Kamera; Güven Rezan Has Müzesi-İstanbul
Kamera; Güven Rezan Has Müzesi
Kayıp mağara resimleri; tam tamına 35 bin yıl öncesine ait...
Kamera; Güven Rezan Has Müzesi
KAYIP DİLLERİN FISILDADIKLARI
Yazın sanatının
kenarında dolaşıyorsanız işiniz iştir hani! En kaba tortuları eşelemeye başlar,
onları un ufak taneler ayırmak bile yetmezlik içinde eleği elinize aldırır. Bir
de elekten geçirirsiniz yazının, dolaşımın, içsel gelgitlerin hatırına…
Ülkenin; ülkemizin ne
halde olduğunu bu bilgi kirliliğinde anlamak çok zor olduğu gibi anlatmak da
zor! Hani nasıl deler; yukarı tükürsem bıyık, aşağısı sakal…
Gel de tükür! Bir
yere aitlik içinde değilseniz, sizi oyalayacak sıradanlıklar, öfkeler,
madalyonlar, naralar, kişne meler size tatminkar görülemiyorsa; yine işiniz iş
hani! Çünkü bu toplumu şekillendirmeye, içten içe yakmaya, yıkmaya gönül
verenler; hep ortak bir amacın korkunç çıkarlarına hizmet etmenin gizemli
işiymiş gibi; bizleri, bu güzel, yardımsever halkı; sağın, solun, batını,
doğunun, inancın, inançsızlığın kör dövüşleriyle hırpalayıp durdular.
Konuşmaktan çok iş
yapan, iş yapmanın kazancını, insanın sonsuz rüyasının dünyevi kısalığını bilen
iş adamları-iş kadınları kazançlarını ülkenin yararına, aydınlamasına ayırmaya
başladılar. Yüzü gülmez, ama gönlü gülen, hizmette sınır yoktur, değişimin en
önemli lokomotifi eğitimdir diyen Kadir Has ve eşi Rezan Has onlarca eğitim,
öğretim kurumunun yanında geçmişten geleceğe akacak; ama bugünü fısıltılardan
somut gerçekler ile yüzleştirecek bir mekan yarattılar.
Kadir Has
Üniversitesi içinde aynı zamanda Rezan Has Müzesi, sergi salonları açıldı. Son
çalışmalarından birisi de Kayıp Dillerin Fısıldadıkları gösterimleridir. Bizden
önceki uygarlıkların, taşa, mermere, ahşaba kazıdıkları, bize bıraktıkları
hazine değerinde sözcükler, yaşam parçaları; kimi bin yıl, kimi iki bin yıl
önce; ama taptaze; bugün kokuyor…
Kayıp Dillerin
Fısıltılarını dinlemeye girmeden önce, kayıp insanlarla, kültürlerle dolu şehri
İstanbul'umda tam da müzenin karşısında küçük bir Anadolu lokantası görünümünde
ki yerde sabah kahvaltısı yaptım.
Bu kahvaltı öyle bir
kahvaltı ki; hem midem doydu, hem ruhum… Ses, nefes kiminle ve nasıl diyalog
kuracağını çok iyi biliyor. Eğer aynı ülkenin içinde, aynı acıları, sevinçleri
duyuyor, gözünüz görüyor, kulağınız da duyuyorsa, içinizde ki vicdan denen şey
de yanlış ile doğruluk arasındaki ince çizgiyi kavradıysa; çar çabucak, zamanın
boşluğunu yok ediyorsunuz.
İşte bu yok edişte; Ordu doğumlu esnafla kendi bilgimiz, görgümüz oranında dertleştik. Orada bulunanlar
da bize katıldı.
Ordunun siyasi
yapısının nasıl değiştiğini, kırsal kesimde oy uğruna iktidar tarafından
dağıtılan parasal destekleri de birinci ağızdan duydum ve öğrendim. Kısacası,
nereye gitsek çalışmanın, hakkın, adaletin tarafında olan insanlar aynı şeyi
söylüyor;
“ Bu ülkede büyük
gösteriler yapılırken pekiyi şeyler olmuyor. Oylar para ile baskıyla,
korkutmayla, kandırmayla yer değiştiriyor.”
Tam o sırada,
temizlik işçisi de kahvaltı arası vermiş bizi dinliyordu. Bu hükümetin taşeron
kıyımına kurban gidenlerden… Çalışma saatinden tutun da, özlük haklarına kadar
ve yarınlarından emin olmayan işçilerimizden. Söylediği sözcükler, kinden,
nefretten, politik söylemlerden arınmıştı. Doğma büyüme İstanbullu olmasına
rağmen, bir kenti gururu hiç yoktu. Belli ki, sokakların her türlü kavgasını
vermişti. Vermiş vermesine, taşeron patronluğuna bile ses çıkartmadan, çalışma
zorluklarına ilahi bir boyu eğişmiş gibi boyu eğen bu genç adam bile şöyle
sesleniyor;
“ Haksızlıklar çok
fazlalaştı. Ben temizlik bölümünde çalışırken kendi bölgemizde sorumluluk
üstlenmiş ‘onbaşı’ görevine getirilmiştim. Diğer çalışanlardan biraz daha fazla
maaşım vardı. Üstelik de sorumlu olduğum yeri karış karış biliyorum. Bun rağmen
burada bile torpil, rüşvet, hemşehrilik öne geçti.”
Sizin anlayacağınız
iki yüz liralık fazla maaş alması bile torpili, siyasi çöreklenmeyi
tetikleyecek kadar, hak etmiş, beş yıldan beri neredeyse gece gündüz çalışmış,
boyun eğmekse en soylusun eğmiş ama karşılığı; senin onbaşılık görevini bir
başkasına veriyoruz, olmuş.
Peki, niçin, diye
sormuş. Senin hiçbir kusurun yok, demişler. Sadece yukarıdan baskı geldi,
onların adamını onbaşılığa getirdik…
Rezan Has Müzesine
girdim. Işığın bol olduğu, Cibali Karakoluna yakın, Haliç’in gözbebeği olmuş mekânları
gezdim. Geriye birçok damla kaldı. Bir kaktüs gibi her şafak vakti, onları
süzmekle yaşam kavgasını benim bedenim de verecek. Fakat birçok yazıt gördüm,
okudum ama Van Kalesi’nde bulunan Kserkes Yazıtı dikkatimi çekti. Pers çivi
yazısıyla yazılmış. Günümüzden 2500 yıl önce.
Yazıt şu seslenişi
anlatıyor;
“ Ben, büyük kral
Kserkes, krallar kralı… Pek çok etnik kökene sahip toprakların kralı, bu büyük
ve uzak dünyanın kralı, kral Dareios’un oğlu…”
Peki, ama şimdi
nerede bu krallar? Niçin anılmaz oldular? Yokluğun, eskimişliğin, krallar
mezarlığının bataklığı, bu kadar gösterişli, güçlü kralları niçin yuttu da, iki
bin yıl öncesinin Vergilius’u; o Latin şairi hatırlarız! Aristo’yu, Sokrates’i,
Homeros’u, Yunus’u, Mevlana’yı neden unutmadık ve onları hatırlamak, yaşamın
içinde var etme heyecanımız niçin devam ediyor?
Samimiyetleri,
doğruluğa, faydaya, güzelliğe, birlikte oldukları halkına inandıkları, öncülük
ettikleri için olabilir mi acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder