Kamera; Güven Tekirdağ Eski Liman
GENÇ ŞAİR
Liman çay bahçesinde karşılaştım onunla. İğde ağaçlarının
hemen yanında oturduğumuz masaya geldi. Üzerinde takım elbise, yeni tıraşlı
yüzü; şiire duyduğu derinsel gülümsemesiyle selamladı ve elimi sıktı. Siyah
saçları, buğday teni ve oldukça sıhhatli görünüyordu.
İkiz olan şairimizle
az görüşsek, az konuşsak da her daim samimi paylaşımların, edebi
yardımlaşmaların, sosyal idrak ve telaşlı samimiyeti içindeyiz… Onlar, yaşama;
şiirlere dönüşen dizelerle, ben ise gazetemin köşesindeki düz yazılarımla,
makalelerimle kucak açıyoruz. Dur durak bilmeden alınan yol; yerküreye her
geçen daha büyük saygı ve sevgi beslememize neden oluyor. Çünkü her gün yeni
bir şey daha öğreniyoruz…
Çaylar söylendi,
sohbetin demi çaya yaklaştı. Bir ara herkesin tanıdığı o bildik çocuk yüz;
elindeki çiçekleri uygun gördüğü masalara bırakıp günlük harçlığını çıkarma
peşinde dolanıyor. Her ne kadar elinde taşıdığı çiçekler, çiçekçilerin işe
yaramaz diye çöpe attıkları da olsa, çocuğun aklı bir parça yetmezlik içinde
görünüyorsa da o kendi işini en iyi yapanlardan…
Hiç durmadan
dolaşıyor. Nerede dolaşacağını bilerek; kimin masasına veya kime çiçeği
uzatacağını hesaplayarak… Özellikle kadınlara uzatıyor. Yanlarında erkek olan
kadınlara… Yabancıysalar, çiçek uzatan çocuğun hissiz yüzündeki kımıltısız
romantizmin kendilerinde olduğunu sanıp telaş içinde çiçek parası olarak
gönüllerinden kopan parayı çocuğa uzatıyorlar.
Çocuk ellerinde
çiçekleriyle dolanırken bu sefer pusulayı şaşırmış olmalı. Bizim masamıza da
bir tane gül bıraktı. Tam da şairimizin önüne… Şairimiz şaşırıp, niçin ona
bıraktığının yorumunu şöyle yaptı;
“ Niçin bizim masaya
bırakıyor! Gitsin kadınlara versin!”
Masada gül olurda,
şair duygulanır da yazar bu işe el koymaz mı? Koyar elbet. Bende eskimiş bir
kalem sahibi olarak şairimize takıldım;
“ Sevgili şairimi, bu
çiçeği sana bırakmasının bir anlamı olmalı. Yeni tıraş olmuşsun. Takım elbisen
pırıl pırıl. Yakışıklı görünüyorsun. Sanırım bu güzel gülü vereceğin zarif bir
kadın vardır. Bak çevrene ne kadar alımlı kızlar var. Belki birisine gider bu
çiçeği verirsin.”
Bu sözü söyler
söylemez şairimiz yerinden zıplar gibi; “ Aman ağabey kalsın! Çiçek de kalsın,
gül de dikenleri de. Zaten elime batan dikenler halen çıkmadı; canım yanıyor.”
Olan olmuştu bir
kere. Şairin ince dalına basmıştım. Hayırdır sevgili şair! Bir aşk kanaması,
yarası; bir aşk masalı mı?
Evet, dedi. Halen devam eden; zaman zaman dalgalanan bir aşk
öyküsü… Çiçeği, yani dikenleri olan gülü ilk tanışmada şairin sevgilisi vermiş.
Bu verişi, gülün dikenlerinin batışı olarak kendi şiirsel anlatımıyla; acı
çekerken, acının aşkı nasıl beslediğini anlatıyordu.
Yeni öğrendiğim
öğretileri düşündüm. Fransa’da iki yüzyıldan bu yana yapılan Bakalorya
sınavları. Liseyi bitiren gençlere sorulan felsefe soruları; onların; yani
gençlerin hayata ne kadar odaklanacakları, analitik düşünebilme yetenekleri
test ediliyormuş. Bu tür felsefe sorularından bir tanesi de;
Acı çekmeden arzu
mümkün müdür?
Genç şairim bunu çok
iyi anlatıyordu; birkaç kelime, eline battığını mecaz yolla anlattığı gül
dikenleri, aşkın iliklerinde aldığı yol; belki de genetik yapıya nüfuz edilen
yolculuk, o büyük değişim büyük sarsıntılara neden oluyordu…
Aşk bu; yabana
atılacak bir şey değil… Yenilenmeyi, döllenmeyi, özlemi, ayrıcılığı olan bir
şey… Tutkuyla, şıpsevdilikle, ticari ve sosyal kaygılarla olan ilişkilere saygı
duymamın sınırlı sebepleri olsa da aşkla karıştırılmasa iyi olur…
Freud aşk için; “
Nesnenin değerinden fazla değer verilmesidir.” Diyor. Proust ise ; “ Nesneye
değerinden daha az değer verilmesi, hem de onun değerleri için cazibesinin
çılgınca abartılmasıdır. Ayni zamanda içinde büyük karşıtlıklar
barındırabilir!” diyor.
Schopennhaur ise
aşktan kaçmayı tercih eder. Bu kaçışın dahiyane bir açıklamasından çok bir
dâhinin zekâsının büyüklüğünün romantizmi, sevgiyi kucaklayacak gücü yoksa
filozof olmanın bilginin yüceliğine erişim bağları kurmanın yeterli olmadığı da
ortadadır.
Schopennhaur 17 yaşında güzel neşeli bir kıza kur yapmak
için sandal gezintisine çıkarmıştır. Kız güzel ve neşelidir. Schopennhaur ise
kırk yaşlarını geçmiştir. Kız onun kur yapmasına karşılık vermez. Ve bir
dâhinin şehri terk edişi, sevgiliye, aşka uzak duruşu neredeyse perçinlenir…
Limandan, genç
şairinin yanında ayrılırken, genç şair seslendi bana; “ Aşk bir kez olur
ağabey; sadece bir kez. Sürekli tekrarlanırsa onun adı aşk değildir…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder