu ki, bu anlattığım hikâye bir hatıra değil, capcanlı bir bugündür. O iki güzel insan, o iki çınar, bugün halen yanı başımızda, gölgeleriyle bizleri serinletmeye devam ediyor. Onların hayat destanının bir sayfası Trakya’nın bereketli toprağına kök salarken, diğer sayfası İstanbul’un o kadim ve engin ruhuna dokunur; anıları, umuları o şehrin taşına toprağına karışmıştır. Vefa duygusunu sadece aile bağlarıyla sınırlamayan amcamın, asker ocağında ateşle dövülüp bir ömür sınanmış, yarı asrı devirmiş bir de “asker arkadaşlığı” vardır ki, onun sadakatinin ve dostluğuna verdiği değerin en sarsılmaz kanıtıdır…

   Yarım yüzyılı çoktan devirmiş, engin bir yaşam deneyimine ulaşmış amcam Ali Serin’i, sadece, bir köşe yazısına sağdırmam… Onun ve diğer akrabalarımın meziyetlerini “insan” yönlerini tam olarak anlatmam mümkün değildir. Buna rağmen zihnimde;  her daim zengin akraba varlığının en güncel heyecanını da bana ayrılan köşeye taşımasam, yazmasam, rahat edemem, huzur bulamam…

 Bugün onlardan öğrendiğim değerlerle hayata bakıyorsam, bu onların bize bıraktığı en büyük mirastır. Amcam Ali Serin ve sütannemin bana gösterdikleri sonsuz şefkatin karşısında saygıyla eğiliyorum…

 Güven SERİN 

  




8 Temmuz 2025 Salı

HASAN AKARSU

 


              EDEBİYADIN SUSMAYAN VİCDANI: HASAN AKARSU

   Zamanın bir su gibi aktığı, her şeyin hızla tüketildiği bir çağda, bazı insanlar vardı ki adeta zamana meydan okur. Onlar tüketmek yerine üretmenin, biriktirmek yerine paylaşmanın ve unutmak yerine vefanın peşindedir. İşte eğitimci, yazar ve şair Hasan Akarsu, tam da böyle bir sanatçı. O,kelimelerle, anılarla ve dostlukla zamanla yarışan, sanatını bir dostunun deyişiyle “nükleer enerji gibi sonsuza adanmış bir aydınlatma aşkına” dönüştüren nadir bir değer.

   Geçtiğimiz günlerde masama ulaşan son iki eseri, “Anılardan Geçerken” ve “Şiirlerden Geçerken” , bu aydınlanma meşalesinin en taze alevleri. Her bir satırında, her bir dizesinde bir sanatçının çelikten disiplinine, dostlarına ve anılarına olan sarsılmaz bağlılığına bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Hasan Akarsu’nun kaleminden anılar öylesine canlanır, dostluklar öylesine kıymetlenir ki, adeta tüm yaşanmışlıklar onun önünde saygı duruşuna geçer.

   “Anılardan Geçerken” ,sadece bir anı kitabı değil, adeta bir vefa ansiklopedisi. Edirne, Bursa, Kırklareli, Tekirdağ, Keşan, Saray gibi Trakya’nın bereketli topraklarında yeşeren anılar, yazarın hayatına dokunan insanlarla ve mekânlarla dolu edebi bir şölene dönüşüyor. Özellikle bir döneme ışık tutan Edirne Erkek İlköğretmen Okulu mezunlarıyla buluşmalar… Öksel Demir, Celal Çalık, Tayyip Yılmaz gibi isimler, Akarsu’nun vefalı hafızasında yeniden hayat bularak bir neslin birbirine nasıl kenetlendiğinin, dostluğun ve yoldaşlığın en samimi halinin edebi bir anıtını inşa ediyor.

   “Şiirlerden Geçerken” ise, bir şairin kelimelerle nasıl bir evren kurabileceğinin en çarpıcı kanıtlarından… Altını çizmekten, tekrar tekrar okumaktan kendinizi alamayacağınız dizelerle dolu. Sanatımızın devlerinden Genco Erkal’a “Dostlar Tiyatrosu”nu anarak seslenmesi, onun sanata ve sanatçıya olan derin saygısının bir yansıması.”Gözünü Sevdiğim İstanbul” şiirindeki içtenlik, okuru anında yakalıyor. Ve o muhteşem “Şiir Tınazı” şiiri… “ Tınaz savrulduğunda/Buğday nasıl ayrılırsa/Artığından/Şiir de öyle.” Bu dizeler nasıl alkışlanmaz? Şiirin özünü, emeğini ve saflığını ancak bu kadar yalın ve güçlü anlatılabilirdi.

   Hasan Akarsu, sadece kitaplarıyla değil, yıllarını adadığı Mavi Dergi, Şarköy Sanat, Saray Özgür Sanat, Yeniden Türk Dili Dergisi, Istranca Edebiyat gibi nice yayınla da edebiyat ve kültür dünyamıza iz bırakmış yorulmaz bir emekçidir. Onun bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi, üretme tutkusu karşısında insan sormadan edemiyor: Bu değerli yazara, bu vefalı şaire zaman nasıl yetiyor?

   Belki de sır, sanatı yaşam biçimi olarak görmesinde, anılarını bir hazine gibi korumasında ve dostluklarını en büyük zenginliği saymasında gizlidir. Hasan Akarsu, insan imbiğinden süzdüğü eserleriyle sadece geçmişi aydınlatmakla kalmıyor, aynı zamanda geleceğe de kalıcı, onurlu ve aydınlık bir iz bırakıyor. Bize düşen ise bu izi takip etmek, onun sanatının ışığında yolumuzu bulmak ve bu değerli emekçiyi hak ettiği şekilde onurlandırmaktır.

   Sanatına ve vefasına sonsuz saygıyla…

 Güven SERİN 



5 Temmuz 2025 Cumartesi

HAMDİ BEY

 


                                                           HAMDİ BEY

      ( Kaçarken Yakalandığım İnsanlık )

     Hastane koridorları… Soğuk, telaşlı ve umutla endişenin kol gezdiği o uzun yollar… Hamdi Bey ile annemin tedavileri için gittiğin o koridorların birisinde tanıştım.

    Her birimizin o koridorlardan geçerken farklı hikâyelere şahitlik ederiz. Kimi müjde beklerken, kimisi çok zor bir habere hazırlık yapar. Tanıdığım Hamdi Bey ise bana “Şifa “ sözcüğünün anlamını yeniden öğretti.

   Hamdi Bey kolon kanseriyle mücadele eden, hayat dolu ama yorgun ve sürekli zayıflayan bir adam! Bekleme salonunda her karşılaşmamızda beni durdurup, büyük bir hevesle konuşmaya başlıyor. Bir süre sonra o kadar çok konuşuyor ki Hamdi Bey’den nazikçe kaçmak için bir sürü yol, bahane üretir hale geldim.

   Genellikle bir gün önceki olayları tekrar tekrar anlatmayı çok seviyor. Sadece bana değil, koridorda kendisini dinleme hevesinde olan veya onunla göz göze gelen herkese aynı açık kalp ve hasta bir insanın çok diri gözüken halleri içinde…

   İtirafta bulunmalıyım, başlangıçta bu durumlar beni çok yoruyordu. Kendi endişelerimi, konforumu ısrarla korumaya çalışıyordum…

   Ancak günler geçtikçe, koridorun sonunda birilerini ve öncelikle beni bekleyen o tanıdık simadan kaçmanın içimde bir sızı yarattığını fark ettim. Bir an durup düşündüm. O’nu anlamaya çalışan bir göz ve zihinle süzdüm. Gördüm ki Hamdi Bey’in bitmek bilmeyen konuşma isteği, aslında bir YARDIM çığlığıydı…

   Bitip tükenmeyen ve özellikle gece başlayıp O’nu uyutmayan ağrıları, hastalığının getirdiği o ağır yük, O’nu bir teselli arayışına itiyor. Hamdi Bey için konuşmak, bir yerde kendi kendine moral aşılamak, o amansız illetle savaşmak için bir kalkan oluşturmaktı. Belki de anlattığı her hikâye, acısını bir anlığına unutturan bir ağrı kesici gibiydi…

   Bu düşünceler içinde O’ndan kaçmayı bıraktım. Ertesi gün, yine beni gördüğünde yanına gittim. O günkü hikâyesini, dünküleri ve geleceğe dair düşüncelerini sabırla dinledim. Bu küçük jestin Hamdi Bey’i nasıl değiştirdiğini görmek inanılmazdı. Yüzüne bir tebessüm yayılıyor, gözleri parlıyordu.

  Anladım ki Hamdi Bey, doktorların yazdığı reçeteler kadar, belki ondan bile daha fazla, bir çift dinleyen kulağın şifasına inanıyordu. O’nun ilacı hastane koridorlarında tanıştığı bir yabancının ayırdığı beş dakikaydı.

  Modern tıp, hayat kurtarır, EVET! Ama ruhu iyileştiren, insana “Yalnız Değilsin”  hissini veren o basit insani dokunuştur…

   Çevremizde kim bilir kaç tane Hamdi Bey var? Sadece duyulmak, görülmek ve anlaşılmak isteyen… Belki de en etkili ilaç, bir anlığına durup samimiyetle, “ Seni dinliyorum” demektir. Hiçbir eczanede satılmayan, ama en güçlü teselliyi sunan bir şifadır.

Güven SERİN 


3 Temmuz 2025 Perşembe

ŞEFİK CAN KARDEŞ

 

KAMERA; GÜVEN





DOĞAYLA BÜTÜNLEŞEN BİR HAYAT:

 ŞEFİK CAN KARDEŞ’İN ESERİ

    Hüzün, bazen şehrin üzerine bir sis gibi çöker. O gün, şehrimizde tam da böyle bir gündü. Kalemini ve kelamını sevdiğimiz yazar ve şairimiz Aytaç Oy’u son yolculuğuna uğurlamıştık. Yeni Şehir Mezarlığı’nın toprağına bir dostu, bir değeri emanet etmenin ağırlığı omuzlarımızdaydı. Dönüş yolunda, Hayrullah İşgören ile birlikte şehrin ritmine doğru ilerlerken, içimizdeki boşluk yol boyunca bize eşlik ediyordu.

   İşte o anda, Hayrullah İşgören, Hayrabolu yolu üzerindeki bir dosttan, Şefik Can Kardeş’ten bahsetti. “ Gel uğrayalım çiftliğine. Hem hüznümüzü bir parça dağıtırız.” Dedi. Bu teklif o anki ruh halimiz için can simidi gibiydi. Kabul ettim.

   Kısa bir süre sonra kendimizi, doğanın kalbinde gizlenmiş bir huzur vahası gibi duran bir çiftliğin kapısında bulduk. Bizi karşılayan manzara, az önceki matem havasını bir anda dağıtmaya yetti. Şefik Can Kardeş ve Hayrullah İşgören’in kucaklaşması, yıllanmış bir dostluğun ne denli samimi ve güçlü olabileceğinin canlı bir kanıtıydı. Bu içten karşılama, ruhumuza işleyen bir teselli oldu.

   İlk gözüme çarpan, ustalık eseri ahşap bir bina oldu. İçerisi temizleniyor, bakım yapılıyordu. Her yer dağınık görünse de, oraya ; “ Burası bir etnografya müzesi” dedirtecek haldeydi. Bu yapı zamana meydan okuyan bir zarafetle ayakta duruyordu. Kapının girişinde duvarda asılı duran pano ise adeta bu yerin felsefesini özetliyordu: “ Çiftçi, Şefik Can Kardeş’in Yazıhanesi” .Ne bir unvan, ne bir paye; sadece toprağa ve emeğe adanmış bir kimliğin ilanı… Şefik Bey ve yeğeninin misafirperverliği, insanın insana duyduğu en saf haliyle karşımızdaydı.

   Fakat bu mekânın asıl büyüsü, kavak ağaçların rüzgârdaki uğultusuyla başlayan mistik atmosferinde saklıydı. Etrafı gezdikçe, o devasa sırra vakıf oldum: Dört tane kavak ağacı… Gövdeleriyle toprağa kök salmış, gökyüzüne uzanan kollarıyla adeta birer dua gibi duran dört ulu can. O an, o ağaçların sadece birer bitki olmadığını hissettim. Onlar, asırlarına tanıklık eden, insanlığa “ Bizi yaşatın. Biz doğanın en görkemli canlarıyız. Bizi koruyun.” Diye fısıldayan birer abideydi.

   Bu dört kavak, birbirine omuz vermiş dört bilge gibiydi. Ve tam ortalarında, onların kalbine yerleştirilmiş ahşap bir ağaç ev… Hangi ustanın elinden çıktığı bilinmez ama bu yapı, ağaçların bir parçası olmuş, onlarla birlikte nefes alan bir sanat eseriydi. Şefik Can Kardeş’in belki de yaşama sevincini borçlu olduğu o sığınak, doğayla insan arasında en estetik en saygılı birlikteliği sergiliyordu.

   Çiftlikten ayrılırken, günün başlangıcındaki o ağır hüzünden eser kalmamıştı. Evet, bir dostu, Aytaç Oy gibi değerli bir kalemi toprağa vermiştik. Ama dönüş yolunda, anıt ağaçlar gibi toprağına ve gökyüzüne sıkı sıkıya sarılmış bir başka dostu, Şefik Can Kardeş’i tanımanın o yüksek erdemiyle doluydum.

   Hayrullah İşgören’e teşekkür ederek şehrin o günkü ritmine döndüğümüzde anladım ki; hayat, bazen en hüzünlü anlarda bile karşınıza yeni kapılar açar. Bazen bir şair susar; ama ulu bir ağaç konuşmaya başlar. Bazen bir dost gider, ama bir başkasının dostluğu size yeniden yaşama gücü verir. O gün biz, toprağın aldığını, yine topraktan ve onun sadık bekçilerinden teselli bularak geri aldık.

