NEREDE DURACAĞINI
BİLMEYEN ZEKÂ!
Onun ismini çokça duyduğum halde öyküsünü, Fransa’da yaşayıp orada öldüğünü bilmiyordum. Eserleriyle ise ilk kez 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı etkinliklerine gittiğimde Ankara’da tanıştım…
Nerede mi? Cumhuriyet’in özünü anlatan, Mustafa Kemal Atatürk’ün mimarından, mühendissine, işçisine kadar herkesin Türk olmasını isteyip ortaya çıkan bir başka eserde: Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde…
Arkadaşı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadelerindeki gibi “ Nerede Duracağını Bilmeyen Zeka “ dır.Onun seçmiş olduğu yaşamın görünen tarafı…Fikret Mualla için söylenen sözlerden birisi de; “ Ya gerçekten bir deliydi,ya da hayatı bizim gibi algılamıyordu.”
Sanırım, dahi sanatçıların ileri görüşleri, toplumların yaratmış olduğu normlardan çok öte. Onları iyi izlerseniz tek dertleri anlaşılmaktan öte gitmediği, bizim gibi normal sayılan inanların; mülkiyet, kalıp haline gelmiş söz-hal-hatır sorma gibi merakları, öyle bir dertleri olmadığını görebilirsiniz. Yaptıkları iş, yaşam tarzı nasıl olursa olsun; inançları çok sağlamdır.
Zekâ fazlalığının freni nedir diye kim bilir kaç kez sordum kendime. Tam olarak bir cevap verebildim mi acaba? Aradığım cevaplar arasında sığındığım fikirleri yok sayamam. Örneğin, sosyoloji, edebiyat, felsefe ve insanı insan yapan serüven-seyahat merakı; bizi, önce kendimize, sonra diğer insanlara yönlendirdiğini söylemeliyim…
Nasıl ki panzehir denen şey, zehrin sahibinden elde ediliyorsa, insanın panzehiri de yine insan ve o insanın, insanlık yolunda bulduğu bilim, sanat dalları, amatör bir ruh tercihi içinde yapılırsa, insanın dehasına gerektiği zaman fren görevi yapacağını düşünüyorum.
Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde onun ilk önce karşılaştığım eserlerinden ikisi; İki Figür ve Gece Kulübü isimli resimleriydi…
Bilinen manada iki arkadaşı hep onunlaydı; fırçası ve içki şişeleri. Görünen o ki, ikinci arkadaşı içki şişesi için durmadan fırçasına iş düşer. Bir şişe şarap resimlerini elden çıkartır…
Bizlere, kendimize normal diyen insanlara göre; “ Ne büyük enayilik “,ne büyük kırılma ve yanlış tercih gibi görünse de onun yaşama biçimiydi. Belki de geçmişindeki acılı dönüşüm anlarını unutmaktı bütün mesele…
Sayın okuyucu, bilmelisiniz ki edebiyatı var eden de bu tür yaşamlardır. Riske, ritme, estetiğe, özgün farklılıklara muhtaçtır edebi dünya. Fikret Mualla da 26 yıllık Fransa serüveninde ana dilinden, ana vatanından uzak, neredeyse iki arkadaşı; fırça ve içki şişeleriyle baş başa yaşamın başrol oyuncusuydu.
Her ikisinin de ortak noktaları; Galatasaray Lisesiydi. Farklı zamanlarda yaşadılar ve öldüler. Birisi, Aşiyan’da kendi projesini onayladığı evinin hemen kıyısında, diğeri de, Paris’ten kimsesizler mezarlığından getirilen kemiklerinin dinlendiği yer; Karacaahmet Mezarlığında, sonsuz evrenin içinde, büyük eserler bırakmanın erdemiyle dinginliğe doğru akıp gidiyorlar…
İşte bu farklı insanlardır hayatı güzelleştiren. Fikret Mualla da onlardan biri. Çok severim çok.
YanıtlaSilKaleminize sağlık!
YanıtlaSilÖzgün olan,yaşayan belki eziyet çekiyor gibi görünse bile,yaşamın tadı ve tuzu onlara bir ödül gibi sunuluyor.Eskilerin söylediği gibi" üç günlük dünya" birçok insan için güya yaşıyorum,yaşıyoruz diye sadece podyumlara çıkma,güya büyük seyirciden alkışı alma arzularıyla yanıp tutuşma...Oysa,özgün yaşama inanmış insan veya sanatçı,yüce alkışı,ilahi bir kanaldan duyar,hisseder ve her eziyet,yük,sıkıntı,akışın da başladığı anların habercisi gibidir...Teşekkürler Sezer...