ÖZKAN HOCA’NIN
YENİLGİ HÜZNÜ
Yiğit namıyla anılır
derler ya; Özkan Hocayı da anmaya; Özkan Papatya olarak başlamak isterim. Aynı
zamanda değerli rakibime büyük önem verip, saygı duyduğumu da başlangıcın notu olarak,
son söze yakın bir ciddiyet içinde söylemeyi borç biliyorum.
Özkan Hocayla tanışmamız;
yıllar öncesine; elbet yüzyıllar öncesine gitmese de, epey zaman olmuş. Yer;
tenis kortları. İsmail Hoca ve Bülent’in büyük fedakârlığıyla; güzel iki sezon;
tenis sporu ve sosyalliğin en samimi bağlarının yeşerip kök salması adına…
Tekirdağ İl Gençlik
ve Spor Müdürlüğünün Tenis Kortları, nice insanı, rakibi, rakibeyi birbirine
yaklaştırdığı gibi, bizleri de bütünün bir parçası haline getirdi. Bilirsiniz;
parçaların yeri ayrı; bütünün ise apayrıdır.
Bütünden kopuk
insanları sıkça görüyorum çevremizde. Ne yapsalar nafile! Kimi, kas yapmak için
gece gündüz çalışıyor; nafile! Kimisi, kendine borsayı iş haline getirmiş;
yalnızlığından kurtulmak ümitleriyle; nafile!
İnsanın olmadığı
yerde, hiçbir şeyin anlamı yoktur. Kavramların babası da, anası da insandır. Bu
yüzden kavram ırmakları insana doğru akar. Düşünsenize; tek bir insan
yaşadığını bir ada da. Bütün servetleri o adaya yığsak; nafile. Bütün
kariyerleri, başarıları ona adasak; nafile…
Biz, yazımızın konuğuna;
namı diğer hocamız; Özkan Papatya’ya gelelim. Deseniz ki neyi anlatır Özkan
Hoca? Satranç! Derim… Satrancın babası, dedesi değil ama torunudur, demeyi
yanlış bulmam.
Hocalığı, sınıftan,
öğretilerden ve onların birlikteliği olan, tüm dünyanın imrenerek saygı duyduğu
satranç oyunu, oyuncusu ve hocalığına kadar çıkmış. Satrançla dolu bir yaşam;
aynı zamanda yaşam çeşitlemesi olan tenis, tavla…
İşte, tam da burada
bizler giriyoruz devreye. Ortak noktamız, tenis oldu. Sonra, satranç ve tavla…
Bu bileşenlerin sosyalliği, eğlencesi; aynı iş ortaklığı, seyahat etmek gibi
bir şey! İnsanın bütün zaafları, görgüsü, düşünce biçimi ortaya çıkıyor.
Çıkmakla kalmaz; bir
bir dökülürler etrafa. Özkan Hocamızın satranç marifetine, tenis anlayışına
diyecek bir şey yok. Gel gelelim; yakın zamanda ona tavlayı bıraktıracak
yenilgiyi alınca; “ Artır bu tavlayı oynamayacağım!” diyecek kadar yenilgiye
öfke duyan, başarının arzusu, iliklerine kadar işlemiş bir insanı; yenmek,
mağlup etmek; ayrı bir güzellik…
Öteden beri tavla
oyununu severim. Çünkü tam da bizi anlatır tavla oyunu. Bizim kültürümüze şıp
diye yapışmıştır. Çok kafa yormak gerekmez. Gürültü, patırtı; oldubitti
maşallah! Kadar çabuk, kazanma ve kaybetme üzerine kurulu bir eğlence oyunu.
Özkan Hocamız için,
kayıp ister tavladan, ister tenisten; hele bir de es kaza satrançtan gelirse;
dayanılmaz olur. Kontrolden çıkabilir o zamana meydan okumaya; yemin etmiş
insan.
Dedim ya; tavla oyunu
bizim oyunumuzdur; bu diyarın eğlencesi. Rakip sağlam olursa; yani iddialı;
Özkan Hoca gibi; galibiyetin tadına doyum olmaz. Bütün masrafı, ödemeyi siz
yapsanız, cebenizde ki son kuruşu bile verseniz; gam çekmezsiniz.
Özkan Hoca bu; son
aldığı büyük tavla yenilgisi, tavlayı oynamama kararını çıkarttı ortaya. Sonra,
ne olduysa oldu, daha oyun sona gelmeden; beyin nöronlarında şu çözümü bulmuş;
“ Ben son
galibiyetlere bakarım! Bu oyundan önce ki iki oyunda ben galip gelmiştim!” Bu
harbin, kargaşasın altından ancak bir satranç ustası böyle çıkar.
Laf aramızda dostlarım;
Bu Özkan Hoca; neredeyse iki yüz yıl ömür için ant içmiş. Yahu, Himelaya’da
yaşayan Budist rahiplerin 130–140 yıl yaşadığını duydum da; 170 küsur yıl, hele
bizim diyarda, bu kadar hengâme içinde yaşama andı, arzusu ilk kez duyuyorum.
Özkan Hoca; nedir;
diye sorsanız; satranç derim. Düşüncenin, düşüncenin hükmüyle, değişime, bir
çam ağacı gibi her türlü yüksekliğe, taş, toprağa tutunma sanatına; zanatıyla,
şartlarıyla, titizliğiyle; hepimizin yaşamına bir etki, renk, kültür katan
insan derim…
Birde, sağlam tavla
oyunum karşısında, yenilgileri hazmetmeyi öğrense! Zor rakip, her daim yenmek
isteyeceğiniz cinsten. Onu yenince, galibiyetin şenliği, kıtlıktan çıkan bir
insana sunulan sofra gibi; soylu mazeretler ve değerli hüzün; var olasın; sayın
hocam…
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder