Sayfalar

26 Kasım 2021 Cuma

BUGÜN DOYDUK YİNE EVLATLARIM/LAKİN!

 

                       BUGÜN DOYDUK YİNE EVLATLARIM/LAKİN!

 

  Sanatın, sanatçının ve yazarın en önemli görevidir toplumun faydasına olan serüvenlerin peşinde koşmak… Kimisi şiir sanatıyla, bazıları resim, heykel, kimisi ise öykülerle öncüdürler; bildik kazanım ve kazançlardan, mülkiyetlerden çok öte…

  Çalışmamın başlığı mecaz anlamda Tevfik Fikret’in şiirinden esinlenedir;

“ Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder

Bugün açız yine; lakin yarın, ümit ederim

Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare kader”

  Yukarıdaki üç dize bile bugüne ne kadar çok dokunuyor… Bir yanda lüks yaşamlar, korkunç şımarmış bir dünya insanlığı, AÇLIK kültürünü yok sayar, görmezden gelir, açlığa mahkûm edilenleri suçlarlar; zayıf ve pasif bulurlar. Suçlamalar o kadar güçlüdür ki, sanırsınız ki yoksulluk, açlık savaşı kaybedenlere verilen ölüm cezası; yaşamak için hiçbir şansları kalmamıştır…

    Diğer tarafta üç kısa dize bile, kendi TEVEKKÜLÜNÜ yaratmış; şiirin, sanatın diliyle geleceğe havale etmiş…

  Okul sıralarından hatırladığım birkaç dize, şiirde geçen aç kalma duygusu, tok olmaktan çok daha saygın bir ifade, anlayış, algı yaratmıştır bende. Açlığın ezici yükü altında ezilmeden, durumlarını izah edip, doğru, dürüst ve alın terinin hesabını yapan açlığı tercih edeceğim…

  Hayvanlar için tokluğun bir tek hali olduğunu biliyoruz. İyi belgesel izleyicileri, çobanlık yapanlar iyi bilirler, kurtlar, köpekler, aslanlar av bulduklarında alfa karaktere sahip olanların, yani en güçlü olanların beslenme önceliği vardır. Başkarakterler karnını doyurur doyurmaz, kavga kendiliğinden sona erer ve sofra herkese açılır…

  Hayvanların tokluğu böyle bir şeydir; en sıkı, en sert olanlar bile karnını doyurunca, diğerlerin midesine gireceklere saldırmazlar… Ya insanların tokluğu nasıl bir şeydir?

  Açlığın kaç hali vardır? Bu sorunun cevabını sosyoloji bilimi mi, siyaset bilimimi çözer? Bunca söz, hesaplama yapılıyor; geçinme sıkıntıları adına. Yoksulluk, fakirlik, açlık hesaplamaları, istenirse bugünkü teknolojiyle çok çabuk hesaplanır ve 85 milyonun kaç milyonunun konfor içinde yüzüp yüzmediği, kaç milyonun müsriflik ve şımarıklık naraları atarken, o büyük ve sessiz topluluğun o korkunç, tanrısal suskunluğu, açlıkları karşısında vicdan sahiplerinin kanı donar…

  Bu topraklarda yaşayan insanlar, tıpkı ülkemizin kadim geçmişi gibi büyük uygarlıkların açlık ve tokluk şölenlerini, şöhretlerini, aynı zamanda çöküşlerini, göçlerini, acılarını, kayıplarını da genlerinde taşırlar.

  Bu yüzdendir, açlığın bin bir çeşidi yaşanırken bile “ Ben, Biz açız!” diyen çok azdır, geri kalan o muhteşem sessiz topluluk içinde… Susmayı ve şair gibi, açlıklarını sofraya koyup onunla doymayı, beslenmeyi öğrenmişler…

  Açlığı, eve, hanelere giren ekmek sayısı olarak hesaplayanlara da ancak AHMAK denir… Aç olana sadece yardım yapmayı düşüne de diyecek laf bulamam… Hiçbir saygın, onurlu insan bir başkasının getirdiği paket, çuval karşısında ezilmeden, sıkılmadan, büzülmeden “ Sağ olun, Allah razı olsun!” diyemez…

  En onurlu davranıştır; her insanın maaşının, işinin, aşının, hayallerinin, eğlencelerinin olmasını düşünmek ve istemek…

  İşte bu yüzden, şairinin şiiri, şımarık bütün aç tok olanlar üzerinde insani bir fısıltı, sarılım, şefkat, onurlu bir duruş gösteriyor;

  “ Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder

Bugün açız yine; lakin ümit ederim

Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare, kader…”

  Biliyoruz ki açlığın halleri anlaşılmayacak kadar karışmış durumda. Anlaşılır, yaşanır bir iş, aş, yurttaş olmanın zorluklarını yaşayanların korkunç sıkıntıları duyulmayacak kadar derinden geliyormuş gibi; gemisini kurtaran kaptan misali bütün toklar, birbirlerini alkışlanıyor…

  Suyun dört hali var ama ya açlığın? Ya tokluğun kaç hali var?

  Tevfik Fikret’in şiirine karşı,85 milyon ve tüm dünya için;

“ Bugün yine doyduk evlatlarım; yarınlarımız da garanti, rahat olun. Sporumuzdan, sanatımızdan, eğlencemizden, sosyalliğin izden geri kalmayın.” Demeyi ne kadar çok isterdim…

Güven SERİN 

23 Kasım 2021 Salı

YAŞLI MÜZİSYEN

 


İnternet

                                                   YAŞLI MÜZİSYEN

                            

  ( Tuttum İnsanları Sevdim )

  Onunla hava limanında uçakların kalkma saatini beklerken tanıştım. İkimizde erken gelip hava limanı içerisinde kitap okuyup gözlem yapma görgüsüne saygı duyduğumuz belli… Antalya’ya bir davet için gidiyordu. Sevenlerinin isteği üzerine bir de müzik ziyafeti çekeceklerdi…

   Gözleri ışığa duyarlı olduğu için güneş gözlüğü takıyordu. Bir süreliğine çıkarsa da izin isteyerek yine taktı. Neredeyse ömrünün tamamını müzikle geçirmiş. Bolca anı ve serüven biriktirmekten başka hiçbir yatırımı ve birikimi yokmuş…

  Klasik manada sağlamcı ve çalışkan insanlara göre ; “ Bir baltaya sap olamayan” iyi insanlardan biri sayılmakta. Bu zamanda birkaç ev, birkaç araç ve yüklüce bir hesaba sahip değilsen, iyi olmak, sanatçı olmak yeterli görülmüyor.

  Her şey daha büyük, daha güçlü, daha ses getiren, fazlasıyla beğenilen mantık üzerine kurulunca; tam manasıyla bambaşka bir dünyevi amaç içerisinde buluyor insanlık kendisini.

  Devreye giren, insanlığın o korkunç ve yarı tanrı isteklerini yerle bir eden şey yine sanat oluyor. Sanatçıların insana dokunuşları farklı farklı oluyor. Kimisi müzik, bazıları sinema, tiyatro veya opera ile…

  Öykülerin dokunuşu ise apayrıdır; Goriot Baba’nın yaptıklarına, bugün için kaç kişi “ fedakârlık ve evlat sevgisi” der? Kim bilir ne küfürler ederler; muhteşem serveti sadece sevgi adına harcadığı için Goriot Baba’ya.

  Yaşlı müzisyenin yüzündeki tebessüm, özgürlüğünün kendi ellerinde oluşundandı. Nerede duracağını bilip, neyle yetineceğine çoktan karar vermiş olmasındandı…

  Tuvalete gitmek için izin istedi. Bavulları, gitarı ve yan tarafta duran kitabı bana emanet bırakıldı. Dokundum ben gelmeden önce okuduğu kitaba. Can Yücel’in şiir kitabıydı.24.sayfa ile 25,sayfa arasında beyaz bir kâğıt duruyordu. Kurşun kalemle bir sürü not düşülmüştü beyaz kâğıdın üzerine. Okuduklarıyla ilgili hatırlatma notlarıydı hepsi.

  24.sayfada epey çalışmışa benziyor. Altmış dokuz dizeden oluşan şiirin ismi; Bir Numaralı Halk Düşmanıydı. Dizelerin yarısından fazlasına işaret bırakmıştı yaşlı müzisyen. Kimisinin altını çizmiş, kimisi üzerine bir, bazılarına iki, üç ok işareti yapıp önem sıralarını belirlemişti.

  Can Yücel’in şairliğini sevmeme bilmeme rağmen bu şiiri hiç okumamıştım. Hayli uzun ve neredeyse tüm zamanlara hitap edecek derece sosyal meselelere dokunmuştu şair;

“ Reis Bey dedim Reis Bey

Asın beni dedim dövün öldürün beni”

 Şiire dalalı, notların içinde gezinmem kaç dakika sürdü bilmiyorum. Geçen süre içerisinde yaşlı şair geri dönmüş, kitapla olan tanışma törenini sessizce tebessüm ederek izliyordu. Onu gördüğümü anlayınca;

 “ Lütfen, rahatınıza bakın. Siz gelmeden önce okuyordum. Can Yücel’in Bir Halk Düşmanı şiirini de çok severim” dedikten sonra koltuğuna oturmadan önce almış olduğu kahvelerden birini bana uzattı. Küçük bavulundan bir kitap daha çıkartıp beni rahat bırakma adına açtığı bir başka kitabın sayfalarına daldı.

  Yaşlı şairin nezaketi sayesinde hayli ilginç, duyarlı bulduğum şiirin altmış dokuz dizesini birkaç kez okudum. Dikkat çektiği notlarını irdeledim. En çok çizgi ve ok bıraktığı son dizelere iyice yoğunlaştım;

“ İşte böyle dedim Reis Bey

Başınızı ağrıtmayım

Yoksa bunlara gelinceye dek daha ne haltlar karıştırmadım

Biliyorum suçluyum razıyım cezama

Çalmadım öldürmedim ama

Daha kötüsünü yaptım

Na’aptım biliyor musunuz Reis Bey

Tuttum insanları sevdim”

  Kitabını teşekkür ederek iade ederken yaşlı müzisyene şu soruyu sordum;

 -        Sizde şairin yaptığı gibi yaptınız, ömrünüzün bütününde insanları sevdiniz değil mi?

 Biraz acılı, biraz soslu yüce bir tebessümle başını iki kez öne eğdi. Onun evet deyişi fazlasıyla sessiz ve duygu yüklüydü. Çünkü gözlerinde birkaç yaş tanesi, ömürleri ve ömürler ötesini anlatıyor gibiydi…

 Güven SERİN 


19 Kasım 2021 Cuma

TİFLİS HAVALİMANI

 

İnternet

                                              TİFLİS HAVALİMANI

 

    2019 yılı Ekim ayında bir hafta süren Güney Kafkasya gezim, hatta serüvenim bitmiş sabah karşı kalkacak olan uçağımı kaçırmamak için gece yarısından önce geldim Tiflis havalimanına. İki gün önce Ermenistan’ın başkentine gitme amaçlı Ermeni sınır kapısı Ahkeepo’da Ermeni memurları tarafından hor görülmüş, psikolojik olarak epey hırpalandıktan sonra iki günlük vize alabilmiştim.

  Hor görülmenin, dışlanmanın ne demek olduğunu anlamak için memleket dışına çıkmaya gerek olmasa da bu duygunun en yoğun halini yaşadım Ermeni sınır kapısı Ahkeepo’da. Ermenistan başkenti yolculuğum bu yüzden kısa sürdü. Kırsal alanda kalan tarihi yerlere gitmem bu yüzden son buldu…

  Ermenistan başkenti Erivan’dan erken dönüp, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’de eksik kalan yerleri gezme fırsatını tekrar yakaladım. Farklı ülkelerin insan yapıları ne kadar farklı olursa olsun, herkes medeni dünyadan bir pay almak, zenginleşmek için didinip duruyordu. Tiflis’in kırsal kesiminde kalan Manastır ziyaretlerimde bile bu pay, mücadele örneklerini gördüm…

  Serüvenin sonunda gece yarısından bir saat önce Ermeni bir şoförün kullandığı taksi otelimden beni alıp Tiflis havalimanına getirdi. Küçük bir bahşiş, kendi yorgunluğu içinde bir parça önem-değer bekleyen insanlara ne çok neşe katıyor…

  Fazla büyük olmayan havalimanına uçağımın kalkış saatinden altı saat önce geldim. Gecenin nasıl geçeceğini bilmesem de, Ermenistan sınır kapısında yaşadığım o büyük kargaşa, korku, dışlanmadan sonra ülkeme ve farklı sevdiğim Antalya’ya dönüyor olmak; kurtuluşun kendisi gibiydi…

  Kalabalık olmayan havalimanı, oturma seçeneklerimin bol oluşu nedeniyle sık sık yer değiştirdim.2019 yılının Ekim ayı son günleri yaşanmaktaydı. Sevdiğim aylardan, gezi için ideal zamanda beslenmiş olmanın; iç huzuru, sıkıntıları ve bol birikimlerle dönüyordum.

  Zaman bol olunca benim gibi bekleyen insanların azlığı ister istemez tanışmaları da hızlandırıyor. Tiflis havalimanı saati gece yarısını gösterirken tanıştık Ankaralı Kadir Bey ile. Oradan buradan derken, yapmış olduğumuz işlere, hobilere ve gazete köşe yazarlığına geldik.

  Ankaralı Kadir Bey lafını esirgemeyen birisiydi. Haftada altı gün yazı yazmamı kendince fazla buldu. Hatta şöyle ilave destek sözleriyle kendi fikrini güçlendirmek istedi;

  “ Yazar az ve nitelikli yazmalı!” ona göre, az yazan nitelikli yazıyordu… Bana da sorsanız, gelişen dünyamın öte tarafa, denge ve nitelik arama süzülüşü, nicelikten çok niteliğe doğru evirildiğini söylerim…

  Fakat bütün az yazanların nitelikli yazdığını, çok yazanların ise bol keseden attığını da söyleyebilir miyiz? Bu konuda kendi fikrini hiç saklamadan dışa vuran yazarlardandır Enis Batur.

  Kendi ifadesiyle “Yazı Adam”ını anlatıyor;

“ Yazmayı var oluşunun eksenine yerleştirmiş, ömrünün şahdamarı kılmış birinin gözünde yazmak bir ölüm-kalım sorunudur. Başka bir uğraşla değiş-tokuş edilemeyecek denge sopası- öyle kolay değildir.’Ben vazgeçiyorum bu koşullarda’ demek. Yayımlamaktan, görünmekten, araya karışmaktan uzaklaşabilirsiniz de, yazmaktan kopamazsınız, hele başkaları yüzünden!”

  Niteliksiz yazmaksa bütün mesele, gereğinden çok yazılar yayınlanıyorsa her devirde, Ahmet Rasim’in tespitlerine de yer vermek isterim;

“ Bu tasayı bir okur olarak bende paylaşıyorum. Onca kitap önce bizim üzerimize yığılıyor. Kötü yazılmış olanlar, vasatı zorlayamayanlar, başkasının soluk kopyası olmaktan kurtulamayanlar… Her zamankinden fazla yazılıyor, boş yere yazılıyor galiba. Yerinizde olsam bırakın çok yazmayı, yazmaktan bile soğurdum.”

  Tiflis Hava Limanı’nda, Ankaralı Bey ile yazma üzerine, hatta benim haftada altı yazımın fazlalığı üzerine geçen sohbet, yine yazı insanı sevdasıyla gün yüzüne, değişim geçirerek çıkıyor.

   Bir taraftan Ankaralı Kadir Bey’in sohbeti, diğer taraftan babası İtalyan, annesi Türk Danıel’in Batum cezaevinde geçirdiği bir yılın tecrübelerini dinlerken zaman denen nehir akıp gitmiş; aktarmalı uçağımız Tiflis havalimanından Sabiha Gökçen’e havalanmıştı; bir başka yazıların peşinde koşan bir:

“Edip, muharrir, yazar, yazan, yazıcı, yazı adamı, edebiyat adamı, yazı beyi” kılığında bir insan olarak dönüyordum memleketime…

Güven SERİN  

 

 

 

     

 


17 Kasım 2021 Çarşamba

ÖLMEK NE GARİP ŞEY ANNE

 

İnternet

                                      ÖLMEK NE GARİP ŞEY ANNE!

          ( Güle güle kardeşim K )

 

   1980’li yılların başında tanıştım Ahmet Kaya’nın yorumculuğu, kendine özgü özgün sanatıyla. İlk aldığım müzik kasetlerinden birisiydi Şafak Türküsü…

  Öyle bir yorumluyordu ki, bütün annelere armağan-ağıt, destansı bir sesleniş içerisinde. Hiçbir annenin annelik hakkı tam manasıyla ödenmediğini anlatırcasına, hiçbir anneye doyum olmayışın türküsü…

   Anlatıyor annesine bir güzel;

“ Pir Sultan’ı düşün anne

Şeyh Bedrettin’i

Börklüce’yi

İnsanları düşün anne

Düşün ki yüreğin sallansın

Düşün ki o an güneşli güzel günlere inanan

Mutlu bir Yusufçuk havalansın”

  15 yaşında yaşamının en taze anlarında, çocukluk ile genç kızlığa adım attığı bir anda ölümü seçen, yüksekten kendini yerçekiminin ölümcül seçeneğine yönlendiren K; hava boşluğunda o sonsuz ve kederli yolculuğunda nasıl seslenmiştir dünyaya?

  Genç insanın zamansız ölümünü hangi sosyolog, hangi psikolog ve hangi siyasetçi anlatabilir? Var mıdır bunun bir açıklaması? Tatmin eder mi bizi bildik o korkunç ayıplı cevaplar?

  Tekirdağ doğumlu Çanakkale’de yaşayan K böyle bir anın acısını bıraktı geriye. Binlerce genç insanın gidişleri, kurban törenlerindeki gibi, insanlığa bir ders, ibret olması gerekirken; duymama, görmeme ve anlamama hastalığına tutulmuş bizler için her şey nafile…

  “Ölmek ne garip şey anne” diyor şair, yarım kalmış annelik sevdasına, özlemine…15 yaşındaki K’nın son sözleri, düşünceleri neydi? Sadece ölüm raporlarının açıklaması yeterli midir? Yaşamın devamı ve koskoca gelecek duruyorken, henüz bin çeşit tecrübe, bin çeşit hüzün, bin çeşit mutluluk yaşanmamışken nasıl doyar yaşama K?

 Doğu illerinde büyümüş bir kadının yazısını-yazgısını okumuştum bir zaman;

 “Çarşı denen, erkeklerin bulunduğu yerden geçerken göğüslerimizi içeriye çekerdik. Daha yeni serpilmeye başlayan göğüslerimizden utanır, erkeklere şehvet duygusu yaratmasın diye göğüsleri olmayan çocuk gibi görünmeye çalışırdık…”

   Binlerce yıllık erkek zulmü, nasıl da bulaşmıştı kadınlarımıza, annelerimize. Erkeğin makbul olan organları, gösterişli, azametli, albenili sözcüklerle izah edilirken, kız çocuğunun bedeni ve organları nasıl da ayıpların bataklığı ile sıvanmaya başlamış…

   “Elalem ne der, ne düşünür!” bataklığı, özgür düşüncenin önünü kapatmakla kalmıyor, gizliliğin, karanlığın, kuru ve kabalığın da tohumlarını ekiyor bir güzel; bu kadim topraklara, ülkeye…

  Batum’da katıldığım cenaze töreninde üç tane müzisyen vardı. Ölüm şarkılarını seslendiriyorlardı; hüzne ve ölüme, barışçıl bir saygı, nezaket içerisinde.

  Deseler ki, on beş yaşında ölüme uçan K için bir şey yap! Ne yapardım biliyor musunuz? Eleni Karaindrou’nun Sonsuzluk ve Bir Gün filmi için bestelediği şarkıyı seçer ve ardından Ahmet Kaya’nın ağıtsal seslenişini yapardım;

“ Saçlarına yıldız düşmüş

Koparma anne ağlama

Saçlarına yıldız düşmüş

Koparma anne ağlama…”

 Mümkün mü ağlamamak? İnsan olmaktan uzak kalmam mümkün mü? Diyeceksiniz ki mümkün… Öyle olmasaydı, bunca genç ve zamansız ölüm, çatlatmaz mıydı bizlerin yüreklerini çoktan?

  Dağlamış yürekler bile, Sonsuzluk ve Bir Gün filmi müziği çalarken, K’nın ardından gözyaşları içinde el sallar; güle güle kardeşim, kızım der; güle güle…

  “ Bir açıklaması vardır elbet giderken sonsuzluğa… Bağışla beni güzel annem… Kız-evlat tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana…

    Oysa,türkü tadında yaşamak isterdim…Ölmek,ne garip şey anne!..Ölmek,ne garip şey anne…Bir sabah çıka gelirim; bir sabah,bir sabah anne,acını süpürmek için açtığında kapını gelirim…”

Güven SERİN 

 

 


5 Kasım 2021 Cuma

ÇILGIN RÜZGARIN İNSANCIKLARI

 

İnternet

                                          ÇILGIN RÜZGÂRIN İNSANCIKLARI

 

          Antakya Belediyesi Meclis Toplantısı yapılıyorken iktidar-hükumet tarafı bir meclis üyesi söz alıp başkana sesleniyor;

  “ Sayın Başkan seni takdir ediyorum. Bizim makarna dağıtmamızı eleştirirdin. Şimdi sizde aynı şeyi yapıyorsunuz. Demek ki bizim yaptığımız doğru şeymiş; sizlere teşekkür ediyorum.”

  Güler misiniz, yoksa ağlar mısınız bu söz alışa, seslenişe veya teşekkür sözlerine? Hangi zamanda yaşıyoruz? Açlık ve yoksulluk rakamları gün ve güneş gibi ortada parıldarken, ateş kimin evine düştüyse onu yakarken; söz dönüp dolaşıp makarna yardımlarına geliyor.

  İleri toplumların insanı olmak başka şey, geri kalmış veya bir türlü ilerleyemeyen toplumun bir ferdi olmak çok başka şey. Sanırsınız ki tek derdiniz makarna? Evet, insan, açlık; beslenme ihtiyacını gidermeden bir ötekine sıçrayamaz ama halen bizler burada mıyız?

  Çığ gibi büyüyen işsizler ordusu; “ Ne iş olsa yapmaya hazırım. İki, hatta üç diplomam var ama askeri ücretin altında dahi çalışmaya mecburum!” diyerek, inlediğini, bir destanın en can alıcı ağıtının yakıldığı bu zamanda, sadece makarna ve ekmeğe takılı kaldık!

  Barınma nerede? Giyinme? Eğitim? Yakacak? Bütün bunları geçemeyince; kitaplar, sinemalar, tiyatrolar, seyahatler, dinlenmeler, eğlenmeler, gülümsemeler NEREDE diyemiyoruz! Niçin?

  Asıl olan soruna yaklaşmaya korkuyoruz? Beterin beteri vardır deyip, kendi halimize şükür edip bir yerlere SIVIŞIYORUZ… Ya sonra? En garanti, en risksiz alanlarda kendimizce haykırıyoruz. Aydın olmanın aydınlığını anlatan küçük bir mum yakıyoruz. Ama en ufak bir esintide sönen bir mum…

  Sorunun büyük bir kısmını hükumete, siyasetçilere yükleyebiliriz. Haksız da sayılmayız. Peki, ama ya biz insancıklar? Otokontrolümüzü, tepkilerimiz, gerçekçi ve samimi olup, herkesin sorununa vicdanı, insanı, sosyal, akılcı değerlerle yaklaşıyor muyuz? Bilirsiniz en küçük damla bile sürekli hale geldiğinde taşı bile deliyor…

  Meşhur söz; tok olanın bir şeylerden anlaması mümkün değil. Bir parça hisseder, kendi açlığı yaklaşınca yokluğun yok oluşu içerisinde kaybolur.

  Dikkat ediyor musunuz; herhangi bir sendika, sivil toplum örgütü bir konuşma yapsa, elli yüz kişi toplanıyor. Sanki diğerleri emekli değilmiş gibi… Sanki diğerleri yoksul değilmiş gibi… Sanki diğerlerinin yaşamları güllük-gülistanlıkmış gibi; herkes uzaktan geçip, kendi karanlığına ve hiçliğine doğru yol alıyor…

  Romalı şair 2050 yıl öncesi şu sonuca varmış biz, karnı tok, sırtı pek insan ve insancıklar için;

“ Açık denizde çılgın rüzgârın coşturduğu dalgalarla pençeleşen insancıkları, HUZURLU bir kıyıdan seyretmek ne hoştur…”

  İnsanlığın önünü tıkayan, samimiyetten, sevgiden uzaklaştıran en hakiki sözcüktür bu HOŞ olan hoşluk… Sahtedir… Kimliksizdir… Karakteri başta beri yalnızlığa mahkumdur… Sadece kurtuldum derken bile Henrik İbsen’in tiyatrosunda geçen bir diyalog gibidir;

  “ Zaten ölmüştün sen; tekrar öldürmeye gerek duymadım…”

   Bu yüzden, canlı gibi görünen her insanın yardım elini uzatmasını, söz sahibi alıp duyarlı davranmasını bekleyerek zaman kaybetmemeli…

    Duyulan her çığlık, ona doğru atılan her adım, uzatılan el, zaman yolculuğunun görkemli göksel neşesini de doğurur; için için yaşam kokar her hücreniz; fark edersiniz tekrardan yaşamın o zarif kimliğini; kimselerin fark etmesini, alkışlaması ve onaylamasını beklemeden…

Güven SERİN  

  


2 Kasım 2021 Salı

İHTİYAR ADAMIN SEVİNCİ

 


Tekirdağ Şarköy Uçmakdere
Hasan ÇINAR


Uçmakdere Şarköy

                                         İHTİYAR ADAMIN SEVİNCİ

                             ( Büyükşehir Belediyesine Teşekkürlerimle )

 

    Büyüklerimizin en tat aldıkları en mutlu oldukları zamanlar çocuk ve ihtiyarların sevinme anlarıydı. Bayramlarımızın tadı-tuzu çocukların sevinci ve büyüklerin-ihtiyarların ellerinin öpülmesiyle demlenir ve mayalanırdı…

    Hangi ihtiyardan söz ediyorum biliyor musunuz? Bu köşede beşinciye yazdığım, eli ayağı henüz tutan, yaşam sevincini henüz kaybetmemiş, kekik, ıhlamur ve adaçayı kokularının Ganoslar-Işıklar Dağlarına yayıldığı yerde yaşayan; Uçmakdereli Hasan ÇINAR’dan söz ediyorum…

   Onun elinden tutan Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Albayrak ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanı İsa Karadağ ve yaşlı bir insana-adama uzanan, ona fayda sağlayan, kanunların ve vicdanların bir araya geldiği emeği geçen herkesten söz edip teşekkürü borç biliyorum…

   Geçtiğimiz yıl farkına varmıştık Uçmakdere’de yaşayan 87 yaşındaki Hasan Çınar’ın evinin oturulmaz hale geldiğini. İhtiyarlık maaşı alan, zar-zor yaşayan bu insanın çaresizliği, önüne eğdirmemişti başını.

   Bir konuşmamızda şöyle söz etmişti;

 “ Güven Bey oğlum, bu zorluklar güçlü kılıyor, yaşamda tutuyor beni…”

    Bu söz, ihtiyarın; Hasan Çınar’ın bu sözü, yaşama dair binlerce seslenişin, yakarışın ve dik duruşun birleşeni gibiydi. O sözden sonra kendi sözümü vermiş, köşemde her birkaç kez, Hasan Çınar’ın bakışlarını anlatmaya çalışmıştım…

   Tekirdağ Büyükşehir Belediye Başkanı her zaman yaptığını yapıp duyarlı davrandı. İlgili Başkanlıklarına, Müdürlerine Uçmakdereli Hasan Çınar’ın çığlığını, ona ulaşılacak yardımların önemini anlatı.

   Milletimin en büyük özelliğidir ihtiyacı olanın henüz “ihtiyacım var” demeden fark etmesi. Maalesef, bu yardım elleri, düşünceler bir parça geriliyor görünse de, uygar toplumların daha ileri taşıyan basının, gazetemizin dik duruşunun karşılığı olan bir mutlu bir olayı gerçekleştirdik…

   Uçmakdere Köyü-Mahalle Muhtarı Burhan Elmas’ın duyarlı yaklaşımı, Uçmakdere sakinlerinin basına güveni, Hasan Çınar’ın yaşam disiplini ve Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi’nin değerli kurumları, kuruluş ve yöneticilerinin azmi sayesinde bir insan; İHTİYAR sevindi…

   Sevinci, kuzey rüzgârıyla dağlanmış yaşlı yüzünü öyle bir yakışmıştı ki, yaşam telaşı ve zorlukları gülmeyi çoktan unutmuş o insanın evinin yapılması; onarılması sayesinde başka bir hal almıştı.

   Sözün özü, uygar dünyanın kurum ve kuruluşları tam çalıştığı için insanlarının büyük çoğunluğu mutlu ve huzurludur. Nasıl ki Yargı, Yasama, Yürütme ve Basın; birbirlerinden ayrılmaz, demokrasinin vazgeçilmezi iseler, medeni dünyanın en değerli olanı da çocuk ve yaşlılardır. Günü şenlendirmek, günü huzurlu kılmak, kendi yarınlarımız için, geçmişten gelen o insanlar-ihtiyarlar, geleceğe gidecek olan çocuklarımızın gelişimi, vicdanı, felsefi, sosyal ve kültürel olgunluğu için vazgeçilmez derece önemlidirler…

  Uçmakdere’ye gittim ve ihtiyarın-Hasan ÇINAR’ın sevincini gördüm. Gördüğüm, şımarık, sulanmış, karakteri olmayan sevinçlerden çök ete; damıtılmıştı…

   Ne diyor şair Rimbaud;

  “ Vaktiyle, bir gençlik yaşamadım mı, öyle altın sayfalara yazılacak, sevilmeye değer, yiğit, masalımsı?” Sonra da devam ediyor umutsuzlun ağır bastığı bir zamanda;

  Neşideler bitti artık: Geri dönmek yok atılan adımdan.Kadı gece!Yüzümde tütüyor kurumuş kan.Hiçbir şey yok ardımda,şu korkunç ağaççıktan gayrı!..

  Yine de uyanış bu. İçimize dolan gücü ve gerçek sevecenliği kabullenelim bütünüyle. Ve şafak vaktinde, ateşli bir sabırla silahlanmış, gireceğiz görkemli şehirlere.”

Güven SERİN