Sayfalar

30 Mart 2022 Çarşamba

YILMAZ İÇÖZ'ÜN ÖYKÜSÜNÜ HANGİ TÜRKÜ ANLATACAK?

 

Kamera; Güven
Yılmaz İçöz,öğrencileriyle birlikte eski liman
Tekirdağ


Kamera; Güven
Yılmaz İçöz eşi ile birlikte
Ölmeden birkaç gün önce çekildi...

               YILMAZ İÇÖZ’ÜN ÖYKÜSÜNÜ HANGİ TÜRKÜ ANLATACAK?

      ( Unutulmamak Güzel Şeydir! )

   Tekirdağ Namık Kemal Bölge Tiyatro kurucusu ve yönetmeni Yılmaz İçöz’ü ilk kez tanışma ziyaretine gittiğimde belediye işhanı küçük bir odacığa sıkışmış vaziyette, öğrencileriyle birlikte tiyatro sanatına tutunmaya çalışıyorlardı.

   Yüzündeki endişe, gözlerindeki yorgunluk yolun sonuna geldiğini anlatıyordu da anlamak istemiyordu sanatı-tiyatroyu önemsemeyen, siyasi hesap yapan, sanatın toplum bilinci için ne büyük önem taşıdığından haberdar olmayan yöneticiler…

  Yılmaz İçöz’ün öyküsünü hangi türkü söyleyecek? Hangi türkü anlatacak? Ahmet Kaya’nın bestesi, Orhan Kotan’ın şiiri bir araya gelince destansı bir şey; ses-yorum çıkıyor ortaya. Tıpkı Yılmaz İçöz gibi yolun sonuna geldiğinde yaptı son türküsünü Ahmet Kaya. Ve haykırdı türküsünü söylemeye çekinen kadınlara;

  “ Söyle türkünü sen/Erinme nazlı bacım/Ağlamadan/Karalar bağlamadan/Kına gecelerinin sevincinde”

   Bir türkü yakılmak istense ve bir kadın yanık sesiyle haykırsa şöyle der miydi sanatı adına buruk ayrılan, sonsuzluğa, Tekirdağ Şehir Tiyatrolarını kurmadan giden Yılmaz İçöz için;

“ Söyle sanatını sen/Haykır erinmeden/Üzülmeden, ezilmeden/Tiyatro sahneleri sevinci, alkışları içinde...”

  Ölümünden birkaç gün önce eski liman iğde ağaçlarının olduğu yerde sohbet ettik. Tıpkı tanıdığı, örnek alıp, ondan öğrendiklerine kendi deneyimlerini de kattığı hocası Muhsin Ertuğrul gibi; Tekirdağ Namık Kemal Tiyatrosu’nu geliştirmek, daha yukarılara taşımak istiyordu.

  Yorgundu büsbütün… Kırgındı alabildiğine; koca bir şehrin şehir tiyatrolarını daha yukarılara, gerçek kimliğine taşıyamamak, bir ömür didinip de bir arpa boy almak nedir? Yılmaz İçöz’ün buruk gülüşünde bütün bunlar yüklüydü.

  “ Hor kullandılar bizi. Yeterince önemsemediler. Soğuk, havasız yerlerde çalıştık, didindik durduk fakat bir türlü olmadı, olamadı…”

  Böyle konuştuk, belki de veda, arifesi konuşmasının son demlerini, hüznün, burukluğun son şarkısını söyledik; limandaki yorgun kayıkçıların, balıkçıların hemen kıyıcığında…

  Ders aldığı hocası Muhsin Ertuğrul ise ölümünden bir süre önce yapmış olduğu bir konuşmada;

  “ Unutulmamak güzel şeydir… Bunca yıldır sanatsal yaşamımın en güzel armağanını aldım. Artık ölsem de gam yemem” diyecektir; hafta başında Ege Üniversitesi tarafından ona verilen Fahri Doktorluk Unvanını alınca.

   Ömrü’nün büyük bölümünü Tekirdağ Namık Kemal Tiyatrosunu yüceltmek, kendine ait bir sahneye sahip olmak için geçiren Yılmaz İÇÖZ’E bizler ne verdik? Hangi unvanı tattırdık ona; yaşarken?

  Türk tiyatrosunun batılı anlamda kurucusu olan büyük usta Muhsin Ertuğrul’un ölümü de, öğrencisi Yılmaz İçöz gibi sessiz oldu. Ardından bir mektup bıraktı vasiyet olarak. Ölünce açıldı o mektup ve okundu;

  “ Ben öldükten sonra cenazemi doğruca Levent Camine getirin. Kimse çiçek yollamasın. Gazetelere ilan vermeyin. Tiyatro sahnelerine konulmasın tabutum. Kimse önümde tören düzenine girmesin…”

  Ya öğrencisi, Tekirdağ Namık Kemal Bölge Tiyatrosunu kuran Yılmaz İçöz nasıl bir vasiyet bırakmıştı. Sanatına, idealine doymadan, yapacaklarını yapmadan gitmenin sancısı nasıldı o anlar?

  Tam da o anda, bir köy türküsü, elleri kınalı köy kadınından odasına yayılan bir melodi doymuş muydu sanatçı; “ Söyle sanatını sen? Haykır erinmeden/Üzülmeden, ezilmeden/Tiyatro sahneleri sevincinde/Alkışları, sevinci içinde…”

  Son konuşmamız olduğunu bilmiyordum. Tekirdağ’ın eski limanı, iğde ağaçlarının zarif kısa gölgeleri eşliğinde bir akşamüstüydü. Yanında eşi ve sevdiği öğrencileri de vardı. İçimdeki sızıyı bir kez daha ilettim ona. Şehir ve Devlet Tiyatroları olmayışı bir yana, onun kurup yönettiği Namık Kemal Bölge Tiyatrosu, yeterince destek verilmemesi adına, duyduğum hüznü paylaştık… Bir ara;

    Bak evlat, Balcaz bir ifadesinde “ Ölüm sakınılmaz şeydir. Onu unutalım. Sanata, tiyatroya kulak verelim” derken, o engin bakışı, iç çekişi ve yutkunması, pos bıyıklı adamın yaşarken duyduğum son sözleri oldu…

Halkın, sanatın sevinci-umudu olan Yılmaz İçöz’e, en derin saygı ve sevgilerimle…

 Güven SERİN 

  





25 Mart 2022 Cuma

HAYAT ANILARDAN İBARET

 


İNTERNET

                                              HAYAT ANILARDAN İBARET!

 

  Eski insanlar, kadim zamanların ötesinden taşıdıkları kültürel hissiyat adına “ Hayat, masaldan ibaret… Yalan dünya…” derlerdi. Derlerken aynı zamanda ruhlarından tüten düş kırıklığı dumanını da görebilirdiniz. Cansız, isteksiz, sanırsınız ki bin yıl yaşamış da hiçbir şey anlamamış hayat denen eşsiz ödülden…

  Epey tecrübe sahibi arkadaşım, neredeyse yaşamının tamamını çalışarak geçirmiş “Klasik” örneklerden birisidir. Bugün için yaşını göstermeyen, fiziki görüntünün ötesinde, orta yaş coşkusu yaşayan bir insan kılığında, içselleştirdiği yaşamın direksiyonuna geçmiş, tebessümün her katmanını taşımakta.

  Atölyeme uğradığı vakitte, konu konuyu, söz sözü açtığı zaman diliminde “ Hayat anılardan ibaret” dedikten sonra anılara göz attık. Ama nasıl anılara? Öldürülmüş, ölüm merasimi çoktan yapılmış, sığınacak bir şey bulunmadığı zaman zoraki ve ilaveler yapılarak anlatılan geçmişe mi?

   Asla! Yaşayan anılardan söz ediyorum; her an yaşama süzülen, dünyamızın merkezinde bulunan o muhteşem ateş parçası gibi her daim ısısını, enerjisini kaybetmeyen ve kutsalların kutsalı olan yaşam kokan anılardan…

  Toplumumuzda sürekli aynı anıyı tekrarlayan insanlara hepimiz rastlıyoruz. Bazıları inanılmaz derece mizah sanatı içerisine, hatta kara mizah anlayışı içerisinde değerlendirmek mümkün.

  Yaşamının büyük kısmını doktorlukla geçiren yüzünde neşesi kaybolmamış birini tanıdım eski limanın olduğu, bahar zamanı iğde ağaçlarının çiçek açtığı yerde. Geçmişine o kadar çok sokulmuş ve tutunmuş ki, anıları öldürmüş; hem de yüz bin kere. Ölü anıları sürekli anlattığı için liman çay bahçesinin garsonları ezbere biliyordu.

   Yine bir yaz akşamında, çay bahçesinin balıkçı kayıkları yakınında otururken başladı anılarının mezarlarını kazmaya. Yan tarafta bekleyen garson da diğer oturanlara tekrarlıyor; “ Bak şimdi, doktorum şuraya gittim, şunu yaptım, şuraya geldim diye söze başlayıp devam edecek” Doktor, aynı garsonun söyledikleri yerlere gelince, kendisi bile oradakilerle birlikte gülümsedi.

  Bazıları da pişkin pişkin ama sürekli sorar “ Bak! Önceden anlattıysam söyle tekrarlamayayım!” Önceden anlattığını kendisi de biliyor ama yok ki; anlatacak DİRİ bir anısı yok…

  İyi ama sevgili kardeşim “Diri anı” nasıl olur? Diyecekseniz bende dilim döndüğü kadar anlatayım. Aslında, yazımın başında anlattığımı sanıyorum. Diri anı, adı üzerinde; dip diridir. Geçmiş zamandan bugüne ve yarına süzülecek kadar sonsuz yaşamın gezinti hakkını kazanmıştır. Yani, bütün ülkelere vizesiz gidebilecek, bütün sınırları özgürce geçecek kadar diridir…

  Tanıdığım da “ Hayat, anılardan ibarettir” sözünde bu özü anlatmak istiyordu. Yaşamın varlığını kayıtsız şartsız kabul edip, bir sürü kavramın içerisinden ezilsek de büzülse de esen rüzgârın sesine hasretsek, doğan güneşin taze şafağını yakalamışsa, kendi ölümlü varlığımızın dönüşüme gideceğinin mantığını, romantizmi öldürmeden özümsemiş-sek; yaşamın kayıpları, en acılı anları dahi, yaşam değirmenine; un ve ekmek yapılacak mahsulleri; buğdayı, arpayı, yulafı, mısırı taşıyacaktır. Sizin kabiliyetiniz, hünerlerini yüksekse, elde edilecek unlardan, pastalar, börekler, çörekler; insanın tat, koku ve hümanizmasına seslenen her türlü yiyeceği yapabilirsiniz…

 

  Dipdiri anılara dokunmak, onların arkadaşınız olmasını isteme hakkına sahip olmak için, ocakta yanan o kara tencereden kurtulmak gerekir. İçinde, ön yargı, kin, nefret, kalıp, ezber, cehalet kaynayan tencerenin ateşinde; felsefe, edebiyat, sanat, serüven, sevgi, coşku, yenilik, geçmiş, bugün ve yarın kaynıyorsa; varın keyfini çıkartın derim…

Güven SERİN 


24 Mart 2022 Perşembe

AMWAY-CI ARKADAŞINIZ VARSA SIRTINIZ YERE GELMEZ

 

            

               AMWAY-CI ARKADAŞINIZ VARSA SIRTINIZ YERE GELMEZ!

 

    Amway nedir? Sorusu karşısında Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuş ve doğrudan satış yapan aile kuruluşu; ulusalar arası bir şirketin yüksek karlılığından, oturuşmuş ticari anlayışından, binlerce insana iş imkânı yaratıp, binlerce insana yardım yapmış olduğundan söz etmeyeceğim…

   Çalışmamın başlığında da “ Sırtınız yere gelmez” sözü hazır açılmışken, yıllardır Amway işi yapan arkadaşıma boşta bulunup “Sırtım ağrıyor biraz” dediğimde başıma gelecekleri unutmuşum…

   Sazı eline alır almaz Amway’ın vitaminlerinden, ağrılara çok ama çok iyi gelen, gelecek olan destekleyici besinlerden söz etmeye başladı. Nasıl bir iş aşkıysa, güya bu işi hobi gibi yapmasına rağmen, her geçen gün Amway aşkı daha da arttığı anlaşılıyor. Durmak bilmiyor; Amway vitaminleri şöyle, Amway vitaminleri böyle; sanırsınız ki mucize; daha kullanır kullanmaz sorununuz çözülecek…

   Bir de kendinden örnek vermez mi arkadaşım; “ Benim de sırt ağrılarım vardı. Şu vitamini kullanır kullanmaz hiçbir şeyim kalmadı!” Buyurun, buradan yakın! Başımı sağa, başımı sola çeviriyorum, gözlerimi kaçırıyorum, Amway aşkı yaşayan durdurulamaz, susturulamaz arkadaşımı kırmamak için elinden geleni yapıyor ama bir türlü ikna edemiyorum…

   Laf aramızda Amway vitaminlerini, daha doğrusu bütün ürünlerini tartışmasız sahiplenen arkadaşım Amway’ı neredeyse sağlık tanrıçası olarak tanıtacak! On beş yıldır Amway aşkı yaşayan arkadaşıma direniyorum. Ben direndikçe o daha da dozaj, vites arttırıyor. Bir süre hiç konuşmuyor, artık uzlaştık, anlaştık diye düşünüyorum. Ama bir sorunum var dersem; yandığımın karşılığı olan saatlerce anlatma, övgü; tam bir Amway şöleni…

  Amway’ın ticari felsefesi, sağlamlığı, disiplini, ciddiyeti, istikrarı öyle bir oturmuş ki, biraz kafa yorunca bu işin tam bir “ Saadet Zinciri” haline geldiğini görüyorsunuz. Zekâsız ticari anlayış yıllarca süremez. Sürdürülemez… Zekâyı yenilenme, teknolojik sahiplenme ve büyük reklâmlarla desteklerseniz, tadına doyum olmaz…

 

  İşin özü çok basit! İlk önce üye yaptığın kişiyi müşteri yapıyor, müşteri yaptığınız insanı ise “PARA KAZANMAK” ya davet ediyorsunuz. Paranın eşsiz çekiciliği insanlığın, uygarlıkların bugüne kadar ulaşmış olduğu durumun da anlatımıdır.

 

  Daha yüksek binalar. Daha geniş yollar. Daha ve daha şanlı, renkli, pırıltılı araçlar, daha sağlam e derinlerde saklanan kasalar; hepsi muazzam karlılık felsefesiyle mayalanmıştır.

 

  Amway’ın istikrarlı yürüyüşüne karşı koyamam. Reddedemem de. Ama şunu biliyorum; bir şey gönüllük içermiyor, özünde dayatma felsefesi varsa; bana uymuyor. Dokunarak, koklayarak ve inanarak, kendi tercihimle alışveriş yapmak bana fazlasıyla iyi geliyor.

  Bir de şunu düşünüyorum; Amway’ın müşterisi olduğum zaman hiçbir sorun yok. Ama tam da burada başlıyor Amway aşkı ve arkadaşlarını her yakaladığında Amway’ı nazik dayatma, koşul içerisinde pazarlamaya çalışma… Neden mi; daha çok para kazanmalı! Filanca kişi öyle kazanmış ki ödül olarak bilmem hangi ülkeye tatil bileti, ödülü almış…

  Tekrarlamak isterim! Benim ödülüm; yazı sanatı içerisinde bulunmaktır. Okuma sanatı içerisinde kalıp, evrensel aşka tutunmaktan başka hiçbir şeyi övemem…

   Amway aşkı yaşayan arkadaşımı merak ediyorsanız, küçük ve taze bir anlatım daha yapayım. Annemin bacak ağrılarından söz ettim yine bir boşluğa düşerek son karşılaşmamızda. Hemen atıldı ve Amway’ın muazzam vitamininden söz etti. Birkaç tane yuttuktan sonra rahatlama başlıyor. Ve artık, o vitaminin en sağlam müşterisi oluyorsunuz.

   Fiyatları mı? Usul usul başlıyor; 150.250.350 TL, canınız ne kadar değerli, cebiniz ne kadar şişkinse, artık her odanız, dolabınız Amway aşkı kokacaktır. Yani ölümsüzlüğe giden yolun, ölümsüzlük otunu arayan Gılgameş Destanı kahramanı olmuş bilin kendinizi…

   Kulağınızı biraz yaklaştırın; size bir şey fısıldayacağım; “ Amway-cı arkadaşınız varsa, kat’iyen sırtınız yere gelmez; kat’iyen…”

Güven SERİN 

 

 

 

 

  


18 Mart 2022 Cuma

YAPMA ETME BE HÜSEYİN ABİ!

 

İnternet


                                        YAPMA ETME BE HÜSEYİN ABİ!

  

  Hüseyin ağabeyi kaç yıldır tanıyorum diye kaba bir hesap yaptım. Neredeyse otuz yıl… Eskiden daha fazla gelir, daha derin sohbetlere girerdik. Son yıllarda yılda bir kez geliyor atölyeme. Kulaklarında biraz duyu kaybı olunca zaten gür olan sesi daha da gürleştiği için Hüseyin ağabey ile konuşmamızı yoldan geçenler bile duyuyordur…

   Hüseyin ağabey buranın; Tekirdağ insanlarından... İyi çalışıp da emeğini, sermayesini çok iyi değerlendirenlerden, takdir edilecek birisi. Dört katlı kışlığı, dört katlı yazlığı, filanca yerdeki dükkânları, emekli maaşıyla birlikte büyütmüş olduğu, iş-güç sahibi yapıp evlendirdiği çocukları, etrafını kuşatan torunlarıyla örnek bir insan…

   Hüseyin ağabey yılda bir yanıma uğrama hakkı adına gelip de bir saat kadar kaldı. Seksene yaklaşmış yaşının yanında yüzüne dikkatlice baktığımda bir tek kırışık, sarkma göremedim. Laf aramızda “nazar değmesin” diyerek Hüseyin ağabey ile aramızda geçen sohbetin “biz halleri” ne dokunmak, bu sofranın herkese açık olduğunu anlatmak için yapıyorum bu çalışmayı.

   Seksen milyon insanımızı iyice araştırsak, harcı-borcu olmayıp da Hüseyin ağabey gibi kaç kişi olduğunu bilmek istesek; nüfusumuzun çoğunluğu karşısında azınlık kalacaktır Hüseyin ağabeyler…

   Fakat Hüseyin ağabeyin yaşı seksene yaklaşmış olsa, ununu eleyip, eleğini asmış olsa bile edinmek istediği malın, mülkün aşkı sona ermemiş. Ne acı bir tesellidir “ şunu da alayım, bunu da kaçırmayayım” düşünceleri içinde en değerli, demli, leziz zamanların keyfini, muhteşem huzurunu sürememek…

   Hüseyin ağabey, onun bilmem neredeki arsasına yakın bir arsayı almış ama bir başka yerdeki arsayı alamamış. Buna çok üzülmüş… Diğer arsayı almak için eşi ile biriktirmiş oldukları bilezikleri bozdur muşlar. Bunu anlatırken Hüseyin ağabey, gözleri çocuk parlaklığında sevinç uçuşmaları içindeydi.

   Ama dedi; “ çocuklara söylemedik bilezik bozdurduğu muzu! Sağdan, soldan borç aldık da öyle aldık dedik.”

—Niçin söylemediniz Hüseyin ağabey?

—Bizde fazla para olduğunu düşünürler de rahat bırakmazlar bizi!

   Oradan buradan konuşurken Hüseyin ağabeyin evine kalorifer döşemediği konuya geldik. Yenge hanım; “ Yeter artık uğraştırdığın beni! Kurtar bu soba yakmaktan beni!” diyormuş demesine ama Hüseyin ağabey kalorifer döşemenin maliyetlerinden söz ediyor; yüksek, gür sesiyle, büyük laflarla savunuyor almayışını, kalorifer döşenmemesi...

 —Hüseyin ağabey, dedim bu kadar güzel bir yaştasınız. Harika yatırımlar yapmışsın. Çocuklarına birer kışlık, birer de yazlık vermişsin. Emekli olmuş, kira gelirlerine kavuşmuşsun; kendinize bu kadar eziyet niçin? Boynunu büktü, yüzünü kaçırdı Hüseyin ağabey. Verecek cevap bulamadı…

   Hüseyin ağabey, ilk önce seni, eşini kutluyorum. Sağlığınız, yani kendi kendinize yetecek derece sağlıklı oluşunuz ve çocuklarınızı iş-güç sahibi yapmakla kalmayıp, birçok insanın bir ömür çalışıp da alamayacağı serveti vermişsin. Ama artık kendi yaşamınız için biraz gezseniz, dolaşsanız, seyahat edip farklı yerleri, insanları tanısanız iyi olmaz mı?

 —Yengen de öyle söylüyor!

—Peki, sen neyi bekliyorsun? Yine boynunu büktü. O koca Hüseyin ağabey, o gür sesli insan, sanki sesini yuttu.

—Hüseyin ağabey, çocukların için bu kadar fedakârlık yapmışsın. Halen de onlara yardım ediyorsun! Sana hiç teşekkür ettiler mi?

—Hiç etmedikleri gibi, küçük olan her fırsatta eleştiriyor, sinirli hareketlerde bulunuyor.

   Ne demeli bilemedim… Tanıdık, bildik fedakârlıklar; kupkuru; anayı, babayı ‘kurban’ eden, ettiğini bilmeyen bir sürü güzel çocuk, değerli mirasçı; anneyi ve babayı hürriyetine kavuşturmak için “Hadi” diyemiyor.

   Ben dedim; yılda bir kez atölyeme gelen Hüseyin ağabeye“ Yapma, etme be Hüseyin ağabey! Sana ait, size kalan şu güzelim günlerin tadını çıkartın doya doya”

   Duymadı Hüseyin ağabey; o kaçırdığı, ona çok yakın, onun hakkı olan arsayı düşünerek ayrıldı atölyeden ve karıştı diğer benzer veya benzemez Hüseyin ağabeylerin olduğu caddenin kalabalıklarına…

 Güven SERİN 

 

 

 

 


17 Mart 2022 Perşembe

ÖZEL HASTANE MERAKI-İKİ EL,İKİ YÜREK; İKİ KADIN

 


İnternet

                                                ÖZEL HASTANE MERAKI!

         ( İki el, iki yürek; iki kadın… Ağlayamamak!)

 

  Tekirdağ merkezde bulunan, yıllarca açılmayan, otopark sorunu olup da halkımızın teveccühü kazanan özel hastanemizden söz edeceğim; sosyoloji, insan yargıları ve iletişimin değerlerine de bir güzel dokunarak…

   Hastanelere, hasta olarak gidilmediği sürece güvenli bir yerden, denizdeki fırtınayı seyretmek kadar hoş bakış açıları, algı ifadeleri geliştirebiliriz. Bir yandan deva bulmaya gelmiş insanlar, bir taraftan kendi ayaklarınız üzerinde durmanın, ama sonsuza kadar hiçbir şeyin yaşamayacağını bilip de, bu düşün unutkanlığı içerisinde, şehir merkezinde bulunan özel hastanemizde bulundum.

  Farklı bölümlerini, birkaç saat içerisinde oraya gelen yüzlerce hasta ve hasta yakınıyla diyalog kuran hastane çalışanlarını; görme, dinleme, izleme ayrıcalığına şimdiden minnet ile selam ederim…

  Yazgınız sizi “yazar” olmaya çekmişse, ister istemez sıradanlığın ötesine geçen dikkat kesilmelerle dalıp gidiyorsunuz. İnsanın her çeşidi, her karakteriyle beslenen ortamlar sanatçılar için bulunmaz olan değerli yerlerdendir özel hastaneler.

  Bu dikkat içerisinde şu düşünceleri kurarak izledim: Özel hastanede, rahat koltuğumdan etrafımda sahnelenen insanlık oyunlarını.

  Özel hastanemizin çekiciliğinin, müşteri bereketinin sebebi nedir? Diye düşündüm, başka düşüncelerin süreçleri içinde. Şehir merkezinde oluşundan mı? Devlet veya Şehir Hastanelerinin bitip tükenmeyen kalabalık ve uzun randevularından mı? Devlet veya Şehir Hastanelerindeki çok kısa süreli tedavi veya kontrollerin, az gülen yüzlerin bize sunduğu elem yüzünden mi?

 İçinde bulunduğum özel hastane çalışanlarının genç kuşaklardan oluştuğunu söylemek isterim. Buraya gelen hasta ve hasta yakınlarına olan davranışları, sınırsız şefkat içerisinde olmasa bile, gidilen devlet hastanelerinden daha ileri olması, birkaç alışılmış samimi sözcük bile derman arayan, korka, çekine, utana büyümüş insanlar için apayrı zenginliktir…

  Derman aramaya gelen hasta ve yakınlarının yanında, orada bulunan tanıdık bir hastane çalışanına şöyle seslensem;

  “ Müşteriniz, bereketiniz daha da bol olsun arkadaşlar” bu seslenişi duyanlar ne der acaba?

  Hapishaneye düşene “ Allah kurtarsın” derler. Çıkana da “ Allaha bir daha düşürmesin” fakat bu kadar güzel işleyen; bakımlı, tertipli ve çalışanları, doktorları, hemşireleriyle insanımızın gönlüne hitap etmeyi bilen insanlarımızın işlerini kaybetmemesi için doğal olarak sağlık, derman peşinde koşan insana-müşteriye ihtiyacı var…

  “Müşteriniz bol olsun, bereketiniz daha da çoğalsın” demenin ayıbı nerede? Halkın, derman arayanların gözünde birden taşlanacak adam olmanız kaçınılmaz olabilir. Fakat kendi kendine bu kadar eziyet eden, hastaneleri, hapishanelere bu kadar dolu olan kaç millet vardır acaba?

  Sağlıklı olmanın ana kurallarının en önemli üç bildirisi insan hakları bildirisi kadar geçerli ve gereklidir;

1-Stres yönetimi 2-Dengeli Beslenme 3-Hareket

  Bütün bunları yapmıyorsak, ruhsal besinleri; sanatı, felsefeyi, eğlenceyi, gülmeyi, seyahati, sporu, anne yemeklerini hor görmüşsen; elbette hastaneler evinizden daha fazla uğrayacağınız yerler olacaktır…

  Hastaneye gelen, kaydını yaptırıp farklı bölümlerde çare-şifa arayan insanların hallerinden, tavırlarından orta halli ve altında olan insanlar oldukları ve hastane ücretleri karşısında epey zorlandıklarına da şahit oldum. Belli ki, merkezde bulunan, özel ilginin, özel hastanelerinin artan ücretleri, yoksullaşan insanımıza zorlanma yaşatıyor. Zorlanma yaşatılsa bile, buralara koşarak ve umut bulmak adına geliyorlarsa; bu gelmelerin takdir taraflarını özel hastane çalışanlarına; tümüne teşekkür ederek iletmek isterim.

 Bütün bunların yanında, devlet hastanelere korkarak, çekinerek giden veya gitmeyen insanlarımızın sosyolojik, psikolojik durumlarını iyi bir istatistik çalışmasıyla ülke huzuru, zenginliği için kazandırmak, paylaşmak belki de gelecek hükümetlere büyük bir insanlık yasası, hizmeti gibi daha doğru kararlar almaları için yarar sağlayacaktır.

  Özel hastanede bulunduğum yerde birkaç saat içerisinde onlarca, yüzlerce insan gelip gitti. Birçoğu, yazın dünyasına, edebi sahnelere yaraşacak derece farklı karakterlerdi. Ama yaşlı annesiyle gelen adam (kereste) en çok dikkatimi çekti.

  Annesinin “denge” sorunu varmış. Bildiğimiz yaşlı annelerden. Masum, korku dolu bakışlarının yanında “ Acaba oğluma yük mü oluyorum?” korkusu, hastalığından daha fazla etkilemişti onu.

  Oğlu olacak kaba herif o masum, ayakta durmakta zorlanan yaşlı kadına sarılmaktan korkar vaziyette, bulunduğum yerde işleri bitmiş, asansöre binmek için ağır aksak ilerliyorlardı. Onları gören, özel hastane yöneticilerinden biri olduğunu tahmin ettiğim uzun sarı saçlı kadın, yaşlı kadın ve oğlu olacak herife seslendi; “ Niçin tekerlekli sandalye istemiyorsunuz? Durun hemen isteyelim.”

  Bunu söyledikten sonra yaşlı kadına seslendi; “ Neyin var annem?” Elini tutup, koltuğa oturmasına yardımcı oldu. İşte ne olduysa orada oldu; “ Elini tutan diğer uzun sarı saçlı özel hastane çalışanının eli; iki el, iki kalp, iki KADIN haline dönüştü. Yaşlı ve hasta kadın ağlamaya başladı; ama buna ağlamak denmez; AĞLAYAMAMAK denir. Çünkü yüksek sesle ağlayıp, etrafı rahatsız edeceğinin utancı, bir ömrün gözyaşlarını engelliyordu; odun kömürü gibi ağladı; için için…

 Güven SERİN 

 


14 Mart 2022 Pazartesi

TEKİRDAĞ'DA BÖYLE BİR OKUL VAR MI

 



                                TEKİRDAĞ’DA BÖYLE BİR OKUL VAR MI?

 

   Hangi okuldan mı söz ediyorum; Kadıköy Moda, Fransız Saint Joseph Lisesinden… Farklı zamanlarda gidip gördüğüm, arkadaşım, emekli olmadan önce Saint Joseph Lisesinin sanat bölüm başkanı Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’ın davetiyle gidip birçok aşamasını gördüğüm lisenin, benzerinin şehrimizde de olup olmadığını yıllardır merak ediyorum.

  Öğrenci odaklı, açıldığı günden bu yana yüz yılı çoktan aşmış, öğrencileri başarıdan başarıya koşan, iş bulmakta zorlanmayan, mezun ettiği öğrencilerinden, binlerce sanatçı, bilim insanı, yüzlerce yönetici olan Fransız Sanit Joseph Lisesinin farkı nedir ki?

  Ya Tekirdağ’da bulunan liselerimiz? Bulundukları binalar çürük, dayanıksız diye yıkılan, beton ve asfalt ile yeşilden uzak kalan, öğrenci ve velilerin geçmiş hatıralarına tam manasıyla önem vermeyen yöneticilerin kayıp okulları değil midir bu okullarımız?

  Lise, Hükümet Caddesinde bulunan Namık Kemal Lisesi nerede? Eski okuldan mezun olan öğrencilerin okula ait anılarına, hatıralarına, sevinç ve hüzünlerine ne oldu? Endüstri Meslek ve Teknik Lise olarak eğitim, öğretim yaparken, sonradan isimleri değişen, belki de şehrimizde futbol sahası, atölyeleri, yeşil alanları, çam ağaçlarıyla farklı ve tek okulun spor sahasına ne oldu acaba?

   İl Milli Eğitim Müdürlüğü, gençlerimizin spor yaptığı sahadan başka yer yokmuş gibi oraya İl Milli Eğitim Müdürlüğü binalarını inşa ederek, binlerce insanın anılarını, hatıralarını ve okulun o eşsiz güzelliğini yok etmedi mi?

  Muratlı Caddesinde bulunan Tuğlacılar Lisesi, neredeyse yarım yüzyıllık geçmişe sahipken, bir gecede ismi değiştiği gibi, yeri sağlam, dayanıksız diye yok edilmedi mi?

  Sürekli yıkılan, başka yerlere taşınan, isimleri değişen, yeşil alanları küçülen okullarımızın ÖNCÜ olması mümkün mü?

  Gelelim Kadıköy’de bulunan Fransız Saint Joseph Lisesi’ne. Okulun saygınlığı, bulunduğu yerdeki sağlam duruşu, mezun ettiği öğrencilerin bütün dünyaya yayılması ve başarılı insanların çokluğu nasıl oluyor? Bu okulu diğer okullardan, bizim şehrimizde bulunan okullardan ayıran gerçekler nedir de böyle okullar ile yarışamıyoruz?

  Okulun ana kapısından girer girmez mimari, yeşil yaşlı ağaçlar ve sanat karşılıyor bahçeye adım atan insanı. Daha ilk adımlarda başka bir yere-mekâna gelmiş ayrıcalığı içinde içinize, ruhunuzla birlikte aydınlanma doluyor.

  Tarihi binasında 32 bin metre kareye yayılmış Saint Joseph Lisesi, eğitim, öğretim alanlarıyla uyumlu yeşil alanlarına ters düşmeyen spor sahaları, peyzaj sanatının zirve yaptığı, burada okumaya karar vermiş genç bir insanın ister istemez başarıya yöneleceğinin kanıtı gibi; kucaklıyor oksijen, yeşillik dünyasının sımsıcak ve ferah hoşluğu ile “hoş geldiniz” diyor, farkında oluşun peşinde koşan ve koşmaya karar veren insanları, gençleri…

  Okulun bahçesinden geçtikten sonra okulun içerisine girdiğinizde ayrı bir şaşırma başlıyor. Mermer basamakların öğrenci ayaklarına teslim olmuş hallerindeki erimenin onuru, tarihin insan umutlarıyla ne kadar çok buluşup kaynaştığını anlatıyor. Her seviyeye ayrılmış koridorlara döşenmiş parkeler, yüz yıl ötesinin marifetli ustalarının anılarını taşıyor olsa bile, sanki yeni döşenmiş gibi sağlam ve sanatsal bir görüntü içerisinde; “ Ben önemliyim” umutlarını yeşertiyor.

   Yirmi, yirmi dört kişilik sınıfların koridora açılan camları, bahçeye bahçeye bakan camlarıyla, ışığı, şeffaflığı, özgürlüğü ve neşeyi anlatıyor. Grup çalışmaları için yapılmış özel salonlar etüt salonları yanında sanat derslerinin yapıldığı müzik ve resim atölyelerinin her biri; 300 ile 400 metre kare arasında, yine gün ışığını her yönde alabilecek tasarımda yapılmış.

  Bu okulda görsel sanatlara veya müziğe ilgi duymamak mümkün değil. Okul orkestrası geleceğin müzisyenlerin başlangıç evi özelliği taşıyor. Saint Joseph Lisesinde en çok dikkatimi çeken uygulamalardan birisi de bilimin başköşeye oturtulmasıydı. Fen derslerinin ağırlıklı oluşu, laboratuvar alanlarının genişliği, donanımı ister istemez bilim dünyasına izler bırakacak bazı öğrencilerin buradan çıkacağını anlıyorsunuz…

  Okulun 200 kişilik tiyatro salonu,100 kişilik konferans salonu, kantini, dinlenme alanları görülmeye değer. Öğrenci ve insan merkezli oluşunun biricik kanıtı gibi… Okulda her ne kadar fen derslerine ağırlık veriliyor olsa da, dans gösterileri, tiyatro, konserler de okulun, öğrencilerin-gençlerin bir parçası haline gelmiş.

  Öğrenicilerin teneffüslerde yaptığı faaliyetler ise; futbol, voleybol, basketbol spor etkinlikleri yapacakları alanlar, ihtişamlı bir şekilde tertemiz ve her an kullanıma hazır vaziyette bekliyor. Bahçelerden birisi olan ormanlık bölümü ise apayrı organizasyonların, etkinliklerin yapıldığı yemyeşil; kuş cıvıltılarıyla dopdolu, iç içe…

   Hele okulun Doğa Bilimleri Merkezi, içinde bulunan müzenin zenginliği karşısında tek şey söyleyebilirim; Fransız kültürünü, bir düşünceye, düşe adanmışlığını görünce şu soruyu sormadan edemiyorum; Tekirdağ'ın liseleri de böyle olmaması için engeller nelerdir?

Güven SERİN 

  


8 Mart 2022 Salı

SİZ SAATLERİ ve SAVAŞ

 


Ukraynalı Öğretmen 

                                          SİZ SAATLERİ ve SAVAŞ

                   

( Hayat narindir. Savaş, kaba ve ölümcüldür.)

  Televizyonda akşam haberleri; Rusya’nın Ukrayna’yı nasıl yuttuğunu, tükettiğini anlatan, açıklayan, gösteren bir sürü insanın bir bavula, bir çuvala sığdırdığı yaşamlar, kim bilir hangi diyarlara doğru sürükleniyor; sisler, yağmur taşıyan bulutlar gibi…

  Yanı başımda bir kitap; Cemal Süreya’nın Güz Bitiği; kapağındaki resim, teren ve fabrikalar… Bacalarından karbondioksit yayılıyor yeryüzü ve gökyüzüne doğru. Yaprağı kızıla dönmüş ve çıplak kalmış ağaçlar; belki de çıplak kalan insanlığı anlatıyor; şairini gözüyle, diliyle, eliyle…

  Kızım soruyor; “ Niçin savaşıyorlar baba?” duymuyorum güya! Duymak gelmiyor içimden, duymak istemiyorum fakat duyuyorum. Yine aynı soru; “ Niçin savaşıyorlar? Ukrayna’ya niçin yardım etmiyorlar?”

  Kızım ısrarını yanımda kalarak belli ediyor. Bunca ölümü, göçe bir cevap istiyor biz büyüklerden. Bizler savaşı başlatmasak da çocuklar en yakınlarından ister doğru cevabı. Verilmezse, edilmezse savaşların doğru kritikleri eninde sonunda büyüyecek olan çocukların da olacaktır savaşma sebepleri…

  Bir sade kahve rica ediyorum kızımdan. Zaman kazanıyorum dolmuş süzülecek gözler adına. Bir bavula sığdırılan hayatların, daha iki hafta önce yemyeşil mutlu şehirlerin akıp gitmesine karşın, iyi insan olduğumuzu hatırlıyoruz; film tadında izlerken göçleri, savaşların kanlı-canlı taraflarını.

  Göçler, acılar, kederler görmüş Cemal Süreya yazının ruhu ve diliyle fısıldıyor;

“ Kent yıkılıyor. Sokaklar uçtan uca kazılmış. Sesimiz radyasyon içinde. Mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. Gözlemevinde art arda mevsimler sökülür.

  Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz.

   Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.

   Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu. Gerçek neydi biliyor musunuz: HER ŞEY…”

  Her şeylerin içinden bakıyoruz gerçeğe. Ukrayna’ya Rusya’nın ilk saldırdığı gün bir Ukraynalı evi bombalanan öğretmen kadının sözleri dökülmüştü bütün dünyanın üzerine;

  “ Böyle bir şey olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bu hayatta bunun olabileceğini gerçekten hiç düşünmemiştim.

   Savaşlar hakkında şiirler yazdık. Ben bir müdürüm. Eğitimciyim. Tarih olarak okuduk. Ama ülkemizde olacağını hiç düşünmedik.

   Evim tamamen yıkıldı. Pencereler yok, kapılar yok. Evin bir kapısı uçtu. Odalar çöktü. Ben çok şanslıyım. Kurtuldum. Beni hayatta tutan çok güçlü koruyucu melek olmalı.”

   İnsana, canlılara özgü bir şey olmalı; gidenlere ağıt yakarken, kalmış olmanın mutluluğu ve bizi koruyan meleklere minnet ile teşekkür etmek. İnsanlığın savaşı bitecek gibi görünmüyor. Göç eden Ukraynalılar arasında bile ayrım yapan gelişmiş Avrupa ülkeleri, yanı başımızda bir savaş olsa kaçıp da sığınacağımız ilk yer olacaklar…

   Belli ki evrimini tamamlayamayan içgüdülerine her daim yenilecek insanlık; daha kim bilir kaç bin kent yıkacak, kaç milyar insan öldürecek; biz saatleri, siz saatlerine karışırken, bu acıları gelecek kuşaklara aktarmayı, deneyecekler: Yazarlar, şairler, film yönetmenleri, söz yazarları…

  İsterdim ki Ukrayna’nın Rusya tarafından yutulduğunu Yunanlı yönetmen; Teodoros Angelopulos anlatsın; Eleni Karaindru da müziğiyle destek versin; Sonsuzluk ve Bir Gün’ün yürekliliği içinde bir başka şair söylesin sonsuza ait şiirini;

“ Çiy tanesinin titreyişi,

Suya vuran son yıldız…

Parlak bir güneşi müjdeledi

Bir tek bulut,

En ufak bir sis perdesi…

Yoktu uçsuz bucaksız

Gökyüzünde.

Meltemin soluğu…

Yüzümü okşuyordu hafifçe…

Kalbimin yapraklarına

Fısıldar gibi…

HAYAT NARİNDİR!

Ve…

Hayat narindir.

—Söyle bana… Yarın… ne kadar sürecek?

—Sonsuzluk ve bir gün kadar…”

  Uygar dünyanın gözleri önünde sahnelenen savaş; her türlü söz bu zalimliğe kendince katkı verip kendi kendini tatmin ederken yönetmenler sahneyi sonlandırmadan, oyuncular inmeden sahneden; belli ki ölümler durmayacak. Ukraynalı öğretmen, sonsuza kadar fısıldayacak;

 “ Savaşlar hakkında şiirler yazmıştık…”

Güven SERİN  

 

 

 

 

  


7 Mart 2022 Pazartesi

KIRTIPİL HAMDİ

 

internet


                                                        KIRTIPİL HAMDİ

 

    Bazı lakaplar olumlu olurken bazıları ise olumsuz oluyor. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’a en yakın arkadaşlarından, Behçet Necatigil’in “ Kırtıpil Hamdi” lakabını takmasıyla olumsuzluk serüveni başlar.

   Zaman, sanatın ve sanatçının lehine işler. Kendi zamanında büyük acılar, zorluklar, yokluklar çekse de, sanatını yüceltmek için besleniyorsa her yudum kederden, dertten; çok yönlü, çok sesli eseri de doğar ve akacak olduğu zamanlara…

   Edebiyat tarihçisi, eğitimci, şair ve romancı ve birde öğrencisi Sefa Kaplan’ın ona seslenişindeki kişi; Aziz Hamdi Bey…

   Bugünün dünyasında her şeyin her an değiştiği,kıyamet gibi kirli bilgilerin sürüklendiği akışlar içerisinde kendi neşemizi,görgümüzü korumak fazla değil bizlerden 50–100 yıl önce yaşamış edebiyatçılara da kulak vermekle daha net ve sağlam olacaktır.

   Büyük sanatçıların doğru dürüst eserlerini tanımayanlar bazı isimleri saysak; “ Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Sait Faik, Behçet Necatigil, Yahya Kemal, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abidin Dino, Cemal Süreya, Haldun Taner, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ahmet Haşim” daha yüzlercesinin isminin geçtiği yerde bile sezgisel aydınlanmalar olur… Bu insanların yaşama tutunmalarının yegâne sebebidir öyküleri, şiirleri, resimleri, heykelleri…

   Nasıl ki Bedri Rahmi Eyüboğlu deyince aklıma; “ İbrahim Çallı, Bedri Rahmi ve Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık geliyor, öğrenince, girince edebiyatın kadim koridorlarına, sırlarla dolu sayfalarına; “ Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sefa Kaplan” nesilden nesle akışlarını öğreniyoruz.

   İbrahim Çallı’nın öğrencisi Bedri Rahmi ve onun öğrencisi Selçuk Özbek Kızılışık… Yahya Kemal’in öğrencisi Ahmet Hamdi ve onun öğrencisi Sefa Kaplan… Edebi ölümsüzlüğün akışı, berrak hale gelip, sayfalardan günlük yaşama dönüşümü böyle bir şey olmalı…

   Büyük eserlere imza atan fakat neredeyse 55–60 yıllık ömürleri olan yazarlarımızın, şairlerimizin, ressamlarımızın biyografilerini okudukça, öğrendikçe, onların yaşam karşısında duruşları, eserlerinin bile önüne geçecek erdeme-ruhsal yetkinliğe ulaşıyor…

    Bugünün dünyasında değişmiş, dönüşmüş çirkin bir halde de olsa insanlar tarafından dolup taşan bir yer var; İstanbul’un İstiklalinde; Narmanlı Han veya Narmanlı Yurdu. Burası sadece Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evi, atölyesi olmamıştır. Aynı zamanda kırk yaşından sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da sığındığı bir yer, köşedir.

   Bazı yerlerin çekiciliği üzerilerinde bulunan mekânlardan, esnaflardan, eğlencelerden ötürü olmaktan çok ötedir. Orada yaşamış, fikren, ahlaken büyük zenginlikler ortaya koymuş, her büyük sanatçı gibi kendi zamanından ötelere yazgılı insanların, insanlık enerjilerinden de kaynaklanır…

   Ahmet Hamdi Tanpınar, yani en yakın arkadaşının ona taktığı lakaptaki Kırtıpil Hamdi, Narmanlı Yurdu’na taşınmadan önce ablası Nigar Hanım’ın evinde kalıyordu. Ablası, eniştesi, eniştenin eski evliliğinden kalan hasta kızı, hasta kızın bir ayağı sakat polis kocası, bir başka hasta kardeşi Kenan ve sayıları her gün değişen kedilerle bir arada yaşamak zorunda kalan Ahmet Hamdi…

   Narmanlı Yurdu’nun rutubet kokan, pencereleri perdesiz evin sahibi Ahmet Hamdi’nin evine her akşam onlarca insan geliyordu. Kırtıpil denen o yüce insanın bilgisi görgüsü; edebiyattan, felsefeden, sanat teorilerinden, medeniyet tarihinden, dinler tarihinden, psikolojiden, antopolojiden, sinemadan, tiyatrodan, resimden, müzikten, akla gelecek bütün disiplinlerden beslendiği için, onunla vakit geçirmek, sohbetlerin lezzetinden faydalanmak için öğrencisinin söylediği gibi; “Neredeyse tüm Beyoğlu bu odaya akıyordu...”

   Kırk yaşından sonra kendine ait bir odaya Narmanlı Yurdu’nda kavuşan Ahmet Hamdi Tanpınar, arkadaşı Ahmet Kutsi’ye yazdığı mektupta; “ Nihayet yapabildim. Şimdi oturabileceğim, çalışabileceğim, seni misafir edebileceğim bir köşem var. Her şey tamam fakat perdesi yok. Hazin değil mi? Kepenk arkasında oturuyorum”

   Yaratıcı insanların, insanlık davasıdır bir köşede oturabilmek. Bir pöstekide kim bilir kaç bin fikir üretti, göksel enginliğe teslim olmuş, onun öz evladı olan; yazarlar, şairler… Belki, Ahmet Hamdi, perdesiz Narmanlı odasında yazdı bu şiiri;

 " Başımızın üstünde bir bulutun

  Güneşe asılmış gölgesi

  Uzakta toz halinde dağılan

  Yoğurtçu sesi,

  Gün bitmeden başladı içimizde

  Yarınsız insanların gecesi”

   Aşiyan Mezarlığında iki arkadaş, iki dost; Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar; zamanın içenden de, dışından da bakıyorlar Aziz İstanbullarına…

 Güven SERİN 

 

 

 


4 Mart 2022 Cuma

İYİLİK DE KİREÇ BAĞLAR

 


UKRAYNA SAVAŞI

                                          İYİLİK DE KİREÇ BAĞLAR

  İnsanın, insanlığın sınandığı zamanlara tanıklık ediyoruz.20.yüzyıl derken 21.yüzyılın ilk çeyreği bitmek üzere. Yüz yıl öncesinin kasıp kavuran hastalıklarına aşılar yoluyla “dur” demişken, yepyeni hastalıklar, ölüm mangaları 21.yüzyılın birinci yarısı sona ererken kendini hatırlatıyor; covid–19…

 Küçücük, gözle görünmeyen bir canlı; insanın bütün icatlarına meydan okuyup, en gelişmiş şehirleri, ülkeleri bile insanlık sınamasından geçirdi; on binlerce, yüz binlerce, milyonlarca ölüm; henüz vakitleri varken göç edip gittiler…

  21.yüzyılın ikinci yarısı yaklaşıyorken, uzay açılacak olan insanlık geri dönüşümsüz olan Mars yolculuğuna beş on yıl kalmışken; Orta Doğu, Afganistan cehennemine odun taşınmaya devam ediliyor; çocuklar, yaşlılar ve akıl almaz bir göç dramları; Akdeniz, adeta ölüm tarlası-denize haline getirildi…

   Ve şimdi; Rusya, Ukrayna savaşı; sürü bilinmezlerle, kurnazlıklarla, hilelerle dolu. Bilinen tek şey; insanlar ölüyor…

  Nasıl ki kullandığımız aletler, suyun kireç taşıyıcılığı sayesinde kireç bağlar ve tıbbın keşfettiği insan hastalıklarından birisi olan kireçlenme; insan ve insanlık vicdanı için de geçerlidir…

  Kireçlenmiş ise o titiz, zarif, uygar görünüş içinde olan insanlar- bakış açısı, dokunma ve dokunuş erdemi, kendi soylu huzurumuz için görmez olduysa gözler, susmuş ise o bülbül nakaratlı diller; iyiliğinde kireç bağladığını söylemek yanlış değildir.

  Kullanılan aletler için “ kireç çözücüler” icat edilmiştir kimyacılar tarafından. Pekâlâ, da iyi iş görürler kireçlenmiş aletleri pırıl pırıl yaparlarken… İnsan bedeni kireçlenmesine de doktorlar çare arar ve bulurlar. En önemlisi insana hareketi tesviye ederler; hareketi, doğru beslenmeyi ve stres yönetimini…

  İyiliğin kireçlenmesine kim çözüm üretebilir? Yüzyıllardır katman katman kireç tutmuş insan kireçlenme hallerini nelerle çözmeye çalıştı insanlık?

  Lokma dağıtan ninelerimizin, komşularımızın erdemine dokunmak isterim. Sadece, komşuluk hatırına yapılmazdı lokma pişirip dağıtmak; koca mahalleye. İyiliğin var edici çözücü hallerini çoktan keşfetmişti o erdemli, az okumuş ama derin görgülerle beslenmiş yüzü güleç ve temiz insanlar…

  İyiliğin kireçlenmesine çare aramayı, pandemi başladığında Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin zor durumda olan insanların “askıda fatura” uygulaması adı altında yaptıkları çalışmalarda bulabilir, görebiliriz. On binlerce borcu olan Ankara ailelerin küçük esnafa olan borç ödenmesi; iyilik yarışından öte bir şeydi; iyiliğin kireç çözüm işlerinden, işlemlerinden birisiydi…

  Bir düşüncedir dolaşır zihnimde. En gelişmiş ülkelerin en gelişmiş üniversiteleri, halkı dahi büyük uygarlığa koşan; savaşlardan, zalimliklerden korkan, göç eden insanlara set-engel-kota koymuştur. En iyileri, en faydalı olacakları ayıklayıp kabul ederlerken, yaşlanmış halklarına taze katkı vermenin de peşinde koşmanın karşılığı nedir?

   Gelişmiş dediğimiz uygarlıkların da iyilik taraflarının kireç bağlaması kaçınılmazdır. Belli ki evrimin kurnaz dönüşümü daha fazla ölüme, göçe ihtiyaç duyuyor. Böyle böyle dönüştürecek insanlığı; kendi potasında, devasa kazanlarında kim bilir kaç bin yıl daha eritecek ve bugünün tahmin edemeyeceğimiz insanlığını çıkartacak ortaya.

  Nasıl bir insanlık olur? Bilmek çok zor! Tahmin edebilir, kendi teorimizi ortaya koyabiliriz.

   Belki de gezegenimizin 70 bin yıl önce yaşadığı o büyük donma, buzlanma zamanı gibi; orada burada kalmış birkaç bin kişi; korkunç bir kireç çözme işleminden ancak sağ kurtulup bugünün 8 milyar dünyalının ataları olma unvanına kavuşarak iyiliğin kireçlerini çözecektir.

  4–5 yıl önce dünyamızın etrafında dönen uydularda, yani uzayda görevi tamamlanan astronot ülkesi ABD’ye geri döndüğünde basına yaptığı ilk açıklama;

  “ Dünyaya dönmek ne güzel” sözleri olmuştu.

     Bu sözlerde en ufak kireçlenme bulamazsınız. Hiçbir ülkeye, millete, dine, ekonomiye ait sözler değil bunlar; sadece ve sadece iyiliğin, insanlığın kireçler-inin çözülme halidir; sınırları kaldırıp, kavramlardan kurtulmuş saf insanlığın sözcükleri…

Güven SERİN 

  



1 Mart 2022 Salı

ÇALIŞMAK LAZIM,YAŞAMAK ve DÖVÜŞMEK

 

İNTERNET

                           ÇALIŞMAK LAZIM, YAŞAMAK ve DÖVÜŞMEK!

   1944 yılında Bursa ceza evinden eski mahpus arkadaşı Orhan Kemal’a mektup yazan Nazım Hikmet’in Orhan Kemal’e seslenişidir mektubunda; “ Çalışmak lazım, çalışmak, yaşamak ve dövüşmek”

  “Dövüşme” sözcüğüne dikkatinizi çekmek isterim! Nazım Hikmet’in dövüşü; “Karanlık ve Cehaletle” olacaktır. Üretmekten, çalışmadan, sanattan, felsefeden, diğer uygarlıkların dil ve kültürlerinden uzak kalan uygarlıkların nasıl çöktüğünü çok iyi analiz etmişti.

  Bu yüzden Orhan Kemal’e yazdığı mektuplarda sıkça “ Fransızcayı öğren, Fransızcanı geliştir” uyarılarını bıkmadan tekrarlıyor. Nazım’ın üretimi, çalışma öncülüğünü, hiçbir zaman durmadığını; hapiste ürettiği, şiirlerden, hikâye, romanlar ve çevirileri yanında, orada da dokuma tezgâhı kurup çalışıp para kazandıklarından biliyoruz.

   Nazım Hikmet’in bir başka sanatçı özelliği ise, yetenekli olanları keşfedip sınırları zorlayıp, sınırsız destekler içinde o yeteneğe arka çıkma becerisidir. Yetenekli mahpus arkadaşlarından birisi de Raşit-Orhan Kemal’dir. Hapiste boş vakitlerinde ona Fransızca dersi vermenin yanında. Şiir, hikâye, roman yazmasını da teşvik etmiştir.

  Orhan Kemal çıktıktan sonra, aralarındaki mektupların edebi, sosyal, kültürel değeri anlatılamaz derece lezzetlidir. Öğretmiş olduğu Fransızcanın yarım kalmaması için sürekli uyarılarda bulunmasının yanında, şiiri, hikâyeyi, romanı da bırakmadan denemeler yapmasını istiyor.

  Nazım’ın zekâsı, sanatsal başarısı karşısında herkes kendini tutamayacak kadar duygulanır, ona saygı ve sevgi besler. Fakat aynı Nazım’ın mektuplarında bir başka yönü çıkıyor ortaya. Kadına ve çocuklara olan düşkünlüğü, saygı ve sevgisi…

  Orhan Kemal’in Nazım’a yazdığı veya yazacağı her mektubunda ilk önce eşinden ve küçük kızından uzun uzun söz etmesini istiyor. Onlara olan düşkünlüğü; Orhan Kemal’in eşi Nuriye’ye “ Kızım” , küçük kızına ise “ Torunum” olarak seslenişi, sözcüğün yazı dilinden öte, seslenişe, yüreklere akmasına kadar etkili oluyor.

  1944 yılı içerisinde Orhan Kemal’den gelen mektupta, küçük kızının yaramazlık yapıp annesinden dayak yemesini anlatması üzerine, sadece şiirin babası değil, şefkatin babası da olan Nazım şöyle yazıyor;

  “ Annesinden dayak yiyip sana şikâyete gelmesi faslını okurken AĞLADIM. Kızıma söyle Yıldız’ı döverse vallahi, billahi kendisiyle bozuşuruz. Böyle şirin ve akıllı bir mahlûk kedi olsa dövülmez, nerde ki benim Yıldız’ım.”

  Sanatçı ehliyeti almanın biricik yoludur diğer zamanlar içinde yaşamak! Sadece kendi zamanın bencilliğine kurban olanlar da sanat üretebilir ama öteki zamanlara bir türlü taşımıyorlar. Neredeyse bütün dünyada Nazım Hikmet sevgisinin, saygısının oluşması boşu boşuna değildir.

  Nazım Hikmet, birçok insanın kahır olacağı mahpushane yaşamını; sadece sanatçı kabiliyeti içerisinde görmemiştir. Sanki bir okul öğretmeni, oradaki arkadaşları ise onun öğrencileri, arkadaşları, dostları…

  İbrahim Balaban, ölmeden önce son günlerinde kendi sergisi ve müzesi için Tekirdağ’a geldiğinde dinlemiştim omun Nazım Hikmet sevgisini. Her hücresine kattığı öncü arkadaşını anlatırken, yaşlı-ihtiyar bedeni, tıpkı mahpusluk günleri gibiydi; taptaze, capcanlı…

  Aynı yıl,1944’te Orhan Kemal’e yazdığı mektupta İbrahim Balaban’dan da söz ediyor Nazım;

  “ İki üç gündür, fazla değil şu son üç gündür kısa bir tembellik geçirdim. Yarın yine işe başlıyorum. Bizim burada ressam berber İbrahim vardı ya, resmi inanılmayacak, akla sığmayacak kadar ilerletti. Ben de gözlerim sulana sulana halkımın büyük yeteneklerinden birine örnek olan bir hadise karşısında hazdan ve bahtiyarlıktan böbür böbürleniyorum.

  Büyük Türk halkı. Nasıl bütün dünya halkları gibi yaratıcıdır ve nasıl sevilmeye, hayran olunmaya değer ve uğrunda gebermek en ehemmiyetsiz iştir. Çalışmak lazım, yaşamak ve çalışmak ve dövüşmek…

   Sana yirmi lira yollamıştım. Biraz sabret ay sonuna doğru otuz kırk lira daha göndereceğim. Senin tezgâh bu suretle normal çalışmaya başlamış olacak.”

   Nazım’ı nasıl anlatmalı, nasıl aktarmalı? İnsanı insan yapan öz, onun genetiğine gizlenmiş. Sadece edebi dünyanın şairi, yazarı değil, sosyolojinin, kadının, çocuğun, evrensel vicdanın de yanı başında bir Nazım; İbrahim Balaban’ın ifadesi gibi “ Şair Baba” olan bir Hikmet…  

 Güven SERİN 

NOT; iki dosta,arkadaşa,şefkatin özünden süzülen sevgi ve saygılarımla...