GÖÇEBE KENTLER
( Kendi
Hayatından Gizlenen Hayatlardık)
Yazın hayatımın başlangıcından bugüne sürekli üzerimde durduğum konulardan birisidir: Yaşadığımız şehri-Tekirdağ’ı hotel, motel, pansiyon olarak görmeyelim… Göçebeliği saygıyla, nezaketle selamlarken, yaşadığımız yerlere sımsıkı sarılıp, gözlerinden, yanaklarından; orman, dağ, nehirlerinden öpme fikrini sahiplenenlerdenim…
Gerçekte öyle mi oluyor? Sadece en büyük nehrimiz Ergene’nin bataklık, zehir kokan simsiyah haline bakarak öyle olmadığını, sarılamadığımızı, kucaklayamadığımızı anlayabiliriz…
Yanılmıyorsam Erdal Alova’nın şiirinde anlatıyor Göçebe Kentleri ve bu kentlerin insanlarının yaşadıkları öyküleri; korkuları, coşkuları, sevinçleri, kayıp ve kazançlarıyla birlikte;
“Göçebe Kentler
Kovgun kentlerdik kendimizden
Bir dalgayla, bir buyrukla…
Kireçsiz, harçsız, taş taş üstüne
Bir gecede kurduk kendimizi.
Taşlardık, yalnız taşlar
Yabancıya, gelip geçen yolcuya…
Birlikte uyuduk
Ölülerimizin külleri, hayvanlarımızla,
Bir bayrak gibi çekip korkuyu
Gönderine gecenin…”
Bugünün dünyasında yaşadığımız kenti düşünecek olarsak; sürekli göç aldığını, kentlerden, kasabalardan, köylerden gelen insanların bir pota, bir şehir içinde dönüştüğüne tanıklık ediyoruz.
Görünen o ki; insan merkezli yatırımlar, düşünceler, planlar yok. Siyasi düşüncelerin, ticari kaygıların dışında insanın sosyal, kültürel bir canlı, öteden beri karakterinde, genlerinde, alışkanlıklarında bir sürü kültürü; acıyı, sızıyı, coşkuyu barındırdığını önemsemiyoruz…
Şehrimizin gerçeğine baktığımızda, kentimizi kent olarak kullanamayanların çoğunlukta olduğunu elem içerisinde anlatmak isterim. Onlar, hem varlar, hem de yoklar…
Ne yapılan parklardan, caddelerden, park ve bahçelerden haberdarlar, ne da içlerindeki suskun türküleri haykırabiliyorlar…
Ne olacak peki? Caddelerimiz, mahallelerimiz, göç eden insanlarımız sadece SEÇİM-SEÇİLME zamanı mı hatırlanacak? Onların öykülerini hangi tiyatro, opera, yazar anlatacak? Söyleyemedikleri, haykıramadıkları, hatta KENT bilinci nedir; ne değildir düşünceleri bile analiz edilmeden, kendi kovuklarına çekilmiş yabanıl canlılar gibi evlerinde öyküsüz, etkisiz, kimsesiz ve çaresiz bir şekilde KENTLİ nüfusuna dâhil ediliyorlar…
Şairler bu yüzden yüreklerinden seslenirler. Gerçek şairler, evrenin derinlerinden beslenenler bu yüzden acı çekerler ve hissederler, her mısra düşerken ruhlarının imbiğinden;
“ Ortak bahçelerde uyuduk
Ortak bir uykuyu
Geçici yurdumuzda
Üç günde bir
Yeni adlar bulup büyüyen Aya,
Kalsın diye
Kendi hayatından gizlenen hayatlardık”
Güven SERİN
Harika bir yazı olmuş. Özellikle şiire bayıldım.
YanıtlaSilTeşekkürler Sezgin Bey...
YanıtlaSil