   O gün, şehrin yasını yaşarken, dört anıt ağacın fısıltılarını da duymak, bilmek; yaşamın ne kadar eşsiz, dayanıklı, inatçı, zarif ve çeşitli olduğunu öğrenmek: Çok değerli bir deneyimdi…

Güven SERİN







1 Temmuz 2025 Salı

AYTAÇ OY

 

Kamera; Güven


         ŞARKILARI TRT’DE, YÜREĞİ TEKİRDAĞ’DA KALAN ADAM

( Güle Güle Aytaç Oy )


 Aytaç Oy, şehrin sevdalısı, şiirlerin ve düz yazıların babası sustu. Ölümüyle zaten sessiz olan şehrimiz, şimdi daha derin, daha manalı bir sessizliğe büründü. Sanki Tekirdağ'ın sokakları, rıhtımdaki iyot kokusu, eski cumbalı evlerin gölgeleri, hepsi saygı duruşunda...

 Kimdi Aytaç Oy? Onu sadece muhasebeci, şair veya yazar olarak tanımlamak, engin bir denizi bir bardağa sığdırmaya çalışmak gibi olurdu. O, rakamların disiplini ile kelimelerin ruhunu birleştiren nadir insanlardandı. Ancak onun kelimeleri sadece kâğıt üzerinde kalmadı; usta bestekârların elinde notalara dökülerek ölümsüzleşti. Hem de ne ölümsüzlük! Onun kaleminden dökülen eserler, Türk Sanat Müziği'nin en prestijli-itibar kurumu olan TRT'nin titiz denetiminden geçerek repertuara kabul edilme onuruna erişti. Onun mısraları, TRT sanatçılarının sesinde hayat bularak tüm Türkiye'nin ortak hafızasına kazındı. Bu, Aytaç Oy'un şairliğinin sadece yerel bir değer olmakla kalmayıp, ulusal bir kültürel mirasa dönüştüğünün en büyük kanıtıydı.

  Fiziken uzak kalsa da ruhu hep burada, bizimleydi. Telefonun diğer ucundaki o tanıdık sesin ilk sorusu hiç değişmezdi; içinde dinmeyen bir hasretin ve sevdanın fısıltısı gibiydi: "Ne var ne yok? Tekirdağ nasıl? Beni soranlar var mı?" Evet, Aytaç Ağabey, seni soranlar vardı, her zaman olacak. Çünkü sen bu şehrin vefasının, sanatının ve TRT ekranlarına uzanan nezaketinin bir timsaliydin.

  “Doyulmaz Asla Aşka” şiiri Ali Şenozan tarafından bestelendi. Orada da Aytaç Oy’un “aşk” sözcüğüne tutunarak yaşama nasıl sımsıkı sarıldığının kanıtını bulabiliriz. Bir başka şiiri “Başını Dizine Koymasam da” Saadet İdrisoğlu tarafından bestelendi.”Yeter ki Tamam De” şiiri ise İrfan Doğrusöz tarafından bestelenerek Türk Sanat Müziği deryasına kazandırılmıştır.

  Benim içinse o, her daim büyümemiş güzel, değerli ve belki de en güzel gülümseyen bir çocuktu. Dünyanın griliğine inat, içindeki o saf ve aydınlık çocuğu hiç kaybetmedi. O gülümseme, en karmaşık hesapların ve notalara dökülen o en derin mısraların arkasındaki naif ruhun dışa vurumuydu.

  Şimdi o ses sustu. Artık telefonun ucunda Tekirdağ'ı merak eden o yürek haykırışı duyulmayacak. Ancak Aytaç Oy, ardında bıraktığı şiirlerle, yazılarla, dillerden düşmeyecek ve TRT arşivlerinde sonsuza dek yaşayacak şarkılarla ve onu tanıyanların kalbindeki o sıcak tebessümle yaşamaya devam edecek. Şehrimiz bir değerini değil, yüreğinden büyük bir parçasını kaybetti.

   Sokaklar şimdi daha sessiz olabilir ama eminim ki mısraları ve o mısralardan doğan, TRT stüdyolarında yankılanmış şarkıları, bu şehrin rüzgârında fısıldamaya, radyolarda kalplere dokunmaya devam edecek.

  Ruhu şad, mekânı cennet olsun. Tekirdağ, TRT mikrofonlarına şiirlerini, duygularını duyuran vefalı evladını ve şarkılarını asla unutmayacak.

Güven SERİN