Sayfalar

30 Mayıs 2020 Cumartesi

BANA VERDİĞİN POĞAÇA BAYAT MIYDI?






BANA VERDİĞİN POĞAÇA BAYAT MIYDI?

  Seyyar satıcının ( Simit ve poğaça satan kişi ) yanında duran göbeği epey önde bir adam, sıradan bir şeymişçesine usul usul bir şeyler soruyordu arkadaşına,

“ Yoksa bana verdiğin poğaça bayat mıydı; dişimi kırdım!” Bu soru karşısında seyyar satıcı üstüne vazife değilmiş gibi hiç oralı bile olmadan, seyyar arabasını silmekle, arkadaşının sorduğu soruyu rüzgâra uğurlamakla meşguldü. Ne demeli, nasıl yorumlamalı bu konuyu bilemedim… Buna benzer, sıradanlığın aziz kabul edişleri o kadar çok ki; bu dram yüklü olayı, mizah sanatıyla birlikte kabul eyledim…

  İşin aslı,satamadığı poğaçayı ziyan olmasın diye arkadaşına veren seyyar satıcı bir iyilik yapmak istemiş.Arkadaşının da kırılması gereken dişi poğaçayı yerken kırılmış.Muhtemelen poğaça da biraz sertti.Ne olacak ki; alt tarafı bir dişin kaybıdır. “ Bize bir şey olmaz!” diyen yüce milletimin, bir dişi gitmiş; lafı bile olmaz! Seyyar satıcının arkadaşı da kırılan dişini sorun etmeyi düşünmüyordu. Birazdan başka sohbete geçmişlerdi bile. Olağan şeylerdi bu tür kayıplar. Tıpkı, ilkokul çağlarında, en sağlam dişlerimin bir parça ağrıyor diye, hiç tereddüt etmeden o günün diş doktoru tarafından; zorla, gözlerimden yaşların akışını kutsal bir şeymiş kabul ediş töreniyle çıkarması ve kimsenin bu işten gocunmaması gibi…

Güven SERİN 

28 Mayıs 2020 Perşembe

KALBİM YARALI PARAM PARÇA







                              DÜNDE KALANLAR


KALBİM YARALI PARAM PARÇA

  Dünya hızla büyüyor, iç içe geçiyor, teknoloji ve turizm insanları yakınlaştırıyor derken, hiç kimseyi şaşırtmayan vahşi öldürme biçimleri devam ediyor. ABD’de acısı çok taze bir vahşet yaşandı. Üstelik vahşeti işleyenler bildik kimseler; üniformalı polisler. Kim sorarsa; görev başında, işlerini yapıyorlar. Yerde yatan; yani yakaladıkları insan dolandırıcılıktan aranan bir zenci; George Floyd! Yere yatırılmış, aracının altına kadar itilmiş bedeni, dışarıda kalan başı ve boynuna baskı yapan, ağır bir adam; öfkeli bir polis! Sadece öfkeli mi; belli ki zencilere karşı kin de duyuyor. Yerde yatan zenci, yazgısının bu olduğunu anlıyor ve son yakarışını yapıyor; “ Soluk alamıyorum!” Ağır öfke, dehşet derece kin nöbetine tutulmuş polis; duymuyor…

  Tam da burada insanlar; yani zenciler çok ötelerden gelen ezilmişliklerini, dışlanmalarını, zincirlere vurulmalarını; sığındıkları müziklerle dengelemeye çalıştılar. Blues müziği de böyle sığınma alanlarından birisidir. Bu hissiyatı taşıyan Blues müzik sanatçısından bir şarkı dinlerseniz; bütün yakarışlardan geriye kalan o muazzam acılı, sancılı, korku dolu kültürü pekâlâ anlar ve hissedersiniz…

  Melih Cevdet Anday Amerikalı zenci şairlerden çevirdiği bir şiiri 1949 yılında Yaprak Dergisi birinci sayısında yayınlar;

“ Kalbim yaralı param parça
Asmışlar karabiberimi
Dört yol ağzına bir ağaca

Yaralı vücudu havada
Soruyorum beyaz İsa’dan
Söyle, ne fayda var dua’da?

Kalbim yaralı param parça
Sevda çırçıplak bir gölgedir
Budaklı, çıplak bir ağaçta.”

  Çalışmam biterken, B.B.King anısına onun bir şarkısını dinliyordum; pırıltılı mavi ceketiyle, siyah papyonu, parmaklarında büyük altın yüzükleri, beyaz gömleği, gri pantolonu ve şarkı ile iç içe geçmiş acılı terli yüzü, gitarın tellerline can ve ruh katmış parmaklarıyla; haykırıyordu; öldürmek yerine, yaşamı öven, yaşamı daha güzel yapacak müziğin ritmi ve sözcüklerin yüceliği içinde…

  Bu küçük,bu basit çalışma; George Floyd ve B.B.King anısına kaleme alınmıştır…

Güven SERİN  


21 Mayıs 2020 Perşembe

TRAKYA KARŞILAMASI


İNTERNETTEN



TRAKYA KARŞILAMASI

  Zurnanın, davulun, klarnetin ritmini özlediğimiz zamanlardan geçiyoruz. Sosyal alanlardan, sosyal etkinliklerden uzak, aynı zamanda klarnet ve davulla yapılan düğünlerin azalması, bu alanda yetişen zanaatkâr ve sanatçıların da kıt hale gelmesi anlamı taşıyor.

  Klarnetin, davulun sesi, coşku, heyecan taşıdığı kadar ayrı bir hüzün taşır; Trakya Karşılaması müziğini her dinleyişimde. Belki de hüzün ile sevincin ayrı bir öyküsü var bu oyunun gizeminde! Beyaz duvaklı gelin olmanın en bilinen özelliğiydi, evlerinden ayrılış anlarının gözyaşlı halleri…
  Çingene sanatçıların hünerleridir; davulun, klarnetin, keman ve zurnanın sesleri… Bir ayrılış öyküsüyle, bir kavuşma birlikteliğinin dönüşümü, kendi içtenlikleriyle anlatırlar; çalgılara ruh katan çalgıcılar-sanatçılar. Belki, bu oyunun, ezgilerini her dinleyişimde, gelinin ve anasının gözyaşlarını hatırlıyor oluşumdur bu hüzünlü karşılamadaki hissiyatım?

  Ya Trakya Çiftetellisi? Karşılamadan sonra çiftetelliyi dinledim; ardı ardına birkaç çeşidini... Karşılamadan geriye kalan hüznü, zarifçe bir kenara itmekle kalmadı, neşeye, sosyal hayata, bir arada eğlenen insanların içine; hiç oyun bilmezleri bile oyuncu yapacak kudrete davet etti; her daim ettiği gibi…

  Nereden estiyse, dün bilgisayarımı açıp, her iki oyunun müziklerini dinledim. İlk önce Trakya Karşılaması, sonrasına çiftetelliyi! Bir güzel hüzünlenip, bir güzel coştu içimin en kuytu çocuk köşeleri… Âlimin, şairin dediği gibi;

“ Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş!

Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”

Güven SERİN 



20 Mayıs 2020 Çarşamba

DARÜŞŞAFAKA ÇOÇUKLARI





                           

DARÜŞŞAFAKA ÇOCUKLARI


  Şefkat Yuvası’nın-Cemiyeti’nin çocukları; ortaokul birinci sınıftan başlayıp, lise sona sınıfa kadar 1000’e yakın çocuğumuza sahip çıkıyor. (anne ve babası hayatta olmayan, maddi durumu yeterli bulunmayan, yetenekli çocuklarımıza ‘ fırsat eşitliği ‘) sağlanıp, çağdaş eğitim esaslarına göre okutulması, evrensel değerleri benimsetip ülkesine, topluma karşı yararlı bireyler hazırlayan bu kuruluşumuz 1863’ten beri; sizler sayesinde ayaktadır.

  Beş “Aydın, Uygar, Yetenekli” insanımız tarafından; ( Yusuf Ziya Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Vidinli Hüseyin Tevfik Paşa, Sakızlı Ahmet Esat Paşa, Ali Naki Efendi ) kurulmuş bu sivil cemiyetimiz; aynı zamanda şefkatin, akıl ve bilimle, spor ve sanatla yan yana gelince ne büyük mucizeye de dönüşeceğini anlatıyor; tam olarak yüz elli yedi yıldan bu yana…

  Yardımın küçüğü büyüğü olmaz. İstikrarlı ve inançlı olanı makbuldür, anlamlıdır, faydalıdır. Bir umut, bir çiçek, bir ağaç; belki bir orman… Bir çocuk, bir kurtuluş, bir toplum; belki de bir ülke, küllerinden var olma demek…

  Darüşşafaka Cemiyeti, yapılan her yardıma, insan ruhunu hiçbir para, eğlence ile sağlanamayacak bir TEŞEKKÜR belgesi gönderiyor. Sözcükler yardımıyla ortaya çıkan;
“ Sevgili Dürüşşafaka Dostu; … , diye devam eden belgenin ruhunda şefkat var.
Sözcükler, göksel bir vücuda dönüşüp, insan denen canlının bir yudum yaşam sürecinde çok anlamlı bir tohuma su verişinin hikâyesini,yüce bir heyecan içinde başlatıyor…

Güven SERİN 




14 Mayıs 2020 Perşembe

CADDELER ÇOCUKLAR İLE ŞENLENDİ





CADDELER ÇOCUKLAR İLE ŞENLENDİ

  Kırk gündür dışarı çıkmayan, çıkması yasak olan yirmi yaş altı ve altmış beş yaş üstü olanlar; sanki zaman durmuş, hafızamız silinmişliğine yaşamlarımızdan; caddelerimizde, sokaklarımızdan, park ve bahçelerimizden yok olmuşlar. Şehir ve ülke sağlığımız için kaçınılmaz olan yasaklar, öneriler şehir insanımızın büyük çoğunluğunun gayretiyle sorunsuz uygulandı.

  Şehrimizdeki karantina, yani yasak olmayan şehirlerle başlayan ulaşım serbestîsinin hemen sonunda ki Çarşamba günüyse, on dört yaş altı olan çocuklar, gençler de sokağa çıkmıştı. Meğerse sanki yıllar geçmişçesine çoraklaşan bakışlarım bu görüntüleri çoktan unutmuş. Sanki park ve bahçelerde, okul avlularında hiç çocuklar yok-muşçasına; ev ile atölye arasında yiyecek, içecek ve korku taşımakla geçirmişim onca haftayı…

  Ve o gün, sıcağın yaz sıcağını andırdığı gün; şehrimizin caddelerinin, sokaklarının eksik olan cıvıltıları tekrar yerine gelmişti. İnanılmaz bir görüntüydü; sanki kayıp kıta Atlantis tekrar yeryüzüne çıkmış olması kadar değerli ve heyecanlıydım… İnsan denen canlı, korkularla, yasaklarla ne çabuk hafıza ve hatıra kaybına uğruyor. Kendi öncelikli bencil telaşlarımız, toplumsal olanı, sosyal ve kültürel olanı derhal bir kenara bırakıyor.

  Etrafımdaki şenliğe; çocuk adımlarına, yüzlerine, anne, baba, nine ve dede telaşlarına bakınca içimdeki sevinç gözyaşları kendi met-cezir’ini oluşturmakla meşguldü. İnsanı gerçek manada insan yapan şeydi; diğer insanlar… Düşman yaratmak yerine iyilik üretmek, beklenmeyen, olağanüstü durumlarda, evrimsel bir faydaya dönüşüyor; insanın merhameti, insanın şefkati, insanın duyarlılığı bir kez daha gözden geçip; ağır ağır-usul usul evriliyor…

  Birde bunlara, duyarlı Belediye Başkanlarının başlattığı ;  “Askıda Fatura “ ödemelerindeki video çekimlerini izleme işi gelince; insan uygarlığının yüceliğini, iradeye dokunan bilinci tetikleyen merhametin içtenliğiyle; küçük bir dere basitliğinde, uçsuz bir okyanus gizeminde, bir sevinç çığlığı içinde, şehrimin güneşli caddelerinde kaybolup gittim…

  Meğer şair ( Özdemir Asaf ) ne kadar çok haklıymış;

“ İnsanlar, insanların içinde
İnsan’lara hasret yaşarlar.” Dizelerindeki gibi, tabi sınamalar, öze, insana, sevgiye yönelik her türlü seslenişi gün yüzüne çıkartıyor.

Güven SERİN 



5 Mayıs 2020 Salı

YA YA YA,ŞA ŞA ŞA; SAĞLIKÇILAR ÇOK YAŞA...


Resim; Melike Turgud (Rize Lisesi ) 



Notre Dame Katedrali ( İnternet) 

               YA YA YA, ŞA ŞA ŞA; SAĞLIKÇILAR ÇOK YAŞA…

  Kahraman yaratmayı sevdiğimiz kadar unutmayı da seviyoruz. Genlerimizden mi, göçebe kültürümüzden mi bilinmez! Bir mesleğin niteliğini, meslek sevgisini düzenli görmek, bilmek, istemek ve hissetmek yerine, başımıza bir hal gelince; göklere çıkartıyoruz.Diyeceksiniz ki; “ Bu kadar kusur kadı kızında bile bulunur.” Bulunsun elbet…

  2019 yılının Nisan ayı, Paris ve Katolik dünyası için tam bir kâbus zamanıydı. Katedrallerin Mono Lisa’sı kabul edilen Notre Dame Katedrali yanıyordu. Alevler her yanı sarmak üzereydi. Tarihi, dini ve efsane olmuş bu yapıyı birkaç saat sonra yerle bir edecekti. Paris’in itfaiyecileri iş başında canla başla uğraşıyorlardı. Altı yüz itfaiyecinin bir tek uğraşı-derdi vardı; bu güzel yapıyı bir an önce kurtarmak! Dokuz saatlik uğraştan sonra, temellerinden sarsılan yapıyı ciddi zarar görmüş olsa bile kurtardılar. Bütün Paris, Fransa ve Katolik dünyası rahat bir nefes almış, en kudretli düşmanlardan birisi haline gelmiş yangın-ateşle mücadele eden Paris itfaiyecileri kahraman ilan edilmişti. Başlarında bulunan General, subaylar ve bu destanı yazan itfaiye erleri, yangın sonucu şu yorumları yaptılar; “ Bizler kahraman değiliz! Sadece görevimizi yaptık!”

  Görevin kutsallığı, görev bilincinin erdemi ne yüce şeydir. Her daim unvanlara takılı kalmış, büyük binaların, araçların sarhoşu olmuş insanlığın sınanma anları; kıyamete benzeyen Covıd–19 gibi salgınlar sağlık çalışanlarının önemini gözler önüne serdi. Çünkü canımızı, ruhumuz ile kurtaracak insanlardı. Zaten bunun için eğitim almış, bu iş için yemin etmiş ve bu işten yaşamlarını, yaşama ait hayallerini karşılayacak kazancı elde ediyorlardı. Böyle özel durumlarda, iş; iş olmaktan öte geçer ve insanın içinde büyüyen “kurtarma, yaşatma” onuru filizlenir. Sağlık çalışanlarımızın da filizlenip kök salıp, çok büyük bir gövde oluşturduğu gibi…

  Böylece onları kahraman ilan ettik. Gecelerin içinden balkonların serin yerlerinden alkışladık belli saatlerde. Tam olarak, onların büyük ve zorunlu ihtiyaçlarını bilmeden; günün soylu korkularına ve taşkın alkışlarına kapılıp sel olarak; bolca alkışladık… Bilirsiniz, daha önce Öğretmenliği de kutsal kabul edip, şimdi neredeyse çile çeken bir meslek haline dönüştürdük…

  Mesleğini en iyi yapan insanların en hakiki ödülü zaten sahada; yani o işi yaptıkları yerde; gün gibi doğar. Onların kalpleriyle birlikte ruhlarını da ısıtır; kurtulan canlının can alıcı saygı ve sevgi kokan bakışları. Asıl olan; her mesleği yüceltmek ve önemsemek. Onların ÖZLÜK HAKLARINI, hak ettikleri ücreti en üst seviyeye, uygar ülkelerin durumuna çekebilmek…

  Bir mesleği yüceltip, diğerini yok saydığımız an; buğday, arpa, patates, soğan üretecek insan bulamayız. Şimdi olduğu gibi! Çiftçiyi, köylüyü hor gören yaşam yoksulluğu içinde bırakmanın bedeli; büyük göçler oldu. Hâlbuki köylerimiz tam da köy kente dönüşme zamanını; yolu, elektriği, suyu yakaladığı vakitler; şehirli olmaya koştular. Onlar koşarken;
 “ Köy yumurtası, köy ekmeği, köy tereyağı, köy peyniri” de kendi yokluğuna, zirvesine, efsane olacak kıtlığına doğru akıp gitti…

  Meslekleri yüceltmek nasıl olur? Hak ettikleri hakları vererek! Mağduriyetleri önleyerek. Onlara güvenerek…

  Şekspir, Yeter Ki Sonu İyi Bitsin, oyununda bir yerde haykırır;

“ Hepsi bitti; tek söz istemiyorum geçmiş zamandan.
Şimdi hemen işe girişmeliyiz;
Yaşlandık artık, çabuk karar vermeliyiz,
Zamanın işitilmeyen, sessiz ayak sesleri,
Biz onu etkilemeye zaman bulamadan,
Belli etmeden yaklaşıyor bize.”

  Son sözü yine Şekspir söylesin; tüm zamanlara ait bir esinti ve yüreklilik içinde;

“ Soyluluk hemen her mezar taşına yazılan,
Bizleri tutsak eden, akıl çelen bir sözcüktür sadece,
Aldatıcı, ölü bir ganimettir;
Soyluluk toz toprağa karışmış, unutulmuş,
 Soylu kemiklerin
Çoğu kez suskun mezarıdır (…) “

  Bu çalışmada, sağlık çalışanların görev bilinci ve insan sevgisi içerisinde yaptıkları mücadeleyi en iyi anlatan karikatürlerden birisini de paylaşıyorum. Rize’den lise öğrenimi gören Melike Turgut’un çalışması, ne çok sözcüğü-onuru, alkışı ve hissiyatı bir araya getiriyor.

Güven SERİN