Kamera; Güven
Bu terapi merkezini seviyorum ben; müzik, küf kokuları
ve taş,mermer sütunlar..
DOKTOR OLMAK ZOR ZANAAT
Tıp Dünyası
canlılara, özellikle insana adanmış bir dünyadır. Yüksek ideallerin, yüksek
karlılığın ve insaniyetin yan yana dans ettiği bir dünya…
Hepimiz biliyoruz ki
canlı hayatı önemlidir. Her canı yananın, nasıl, kurtuluş ümitleriyle çare
aradığı, hemen hemen her gün, her saat tekrarlanan bir iştir. Özellikle
hastanelere sağlıklı olarak gidip, bu yoğun mücadeleyi, büyük koşuları, yüksek
kargaşaları, inanılmaz emek harcamaları ve yanlış teşhisleri de görüp tanıklık
edin.
Hepimizin çevresi
hasta insanlarla dolu; toplum ağır ağır büyük suyun altına çekiliyor gibi.
Hastalanmak marifet değil, hastayı iyileştirmek de çözüm değil; çünkü hasta
niçin hastalandığını bilmediği sürece, sürekli yeni hastalıkları besleyen ruh
ve beden yapısıyla yaşamaya devam edilmesi, ilaç firmaları, bu firmalarda
çalışanlar gülümsemenin en yükseğini yapacaklar.
En çok ilaç yazan
doktor, iyi doktor deyip, ilaçların üzerinde yazanı, kutusunda bulunan reçeteye
şöyle bir bakma zahmetinde bulunmayan bizler, yan, üst, kenar bir sürü ilaç
etkileriyle etkilenmiş olup, yapraklar gibi sallanmaya devam ediyoruz.
Yakın zamanda
konuştuğum insanların hastaneden hastaneye koşuşunu, doktordan doktora şifa
arayışlarını dinledim. İşin ilginç yanı bildik şeyleri çok taze ve oldukça
yakınlarımdan dinleyince bir kez daha şaşırdım; şaşkına döndüm.
Görünen o ki
tanıdığım hastanın gittiği her doktor, her hastane farklı tedavi öneriyor. İşin
en ilginç yanı da hastaya sorulan en mühim soru ise şudur; “ bu ilaçları kim verdi
sana?” Verilen ilaçları yanlış bulan, o tedaviyi doğru bulmayan diğer doktor,
her defasında bir ümit, bir çare sayılıp onun verdikleriyle yola çıkan hasta
bir türlü iyileşmiyor. Her gittiği doktor, bu sefer olacak, en doğru yöntem bu
dese de, o ilaç denemeye, ilaçların yan-yun etkileriyle ödüllendirilmeye devam
ediyor; bir yaprak, rüzgâr içinde sörf yapan bir yaprak gibi sallanıyor bizim
hastamız…
Doktor olmak zor iş,
biliyorum. Sizi mucize yaratacak gibi gören bir sürü insan; son noktaya gelmiş
ve “beni kurtar!” der. Kurtarmak o kadar kolay olsaydı, bu iş mucizelerle
çözülseydi, doktorluk da böyle önemli bir meslek olmaz, beyazlığın, saflığın o
temiz duruşları bu kadar önemsenmezdi.
Tıp Dünyası hiç
durmayan değişimlerin peşinde; gün geçmiyor ki yeni bir ilaç denenmesin. Her
deneme kendi riskini, çaresini yaratacaktır; şüphesiz...
Yine de şunu
düşünmeden edemiyorum; bir ülkeye savaş zararı kadar büyük maliyetler getiren
sağlık harcamaları, doğru yöntemlerle daha doğar doğmaz her bebeğin ölüme kadar
sağlık, sıhhat, sosyoloji, sanat gerçekleriyle tanıştırılmış olması acaba
neleri değiştirirdi? Bu kadar hasta, yamuk, çaresiz insan bir araya gelip, her
yönüyle zehir saçan bu kadar ilaç tüketimi, hastanelerin baskın, kör
dolduruşları yaşanır mıydı?
Asla böyle bir şey
olmazdı. Daha bebeklikten diş sağlığı, göz, beyin; kısacası beden sağlığı
öğretilerle kültürleşse bu günün hastaneleri, doktor ve hasta ilişkileri
oldukça insanca ve daha gürültüsüz, birbirine kurtarıcı ve çaresizlik içinde
bakmak yerine, en acı gerçekleri de, en komik söylemleri de insan olmanın en
huzurlu, en mizahi haliyle; gösteri sanatçılarının heyecanı içinde yaparlardı.
Her gün bir hastane
açılıyor. Her hastane, bir çok doktora, hemşireye, hasta bakıcısına, odacıya,
temizlikçiye iş imkanı demek. Her hastane, nice çaresize çare demek; olumlu
yanı çok büyük… Aynı zamanda her yeni, özel kuruluş büyük yatırımın karşılığını
alacak iktisat, muhasebe formülleri üretecektir demek…
Bu kadar buluş,
olanak var olduğu halde, muhteşem hastalıkların, hastaların artışını, büzüşen,
kuruyan insanların çoğalmasını önemseyen yok gibi; sanki aydınlanma; PUSLAR
içinde…
Italo Svevo’nun
Yaşlılık isimli kitabının 26. sayfasında anıtların kitabelerine kazınacak bir
söz var;
“ Ayışığı o karanlık rengi değiştirmiyordu. Cisimlerin
biçimleri belirginleşse de aydınlanmıyor, ışıkla buğulanıyordu. Kıpırtısız bir
beyazlık yayılıyordu üstlerine ama gerçek renkleri altta uyuşmuş, kopkoyu
uyuyordu, sonsuz hareketini yüzeyindeki yakamozlarla açığa çıkarmak isteyen deniz
de bile renk susuyor, uyuyordu. Tepelerin yeşili, bütün evlerin renkleri
koyuluklarda yitiyor ve manzaranın içinde eriyor, bütünün içinde kayboluyordu,
havayı kaplayan soluk beyazdı ve her şeye sirayet ettiğinden dağılması imkânsızdı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder