Sayfalar

30 Nisan 2024 Salı

YOSUN KOKUYORDU IŞIK

 

Kamera; Nasip Aykın

Kamera; Güven

                                            YOSUN KOKUYORDU IŞIK

   Uzun zamandır görüşmediğim kavak yellerinin estiği zamanlardan bu zamana gelen anıların dostu Metin Korkmaz’ın daveti üzerine yalı bölgesine gittim. Denizin hemen yakınında belediyenin bankları ve çınar ağaçlarının doğaya sevdalı olduğu diyara…

  Tıpkı şairin, Can Yücel’in dizelerinde seslendiği gibi;

 “ Ne zaman boğulsam böyle/Yosun kokuyordu ışık “

   Düşler dünyası yazının, yazı sanatının bahçeleri, tarlaları, harman yerleri gibidir… Metin önce çay, ardından da kahvelerimizi Nasip Bey’e söyledi. Bilenler bilir Nasip Bey’in işini ( kahvesini, çayını, tostunu ) nasıl sevgi içinde ürettiğini.

   O zaman öğrendim Metin’den yakın zaman içinde Almanya’ya gidecek oluşunu. Moralinin yüksek oluşu da bu seyahat olduğunu, özellikle kendi arabasıyla yolculuk yapacağı, yüzlerce kilometrelik yolu, masalımsı bir gözle göreceğini hissetmiş olmanın sohbeti bir saat kadar sürdü.

   Sakin bir Tekirdağ günü akıyordu zaman nehrinin içinden kim bilir hangi zamanlara doğru… Atölyenin yolunu tutmuş, sahilden üst geçit bölgesine doğru ilerliyordum. Yaklaştıkça üst geçide doğru, tanıdık birinin yükseklerden denize, ufka ve belki de ufkun da çok ötesine baktığını gördüm.

  Tanıdığım milli sporcumuz atıcılık soru içinde Tekirdağ ve ülkemize yüzlerce madalya kazandıran Ataberk Keskin’di. Sporu doya doya yaptıktan sonra şimdi iş yaşamının disiplini içinde neredeyse dış dünyadan çok iç mekânlara adanmış bir yaşam sürüyordu. Sırf bu yüzden bazı zamanlar dükkânını geç açıyordu. Muhtemelen erken kalkınca evinin bahçesindeki çiçeklerin bakımıyla ve güneşin ışınlarını içine çekerek geliyordu, neredeyse 10 saat geçireceği kapalı alanı olan dükkânına.

   Bugün de öyle günlerden birisi yaşanıyordu. Güneş doğalı çok olmuştu. Metin ile sohbetimizi bitirmiş, öğlene yaklaşan zaman adına kendi çalışmalarımız için herkes kendi atölyesinin yolunu tutmuştu. Ataberk’e baktığı ufka dalmış olan sporcumuza seslenmeden birkaç fotoğraf çektim; öylece, en doğal haliyle…

  Ve birden birkaç gün önce okumuş olduğum şairin şiirinden birkaç dizeyi anımsadım; “ Yosun kokuyordu ışık”

  Işığın hemen altında deniz, denizin kıyı ile arasında bulunan taşlar üzerinde yosunlar ve o yosun kokulu ışığı izleyen bir Milli sporcu: Ataberk Keskin… Üst geçidin merdivenlerinden onun durduğu yere çıktım. Ve aklıma gelen ilk sözcükleri Ataberk’e haykırdım;

   “ Düşüncelerini, düşlerini çalmaya geldim” bu sözlerim karşısında gülümseyen Ataberk’e:

—Ne düşündün, o derin bakışlarda neler var? Deyince:

—İçime temiz havayı çekiyordum…

   Hemen sözün sazını ele alarak, o temiz havada ki düşünce ve düşler şöyle olmasın diyerek, Marmara’nın sularına, onun derin bakışlarıyla bende baktım. Dedim ki, buradan Çanakkale Boğazı, oradan Ege, derken Akdeniz, Cebelitarık Boğazı ve Atlas Okyanusu diyerek diğer yerlere de açılmak ister insan; sen de öyle yaptın belki? Ataberk Keskin bir daha gülümsedi; sanki atıcılık sporunda Balkan Birincisi, Şampiyonu olduğu zamanlardaki gülümsemeden:

—Neden olmasın arkadaşım. O büyük gemiler var ya; işte onlarla üç aylığına bir dünya seyahatine çıksam, denizlerden okyanuslara, kıt’alardan kıt’alara…

   Görüyorsunuz ya, düş ve düşünce yazı sanatının harman yeri gibi; rüzgâr ve yosun kokan ışık; yaşamı tam manasıyla doldurup masalımsı bir anlam kazandırmıyor mu?

 Güven SERİN 


 

 

 

  




26 Nisan 2024 Cuma

ÖLÜM DÖŞEĞİNDEKİ HASTALAR

 

İNTERNET

                                      ÖLÜM DÖŞEĞİNDEKİ HASTALAR

      ( Elizabeth Kübler Ross )

    Ölüm sözcüğünü kimse duymak istemese de, yaşamın olduğu her yerde; her daim kol gezer kendisi… Konuşma dilimize de öyle bir yerleşmiştir ki sizi telefonla arayanların ilk sorduğu sorulardan birisidir;

  Ne var ne yok? Ölen kalan var mı?” Uygur dünyanın üniversiteleri, enstitüleri ve buralarda çalışan doktorları ciddi deneylerin, araştırmaların ve emeklerin içine girmişlerdir.

  Bu doktorlardan birisi de Elizabeth Kübler Ross’tur. Ölüm döşeğinde iki bini aşmış hastayı dinlemiş, incelemiş ve arşive geçirmiş bir doktor. Geriye neler bırakmış olabilir?

  Dr.Elizabeth Kübler Ross’un yazıya, kitaplara geçmiş ve artık tüm insanlığa ait düşüncelerinden bir kısmını paylaşmak istiyorum;

“ Tanıdığım güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş-romantik ve anarşist-insanlar. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar.”

   Bu sözcüklerin bütününe kim ne diyebilir? Oluşma sürecinin genişliği, somut ve soyut katkıları düşününce, her insanın apayrı karakter, yetişme biçimlerini de düşünürsek; imbikten çıkacak insanın nasıl bir yolculuk yaptığını veya yapması gerektiğini ancak; dokunan, gören, duyan, dinleyene ve konuşan insan oluşabilir…

   Dr.Elizabeth Kübler Ross, ölüm döşeğinde 2000’den fazla hasta ile birlikte olmuş. Peki, ama bunca deneyim, inanılmaz gözlemler, diyaloglardan geriye ne kalmış olabilir?

  Doğal yollardan ölmekte olan kişiler üzerinde yaptığı gözlemleri beş evreye ayırıyor.2000’den fazla ölüm döşeği hastanın bu beş evresine birlikte bakalım!

1-İnkâr 2-Öfke 3-Pazarlık 4-Umutsuzluk, Depresyon 5-Alışma ve kabullenme davranışları gösteriyorlar. Aynı döşeğin içine girdiğimizde bizlerin de yapacağı davranışlar…

  Yapılan bilimsel çalışmalarda insan, bizler adına çıkan sonuçlar şöyle; herkes ölüme inanır ama kendi öleceğine inanmazmış! Yani bir tür gizli ölümsüzlük hissiyatı… Ne büyük yanılgı ve çaresiz kaçış…

   Ölmekte olan, ölüm döşeğinde bulunan 2000’den fazla hastasıyla yakından ilgilenen, bu çalışmaları sadece akademik açıdan değil, insan özünde bulunan sevgi, merak, dönüşüm için yapan Dr.Elizabeth Kübler;

 “ Yaptığım tek şey, insanların yanına oturup onları dinlemek ve duymaktı!”

   İnsanın en duygu ve duyarlı olduğu hasta döşeğinde yaptığı tek şeyin dinlemek ve duymak olduğunu, isterseniz kendi evlerimizde, çevremizde farklı şekilde yapabiliriz. İyi anlaşamadığımız yaşlı tanıdık, akraba veya genç çocuk torunlarımızla. Onları sadece dinlemek ve duymak, nasıl da değiştirecektir yaşam içindeki yerimizi…

   Bildik mazeret ve şikâyetleri sıralamak isterim sizlere. Tanıdığımız insanlar adına.”Aksi ihtiyar. Bir türlü söz anlatamıyoruz. Gelmiyor… Yanımızda kalmıyor… Yardım almak istemiyor…” Gençler adına da buna benzer bir sürü dert, şikâyet; “ Aklı bir karış havada… Bizim zamanımızda biz öyle miydik? Şöyle, böyle…” Hani dinlemek? Hani duymak? Kendi ölümsüz, hatasız duruşumuz yüzünden kör ve sağır kişileriz…

   Dr.Elizabeth Kübler Ross’un binlerce deneyiminden geriye kalan binlerce onarıcı, var edici, yaşam sevinci oluşturan sözcüklerden bir demetiyle bitiriyorum çalışmamı;

   “ Dünyamızda sınırlı bir zamana sahip olduğumuzu anladığımızda ve son anın geldiğini asla bilmenin bir yolunun bilinmediğini gerçekten bildiğimizde-Her günü tam anlamıyla yaşar ve sadece buna sahip olduğumuzu anlarız.”

Güven SERİN 

 





24 Nisan 2024 Çarşamba

ANZAKLAR KAÇARKEN BİLE DESTAN YAZMIŞ!

 

İNTERNET


                                 ANZAKLAR KAÇARKEN DESTAN YAZMIŞ!

  Ne Garip kahramanlıklar, ne garip destanlar yaratıyor:- İngilizlerin emriyle Gelibolu’na gelen Anzak-Avustralya, Yeni Zelanda insanları…

  Anzakların, yani; Avustralyalıların, Yeni Zelandalıların, İngilizlerin, Fransızların Gelibolu’nu işgali istedikleri gibi sonlanmadığı gibi, on binlerce insanın canına kıymalarına neden oldu. Boşu boşuna “Kanlısırt” diye isimler takılmadı, henüz bıyığı bile terlememiş askerlerin kanlarıyla sulanan tepelere…

   Gelibolu da başaramadıklarını birkaç yıl sonra İstanbul’u, Anadolu’yu işgal edip kendi haritaları üzerinde çoktan paylaşmaya başlamışlardı bile. O deha çıkmasaydı gün yüzüne, durmasaydı Conkbayırı, Anafartalar tepelerine; bambaşka bir işgal, saldırı, eziyetle karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdı…

    25 Nisan 1915 şafak vakti işgal ettikleri Gelibolu Sulva Koyu askerleri, subayları; ölümleriyle ayrı, cinayetleriyle apayrı destansı dokunuşları kaleme aldılar.

   Avustralyalı General Bradenell White, kahramanlık destanı yazdıkları sanan askerlerin başında bulunuyordu. Gelibolu, Anafartalar, Conkbayırı ele geçirilemediği için, kış gelip çattığında geri çekilmeyi doğru buldular. Anzakların geri çekilişini yöneten General White için şu sözcükler yazıldı;

  “ White ve ekibi 80 bin askerin her birini sadece güvenli şekilde kurtarmakla kalmayıp, geride bir kişi bile bırakmadı…”

  General Whit’e duyulan, gösterilen övgüleri görüyor musunuz? Ya şu soruyu sorsak onlara:

 -        Burada, Türk topraklarında işiniz neydi? Kaçışı, onlara göre başarılı tahliyeyi yaptınız yapmaya da, bıraktığınız binlerce genç Anzak-Avustralyalı, Yeni Zelandalı askere ne diyeceğiz. Hepsi, ölümü zamansız ve işgal ettikleri topraklarda ölümlerin en kara, en feci şekilleriyle karşılaşmaları da bu destanın bir parçası mı?

   Kendilerince İngilizler tarafından kandırılmış Avustralyalılar, Yeni Zelandalı asker ve subayların stratejisi, Türklerin olduğu tepeleri ele geçirip boğaza ulaşmak. Ne kadar Türk öldürürlerse o kadar çok nişan, ödül aldılar…

   Ölümün kokusu kim bilir kaç km öteden bile duyuluyordu. Haftalarca alınamayan, gömülemeyen askerlerin bedenleri tanınamayacak bir halde; şişmiş, kararmış, kokmuş, insanı insanlığından çok başka âlemlere taşıyacak hallere ulaşmıştı. Buna rağmen askerler durmadan savaşıyordu. Türk askerleri vatanını savunmak, ellerinde kalan yurtlarını korumak için savaşırken, Anzak olarak bilinen ve diğer taraflardaki İngiliz, Fransız askerleri de sömürge dünyalarına bu kadim toprakları da eklemek amacıyla, yepyeni silahları, çok bol mermileri deniyorlardı. Düşleri, kahramanlıkları, alacakları nişanlar ve sıkça verilen ödülleri için savaşıyorlardı…

   21 Nisan 1915 şafağında yüzlerce küçük tekne Suvla-Anzak Koyu içerisine doluşmuştu. Binlerce Anzak askeri öldürme düşleri içinde, yepyeni postalları, silahları ve gencecik bedenleriyle sağa sola kaçışıyordu.17 Aralık 1915 gecesi de kendilerince muhteşem bir TAHLİYE, GERİ ÇEKİLME dedikleri kaçışları da, yüzlerce tekneye binmiş, yaralı, bitkin ve bazıları için Truva Destanı kadar önemli bir destan içerisinden,gecenin karınlığı gibi ayrılıyorlardı… Gelibolu Destanı içinden başka destanlar yazmaya gidiyorlardı…

  11 Kasım Perşembe günü, henüz savaş bitmemiş ve Türklerin bayram kutlamaları için büyük sessizlik devam ediyordu. Türklerin bulunduğu mevzilerden Anzak askerlerine sigara ve üzerinde mesajlar yazan kâğıtlar da fırlatılıyordu. Bu kâğıtların birisinde şu sözcükler yazılıydı;

“ Sadakayla yaşayan adam domuzdur. Karnımız tok, yiyeceğimiz bol. Bedenimizde ellerimiz, ellerimizde süngülerimiz var. İngiliz’in bol silah ve cephanesi olabilir ama bizim süngümüz ve aklımız var.” Sigara paketleri üzerine ise başka mesaj vardı;

   “ Alın, afiyet içinde için mutlu düşmanlarımız.”

   Türk askerlerinin, bizlerin atalarının Gelibolu Destanı yazılırken, savaşa ara verdikleri zamanlarda düşmanları için düşüncelerini anlatan bazı notlar; Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerinin evlerine gönderdikleri notlardan alınarak kitaplaştırılmış, belki de insanlık tarihine çok değerli savaş vahşeti ve sosyolojisi nedir ve ne değildir, anlatma becerisidir; kim bilir…

Güven SERİN

 




19 Nisan 2024 Cuma

YİĞİT KEÇİ YAVRUSU

 

İNTERNET

                                        YİĞİT KEÇİ YAVRUSU

  Toplumcu aydınların, insancıl duygularını yitirmeyenlerin yaşadıkları anılar; dünya edebiyatı, edebi yaşam için çok değerlidir. Örneğin Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun Anıların İzinde olan eseri; sanıyorum herkesin kütüphanesinde olması gerekenlerden…

  Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun 1939 yılında üniversite öğrencileriyle birlikte kafile başkanı olarak yapmış olduğu Avrupa yolculuğu; gördükleri, dokundukları ve kayıt altına aldıkları anılar çok farklı toplumsal, tarihsel ve kültürel değere öneme sahipler.

  Ülke ülke ziyaretlerini yaparlarken sıra Almanya ve orada da hayvanat bahçesini ziyarete gelmiş. Kafile olarak yılanların olduğu bölüme gelmişler. Piton yılanının beslenme saatine şahitlik etmişler. Yılanlar beslenmelerini canlı avlarla, hayvanlarla yaptıklarından dolayı o gün piton yılanının beslenmesi için küçük keçi yavrusu yılanın bulunduğu kafese bırakılmış.

   Tüm kafile bu canlı ve ibretsel beslenme olayına şahitlik etmiş. Büyük ve güçlü piton yılanı küçük keçi yavrusunu yemek için her hamlesine keçi yavrusu da kaçarak, zıplayarak karşılık vermiş. Aradan neredeyse yarım saat geçmiş. Küçük keçi yavrusu ölümcül piton yılanının sarılmasına izin vermeyince orada bu olayı izleyen görevliler, kapıyı açıp keçi yavrusunu dışarı çıkarmışlar.

   Keçi yavrusunu dev yılanın bulunduğu kafesten almalarının sebebi ise “Bu keçi yavrusu yaşamayı hak ediyor, ölmeyi değil.” Diyerek, orada bulunanlar, ders niteliğindeki yaşamla ölüm arasındaki bu mücadelenin başrol oyuncusu küçük keçi yavrusuna; “Yiğit keçi yavrusu” diyerek onun yaşama hakkını, şansını yürekleriyle alkışlamışlar…

   Söz sözü acar ya, anı da anıların en kuytu köşelerde saklananların bile kapılarını aralar. Küçüklüğümüzde Süleyman Amcam ve Ahmet Amcalarda da koyun keçi sürüleri vardı. Çocukları mutlu etmeyi sevdikleri için özellikle ikiz doğuran ana keçinin bir yavrusunu gönüllü çocuklara hediye ederlerdi. Biz de çocuk masumiyeti içinde evlerimizde, o zamanlar bol bulunan sütler ile günde üç kez beslediğimiz keçi veya koyun yavruları çok çabuk büyürlerdi.

  Bütün bunlar cılız insan davranışlarıdır. İnsanın insanlık yolculuğu içindeki davasında, insanın insanı yediğini düşünürsek, halen hayvanları yeme birinci derecede protein ihtiyacını karşılama, tat ve tuz olmazsa olmazları içinde kabul ediliyor.

  Fakat insan bir hayvanı besler, onunla bağ kurar, ona isim de verirse, artık aileden birisi olduğu için onu kıyamaz, bir yerde cılız insan yüceliği içinde korur ve kollar…

  Almanya’da hayvanat bahçesindeki dev piton yılanının elinden kurtulan keçi yavrusu ise yaşamı kendi cesur iradesiyle kazandığı gün gibi ortada…

    Mücadele etmenin, pes etmeyerek çareler üretmenin dersleri çok fazla; binlerce, milyonlarca olduğu halde, herkes ders almak, yeni bir şey öğrenmek yerine,”Ders vermek-Had bildirmek” ile meşgul olduğumuz için; harika anıları, öyküleri, romanları, filmleri, tiyatroları; insandan insana akacak olan yaşam iksirlerini görmeden körlük içinde çekip gidiyoruz bu eşsiz gezegenden…

 Güven SERİN 

 

 

  


16 Nisan 2024 Salı

FİLİZ SABUNCU ANISINA

 

Kamera; Güven 



     

                FİLİZ SABUNCU KUTLUYORUM SİZİ

                ( Filiz Sabuncu Anısına )

  Bu çalışmayı hazırlarken bilgisayarımda Gabriel Faure’nin meşhur bestesi Elegie Opus 24 ses veriyordu. O sese sarılırken başka şeyler düşünüyordum. İkinci Dünya Savaşını… Leningrad Kuşatmasını… 2,5 yıla yayılan kuşatma da, açlık ve soğuktan ölen 1,5 milyon insanı…

 O kuşatmayı. Savaşın ölümcül kâbuslarını yarmaya çalışıp, hayatta kalanlara destek olmaya çalışan ünlü besteci Dimitri Şostakoviç ile küçük kızın küçük hassas parmaklarını yanında bulunan zarif çello düetini düşünerek dinledim. Bu beste, kâbusa dönmüş ve 4 milyonluk şehirde 700 bin insan kalmasına rağmen ünlü besteci Dimitri Şostakoviç’in şehri terk etmemesi, ruhumda uyandırdığı o büyük hayranlıkla bütünleşiyor; bu sanatsal gerçeği kaleme alışım…

  Ressam, şair Filiz Sabuncu’nun sergisini gezdikten sonra bedenimle birlikte ruhuma damlayan sanatsal yağmuru dinledim. Güzel Sanatların, müziğin, şiirin tükenmekte olan insan ve insanlık için ne büyük var oluş merhemi, iteneği olduğunu biliyorum.

  Savaşlardan, kargaşalardan geriye kalan en güzel şeylerden birisi de, Dimitri Şostakoviç gibi bestecilerin evrene ait insan ruhu ile bir olmuş marifetin, ustalığın, sezgilerin ortaya çıkışı, bir esere dönüşü. Leningrad Senfonisi (7. Senfoni)  de böyle ortaya çıktı. Mutluluğu, güveni, dayanmayı, ümitleri var etmek, onların asla tam olarak tükenmediğini, tükenemeyeceğini kendi zamanından diğer zamanlara armağan etti…

 Filiz Sabuncunun zarif karşılamasıyla ilk adımımı attığım Kültür Merkezi ve oraya yayılan sanatın senfonisi burada farklı bir şeyler olduğunu düşünmeme, duyarlılığımı arttırmama neden oldu.

 Akordeon da bir erkek, keman da genç bir kız; sanatçıya destek olmak için şöleni kendilerince ses tonlarıyla renklendiriyorlar. Sanatçının seçkin misafirleri sanat olaylarına oldukça yatkın insanlar. Kimisi Bodrum’dan, Kimisi İstanbul ve bazıları da Tekirdağ’dan katılmışlar. Genç kızlar sansal törene en içten katkı vermek amaçlı gülümseyerek içecek servisi yapıyorlar. Masaların üzeri çeşitli tatlarda yiyeceklerle dolu olduğu halde, sanata susamış insanların tokluğu başroldeydi.

  Keman ve akordeon sanat olayına ciddi bir neşe katarken, sanatçı Filiz Sabuncu etrafını çevirmiş, dostları, arkadaşlarıyla ilk önce gözleriyle, sonra elleriyle, bedeniyle kucaklaşıyor. Duygular neşeden ötürü… Duygulanmalar sanattan ötürü…

  Sanatçı Filiz Sabuncu şehrimize geleli üç yıl olmuş. Ne büyük onur; bizim şehrimizi tercih etmesi… Şehirler insanların-insanlığın dikkatini çekecek, tercih edilecek hale geldikçe, kentleşmenin niteliği de artar. Şehirler, her türlü insanı ağırlar. Hür türlü insan şehirlere anlam, onur katar. Bir de sanatçıları; ressamları, şairleri, yazarları, heykeltıraşlarıyla anılırsa o şehirler tüm dünya ya anlam, onur yükler…

 Sanatçımız 1957 yılından bu yana yani koca bir ömür; 58 yıla yayılan sanat yaşamında birçok sergiye katkı vermiş, eser sunmuş. Bunlardan bazıları Bandırma Kültür Merkezi (üç kez) Sandoz Sanat Galerisi, Vakıfbank, Taksim Sanat Galerisi, Star Mar Görüntüleme Merkezi, Hafize Ortaç Sanat Galerisi. Bu mekânlarda tıpkı Tekirdağ da olduğu gibi, gelenlere “merhaba, hoş geldiniz” sanatçı ve sanat sıcaklığını üst kimliğe geçmiş, evrenin neşesine sahip olmuş bir canlı sunumuyla yapmış.

 Genç kızın keman sesi, erkeğin akordeonu ahşap sanat mekânında en ölçülü ve ahengiyle çalmaya devam ederken, sanatçının, sanatsever dostlarının muhteşem kibarlığı, o küçük yeri devasa bir salona çevirmişçesine eserlerin arasına karıştım. 

 Sanatçının ruhundan ellerine süzülen iki sürpriz bekliyordu sanatseverleri. Resim sanatıyla birlikte şiir sanatını da bir araya getirmiş; her resminin altında o resmine ithaf yaptığı bir şiiri…

  Küçük bir fener sallanıyor asılı durduğu yerde. Sanatçının pembe, mavi, yeşil, gri, beyaz renklerden oluşan bu eseri; daha kırk yıl önce her eve lazım olan küçük bir fenerdi. Bugün oldukça güzel bir aksesuar olarak kabul edilen bu küçük fenerin altında ki şiir dizeleri ise şöyleydi;

“güneyden esen rüzgârda/ dönerek sallanırsın / yalnızlığın dayanılmaz acısını / bensizliğin burukluğunu / rüzgâra mı anlatırsın? “

 Sanat böyle bir şey! Bağırmaz, çağırmaz, vurmaz, kırmaz! Öldürmez, öleni var etme çareleri arar. Onarır, yapıştırır, renkler içinde renk, sesler içinde ses doğurur. Sanatçının Martıları işleyen eseri, iki katlı taş evi ve ağaçlar arasında, sonsuzu anlatan ışığın içinde çizdiği insan siluet çok şeyi anlatıyor… Yalnızlığa, özleme, sonsuza dair çok şeyi…

  2015 yılında tanıştığım ve bu çalışmaya kaleme aldığım sanatçı Filiz Sabuncu, duydum ki göç etmiş 2024 yılı, Nisan ayı içerisinde: -Sonsuzluğun sonlu başka gezegenlerine doğru…

     Huzur ve rahmet içinde, hoşlukla gitsin sanatın olduğu her evrene…

2 HAZİRAN 2015

16 NİSAN 2024

 Güven SERİN 

 






9 Nisan 2024 Salı

BAYRAM TADINDA ANILAR

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven 

                                                BAYRAM TADINDA ANILAR

  ( Manyas Kuş Cenneti )

  Ölmemiş, öldürülmemiş hayatın her anına ait; kültüre, sanata, büyülü bir masala dönüşmüş anıların hepsi; taptaze yaşamın “Ta kendisi” dir…

    Bilirsiniz, ölmüşse bir canlı, çürümeye ve kokmaya başlar. Anılar da bir canlıya aitse, ölmüşler, hatta öldürülmüşlerse; korkunç kokularla, geleni geçeni, duranı, yaklaşanı kaçırmaya yeterler.

   Erdek’de kaldığımız bir yaz günüydü. Gittiğimiz her yerde olduğu gibi “Çevreyi tanıma” düşünce, felsefesi ve kültürü içinde tamamen amatör bir heyecanla bir gün önce çıkmış olduğum Erdek kırlarındaki bahçeler, tepeleri yürüyerek gezmiştim. Bir gün sonra Bandırma yollarında minibüsün içinde yol alıyordum.

  Böyle zamanlarda yepyeni bir ülkeye, öyküye geldiğimi biliyorum. En yakınınızdaki sırt çantası şahitlik eder, ne büyük heyecan içinde olduğunuza. Bir su şişesi, birkaç not kâğıdı, kitap kalem, kolonya, birkaç paket mendil; hepsi etrafa yayılan coşkunun şahididir…

  Minibüs kıvrılarak ilerlerdi yarımadanın dar ve tenha yollarından.15–20 dakika sonra Bandırma’ya geldim. Burası, zamanın içerisine gizlenmiş, zeytin ağaçlarıyla birlikte tüm zamanlara ait bir yerleşim yerimiz. İlk kez adım attığım her yerde, ancak bazı hayvanların hissedeceği alçak frekanslı sesleri işitir gibi işittim “Hoş geldin, sefa getirdin” diyen Bandırma’yı…

    Köy ve kasabalara giden minibüslerin Manyas Kuş Cenneti Milli Parkı yakınlarından geçecek olanın, hangisi olduğunu sorup soruşturduktan sonra, saatte bir kalkan bir minibüse bindim. Sanki minibüse binen insanların üstleri başları zeytin kokuyordu. Yaklaşık 18 km sonunda, inmem gereken yerde ineceğimi haber veren şoföre, yol arkadaşlarıma teşekkür ettikten sonra yol ayrımında indim. Manyas Kuş Cenneti’ne yürüyeceğim mesafe 3–4 km ya vardı ya yoktu.

  Minibüsten iner inmez orada sanki alacağı yolcusunu bekleyen motosikletli 56 yaşında yöre insanlarından bir adam:

-        Hoş geldin, deyince, Hoş bulduk dedikten sonra:

-        Nereye gidiyorsun? Sorusuna: -Kuş Cenneti, Milli Parka, diyerek cevabımı verdikten sonra:

—Atla arkama, diyerek çalışır vaziyette bulunan motosikleti hareket ettirdi. İnanılacak gibi değil. Sıcak bir yaz günü, üfür üfür bir yolculuk başladı. Yöre insanlarından, iki kızı olan birisi ve konuşmayı çok seviyor. Dört beş dakikalık yolculukta bir yaşamı özetler gibi, aklına gelen her şeyden söz etti. İstersem, beni dönüşte de yol ayrımına bırakabileceğini söylese de; teşekkür ettikten sonra ayrıldım. Manyas Kuş Cenneti ana giriş kapısında indim. Kuşların büyük çoğunluğu yumurta üzerinde, kuluçkada alması sebebiyle, serin ağaçların olduğu patikalardan yürüdüm. Sağ solu, etrafı gezdikten sonra Kuş Cenneti Müzesi içinde de vakit geçirip, yöreye ait kuşları, kuş fotoğraflarını, hikâyelerini izleyip okudum.

   Dönüş yolunu, ana yola yürüyerek gitmek zorunda olduğum için; sakin, sessiz şose yolda yürümeye başladım.

   Ara sıra geçen araçlardan başka, zaman zaman duyulan kuş sesleriyle, sıcakta olgunlaşan yaz meyveleriyle dopdolu bir serüven…

  Milli Park ile gideceğim ana yol üzerinde ve tam da ortalarda bir yerde Kuş Cenneti Mahallesi-Köyü bulunuyordu. Köyün kuzey tarafından geçerken aynı zamanda avlulara, tarla kenarlarına ekilmiş, büyük çoğunluğu terk edilmiş bir sürü meyve ağaçları vardı. Bamya, nohut tarlaları, armut, erik, dut ağaçları zamanın tozlarına yenik düşmemişler, onlara ait görevlerini eksiksiz yapmışlardı. Üzerleri meyvelerle doluydu. Birer ikişer tattıktan sonra Kuş Cenneti Mahalle sınırlarından çıkmak üzereyken, beni gören beş çocuk ve içlerinden en büyük olanı, arkadaşlarına yüksek sesle:

—Turisti görüyor musunuz; bakın şimdi onunla konuşacağım! Diyerek, Ramazan Bayramı nedeniyle çıkmış oldukları komşu, akraba ziyaretlerine bir de turistle konuşma heyecanı katmak istediler. Beni yabancı sanmaları için görüntüm yetmişti onlara. Başımdaki bez yazlık şapka, sırt çantam, tıpkı zaman zaman gördükleri yabancı turistler gibiydi. Çocuklardan en büyük olan (12-13 yaşları) :

—Hello, deyince

—Hello diyerek cevap verdikten sonra: -How are you, demesiyle birlikte, ben de: -Thank you, diye devam eden birkaç küçük sözcük…

   Çocukların ve benle birkaç İngilizce sözcük konuşan çocuk, gerçekten de bayram harçlıklarını almış gibi; yüzleri, mahcubiyetten değil, sevgiden, neşeden, bayram coşkusundan dolayı kızarmıştı.

   Bir yenelikti, her gün aynı yüzleri gören ve aynı sözcükleri tekrarlayan çocuklar için. İkimizin de konuşacağı çok sözcük, yeterince İngilizce bilgisi olmadığı için, çocukların bayram neşesi devam etsin diye vaziyeti idare ettim.

Goodbye… Dedikten sonra küçük masum elinden sıktım. Yanımdan ayrılan çocukların en büyüğü, benle, yani yabancı turistle konuştuğunu sanan ve o turist tarafından gülümsemeyle eli sıkılan çocuk:

—Gördünüz mü turistle nasıl konuştum, derken, belki de anılarında hep diri kalacak bir heyecan, bir esinti olarak, onun edebi, sosyal ve kültürel dünyaları daha da merak etmesine yetecek ve artacak bir bayram hediyesiydi onun için…

  Bayramınızı kutluyor, bayram tadında anılarınızı her an yaşamın içinde taptaze tutmanız ve yeni anılarla bayram neşeleri, heyecanları yaşama dileklerimle…

 Güven SERİN 

 

 





5 Nisan 2024 Cuma

AŞİYAN BENİM DEĞİL,YÜREKLİ GENÇLİĞİNDİR

 



İNTERNET

                       AŞİYAN BENİM DEĞİL, YÜREKLİ GENÇLİĞİNDİR

 ( Karabaskı Yönetimi )

  Tevfik Fikret gibi sanatçılar, öncü aydınlar her ülkede ne yazık ki çok az bulunuyor! Gerçek ve doğru bulduğu yoldan gerekirse tek başına giden bir aydın; şair, yazar, öğretmen ve bir filozof…

   Emperyalizmin kuşattığı, sonuna kadar kanlarını emdiği Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminin son tanıklarından birisidir Tevfik Fikret. Ve o döneme; “ Karabaskı Dönemi “ diyen de, haykıran da kendisidir…

   Fikret, son yıllarını üç şeye savaş açarak geçirmiştir. Dini alanda yobazlığa, siyasi alanda istibdada, ahlaka alanda ise namussuzluğa… İnanmadığı bir yönetime, çok sevdiği işinden, Galatasaray Müdürlüğünden ayrılarak kendi protestosunu başlatacaktır.

   Edebiyat aşkı, doğru-hak bulduğu yolda, yalnız başına gitme serüveni Aşiyan’da çizimlerini kendisinin yaptığı evde, yaşamının sonuna kadar devam edecektir. Aşiyan’da yapmış olduğu ev, onun için tam manasıyla yuva anlamına geliyordu. Bir sığınma yeri olmanın ötesinde kendisinin de ifade ettiği gibi;

 “ Aşiyan benim değil. Gerçek namına çalışacak, temiz cesur gençliğindir. Her baskıya, zorba anlayışa karşı duracak, düşünce adına çalışacak gençlerindir. Ben onların sabalarını yakıyorum. Çaylarını getiriyorum. Onlara baktıkça seviniyorum.”

   Fikret, dönemin yöneticileri için öyle büyük hatalar yaptılar ki, öyle çürümüş hale geldiler ki ancak bizlerin bir araya gelip ses çıkarmayışımızdan kuvvet buluyorlar, fikrini ısrarla savunuyor, anlatıyor, eserlerine aktarıyordu.

   Nereden bakarsanız bakın, çok büyük ve çok samimi bir araştırma yapın, iyi ve namuslu insanların çoğunlukta olduğunu göreceksiniz. Ama nasıl oluyorsa hep küçük azınlıkların büyük payı aldığı, dünyayı bile küçük azınlıkların kendi çıkarları için kullandığını göreceğiz. Ama niçin? Neden değişmez bu korkunç adaletsizlik?

   Fikret’in dediği gibi olmasın sakın: -Büyük çoğunluğun sessiz kalışından dolayı cesaret alıp, korkularını bu cesaretle yamamış, kokuşmuş yönetimlerini büyük çoğunluğun korkularıyla örtmüş olabilirler mi?

   Düşünce sanatı muhteşem bir zenginliktir.İyiyi ve kötüyü ayırmanın yanında,ölümcül kin ve nefreti de yok eder.Aklın büyük disipliniyle düşünür ve sorgular.Doğru,gerçekçi sorular,çok net cevaplar ve izlenecek yıl haritalarını da kendiliğinden gün yüzüne çıkartır…

  Fikret sonuna kadar; “ Onları bizim korkumuz yaşatıyor. Biz, biraz kendimizi gösterelim, bak nasıl sinerler, yumuşarlar!” Her yanlış, her çürümüş olay, öykü, yönetim için böyle değil midir?

   Evde, işyerinde, mahallede, her yerde; despot hale gelmiş birinin; ister evlat, ister eş, ister akraba; büyük çoğunluk ona ses çıkarmamaya başladıysa; bilin ki, tanınmaz bir hale, korkunç yanlışlara doğru dönüşüm geçirecek, her yaptığının doğru, her saldırısının adaletli olduğunu düşünecektir…

   Tevfik Fikret, ne kadar konuşulsa, anlamaya çalışılsa bitmez; bir okyanus gibidir; üzerinde sınırsız adacıklar, sularında ise eşsiz düşünceler gizlidir. Bir şiiriyle tekrar analım en sevdiği okulundan koparılmış, küstürülmüş sanatçıyı;

“Kimseden bir fayda ummam ben, dilenmem kol kanat.

  Kendi boşluk, kendi gökkubbemde kendim gezginim.

  Bir eğik baş bir boyunduruktan ağırdır boynuma;

  Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.”

 Güven SERİN 


 

 

                                       


 


4 Nisan 2024 Perşembe

UYKUSUZ BİR RÜZGAR GÜLÜYÜM

 

Kamera; Güven Eski Tekirdağ Mezarlığı


Kamera; Güven

Kamera; Güven 

                                       UYKUSUZ BİR RÜZGÂRGÜLÜYÜM

( Dr.Nevres Oktar )

   Tekirdağ’da yıllarca doktorluk yapmış, insan denen canlının sadece masallarda bulabileceği; iyilik, yardım yollarını, mesleğine duymuş olduğu derin saygı ve sevginin ötesinde bir yaşam sürmüş. Yaşadığı topluma adanmış ve ibadeti insana, yaşarken yaşatma becerileriyle Tekirdağ insanlarının kalplerinde iz bırakmış bir doktorun belki de son şiiri; ölümüyle birlikte Tekirdağ Eski Şehir Mezarlık içerisinde, koyu gölgelerin ve yakından geçen gürültülü bir yolun kenarcığında, kendi şiirini okuyor ve okutuyor…

   1931 yılı sonbahar mevsiminde doğan, bir kış günü, serin rüzgârların dünyayı üflediği bir zamanda dünyevi yaşamdan ayrılıp şiiriyle birlikte Tekirdağ Eski Şehir Mezarlığı kendine mekân eyleyen iyiliğin sembolü bir doktorun öyküsü…

  Dr.Nevres Oktar’ı onun hastası olanlardan dinlemek lazım gelir. Babasını, annesini ve kendisini onun mesleki bilgilerine teslim edenlerin söz birliği; “ Çok iyi doktordu. Yardımseverdi… Komşularının çoğundan ücret bile almak istemez, çoğundan almazdı…”

 Başka?

—Neredeyse 24 saat hastaları için yaşardı. Bun söyleyen Nusratfakılı Adnan Bey, Dr.Nevres Oktar ile yaşadığı anılardan sadece birisini aktarıyor:

 —Belki elli yıl önceydi. Köyde ateşim kırk derecenin üzerine çıkmış, ölümle pençeleşiyor, Tekirdağ merkezine gidecek halim yoktu. Şehir merkezine yollayacağımız herhangi bir araç da bulamadık. Aklımıza kamyon geldi. Gece yarısı kamyonu Tekirdağ’a yolladık. Durum Dr.Nevres Oktar’a aktarılınca aceleyle, üstelik de keyifli bir zamanda, yemek ve alkolün çakırkeyif halleri içinde olmasına rağmen kamyona binip köye geldi. Ateşimi kontrol ettikten sonra etrafa toplanmış insanlara yüksek sesle bağırarak açın burasını. Derhal, bir reçete yazdı. Hemen alınması için kamyon tekrar şehir merkezine yollandı. Doktorun tavsiyesi olan iğnelerden birisini vurunca tesiri birkaç saat içinde kendini gösterdi ve kurtuldum…

  Bir başka Nevres Oktar komşusu, Ekrem Akşit ile konuşuyorum. Dr.Nevres Oktar’ın rüzgârlara, gün ve gecelere açık, yıldızlar altında fısıldayan şiiri, mezar taşındaki dizelerden söz edince hemen:

—Çok değerli bir doktordu. Komşuyduk ona. Özellikle komşularından para bile almak istemez, almazdı da. Gece gündüz görevinin başındaydı; hatta mesleğine âşıktı, diyebiliriz…

  Bunların gibi daha onlarca, yüzlerce Dr.Nevres Oktar anısı, şehrin anı depolarına kilitlenmiş halde. Ancak edebi düşlerin peşinde koşanlar bu anıları yeryüzüne davet ederler ve etmelidirler. İbadet sadece şeklen veya filanca mekânı ve yardımı ben yaptırdım, diyerek olamaz... İbadet, şehirlere, ilçelere ve köylere iyiliğin, sevginin, yardımlaşmanın anılarını, izlerini bırakan insanları da yazı sanatıyla insanlığa miras bırakmak olduğuna inanıyorum.

   Dr.Nevres’in Eski Şehir Mezarlığı içinde bulunan son ikametgâhı olan mezar taşın başına birkaç kez geldim. Belki de ölümünden kısa bir önce yazdığı son şiiriydi ve oradan geçenler, tesadüfen gelenler için yepyeni bir yardım, tıbbı bir hatırlatma, gerçeklerin en güzel tarafını, edebi dille anlatmak istedi;

 “ Uykusuz bir rüzgârgülüyüm

   Rüzgâr gülüşlü…

   Rüzgârlarım yok olmadıkça…

   Beni bulamayacaksınız: Ölü.”

  Dört dize belki de bir ömrün anlatımı, sadece iyilik alıp, iyilikseverleri anlatanlara ayrı bir çağrıdır; “Hadi; sen de, siz de; biraz uykularınızı terk edip, rüzgârla birlikte; dokunun zamanın 4,5 milyar yaşındaki boşluğuna ve söyleyin sizi anımsatacak şarkınızı, rüzgârlarla birlikte…”

 Güven SERİN 


 

 






3 Nisan 2024 Çarşamba

BERGAMALI KADINLAR KAZANDI

 

İNTERNET

İNTERNET

                                    BERGAMALI KADINLAR KAZANDI

 ( Ağlayan Çayır )

   Şimdilik… İzmir Bergama ilçesi Agrobay Seracılık çalışanlarından 46 kadın, Tarım Sendikası, Tarım-Sen’e üye oldukları için, kod 46 ile işlerinden çıkartılmış ve mücadeleleri 2023 yılının Ağustos ayında başlamıştı.

  Aylarca seslerini duyurmak adına, 46 kadın,46 bin kez kendilerini anlatmak için çalmadıkları kapı, gösteri yapmadıkları meydan bırakmadılar. Ele ele ve gönül gönle inanmanın inancı, yüreklere su serpecek kadar samimi, sevdalı ve bir o kadar da ders vericiydiler…

  Kadınların, milyonarca yıllık geçmişlerinden gelen bu sezgiler olmasaydı, bugün kocaman adamların övündükleri aile yaşamı denen şey çoktan tükenirdi…

Onlar, bir kadının sekiz çocuk büyüttüğü, seksen hayvanı beslediği zamanların içinde, ellerinde oraklarla sarı başaklar biçip, beyaz unları öğütüp; zamanlar içinden süzülüp de gelen kadınlarımızdır…

  Kaz Dağları yeşilliklerinden uzaklaşıp, altın arayıcılarının siyanürle buluştuğunda da, Karadeniz’in berrak derelerinin dağlardan inerken önlerini kesen HES projelerine karşı duran kadınlarla aynı yüreği taşıyorlar. Tek istedikleri yaşadıkları toprakların, doğal hayatın, onlardan sonra da aynı doğallığı sürdürebilmesi…

  Aklıselim hangi insan veya medeniyet doğa ile kavga vermeye başladıysa kaybetmeye mahkûm olmuştur. Dereleri, ırmakları, dağları, ormanları zehirlenen medeniyetlerin çocukları da zehirlenecek ve buldukları ilk fırsatta ülkelerinden çok uzaklara göç edeceklerdir; gelmemek, dönmemek üzere…

  Yunan sinemasının dünyaya açılan, evreni kucaklayan yönetmeni Theo Angelopoulos, Ağlayan Çayır filmiyle Balkanlarda, Trakya ve Anadolu’da yaşanan göçlerin, mülteci olmanın ne demek olduğunu da kayıt altına almayı başarmıştır.

   Mültecilerin sesini, o uçsuz bucaksız suskun dramlarını ancak keman, klarnet ve akordeon anlattığını düşündüğü için, Eleni Karaindru’nun müzikleriyle mültecilerin yaralarını sarmaya çalışmıştır. Eleni, yetim büyüyen ve öyküsüyle Truvalı Elen’e kadar uzanan bir yolculuğun kadın figürüdür. Diğer kadınlarımızın da eksik kalan öykülerinin devamı gibi; sevdası için kaçar, evlatları için dupduru, çok saf bir sevgi, özlem besler…

  Bergamalı Kadınlar çalıştıkları Agrobay Seracılık işletmesinde sendikaya üye oldukları için atılmaları yetmiyormuş gibi, kod 46 denen yüz kızartan, ellerinden bütün haklarının alındıkları kanun maddesine arkalarına alan yöneticiler tarafından işten atıldılar.

  Emekleri, işleri, aşları bir yana, onurları için de el ele, yürek yüreğe vermenin bir duruşu yaşandıysa, ülkemizde yaşanan ekonomik, siyasi kargaşa ve güçlüklerin yanında kaidesi üzerine oturmuş bir eser gibi, en değerli kadın mücadelelerinden birisine şahitlik ettik.

  İnandılar ve şimdilik haklarının bir bölümünü kazandılar. Ağlayan Çayır, vatan diye bildikleri yerlerden savrulan ve sığındıkları yerlerde de horlanan insanların tarihsel acılarıyla baş etme biçimlerinden birisinin de, müzik ve dans ile olacağının da bir kanıtı gibidir…

    Saksafon, karanlık ve çamurlu bir sokağa koşan bir adamın, sadece karanlığa değil, onu duyacak olan umutları sona ermemiş insanlara bir umut aşılamak ister. Saksafonun sesi karanlığı, çamurlu sokağı ve karanlığa sığınmış bütün kulaklara, sendika dansının yapılacağı yeri, zamanı bildirir.

    Orada da istenen şey, çalışanın, işçinin haklarından başka bir şey değildir. Moral ve dayanak ise; saksafon, keman, klarnet, darbuka ve akordeon viran yapının büyük salonuna güneş gibi dolar.

   Sahnede kadınlar ve erkekler dans etmeye başlar. Umutsuzlukların, göçlerin, göçebeliğin, işçi sınıfının büyük sıkıntılar-çaresizlikler içinde kaldığı zamanda bile, müzik ile dans başrolde…

  Mustafa Kemal Sofya’ya görevli olarak gittiğinde etkilendiği birçok şeyin başında kadın ve erkeklerin dansları ve orada gitmiş olduğu operadır.

   Bergamalı kadınların da operası var; zeytinliklerde, dağlarda, vadilerde, ovalarda hep birlikte söyledikleri türküler; kendi figürlerini, danslarını ne güzel söylüyor ve anlatıyorlar;

“ Bergama’nın pazarı/Ninay da ninay nom/Kendim okur kendim yazarım/Ninay da ninay nom/Benden başka yar seversen, ateş olsun mezarın/Nanay da ninay nay nom…”  

  Burada Bergamalı kadınlarımızı andık, hatırladık ve onlara olan saygımızı, sevgimizi anlattık. Ya 31 Mart seçimleriyle yerel yönetimlerde sesini, soluğunu, felsefesini duyuran, göreve gelen kadınlarımız? Onlar, daha çoğalmak, kadınlarımızın da başarılı yerel yönetici olabileceğinin kanıtını, karşılığını tüm ülke kadınlarımızın da acılarına, çağrılarına kulak verip çare bulacaklarına inanıyorum. Bu zamanı, dönüşüm, yenilenme; halk devrimi olarak kabul ediyorum…

 Güven SERİN