Sayfalar

28 Nisan 2014 Pazartesi

TEKİRDAĞ'A YAĞMUR YAĞIYOR


Kamera, Güven   Tekirdağ


TEKİRDAĞ'A YAĞMUR YAĞIYOR

  Bazı olaylar vardır, bilinçaltının en unutulmaz yerine kaydedilir. Bazı öyküler de aynı olaylar gibi, dikkatinize cazibeli bir sunum, enteresan bir güzellik bırakır. Ve ömrün sükûnet içinde gidişatı bile öykünün cazibesini kaybettirmez; bazı yaşanmışlıkların insan ruhunu titrete titrete kayıt odasına kazındığı gibi; sanki heykeltıraş ve murçlar iş başındadır.

 Heykeltıraş deyince Hürrem Şah geliyor bir yandan akla. Kendine ait motiflerin, kendine özgü yarattığı sanatının ebediyet çizgisini zorladığı nedense pek bilinmez. Bilmem hangi ülkenin kaç takımı, kaçıncı olmuş, kaç gol atmış bilinir de, bu topraklarda sanatının zirvesine çıkmış, mimarlık ve heykeltıraşlık sanatını görkemli bir gösteriye dönüştürmüş Hürrem Şah, kaç kişi tarafından anılıp hatırlanıyor?

 Hürrem Şah’ın elinden, hünerinden ortaya çıkan Divriği Ulu Cami 1985 yılında UNESCO tarafından Dünya Mimari Mirasına dâhil edilmiştir. Buna rağmen istenen koruma gerçekleşemedi bir türlü.

 Neden? Kavgamız ve açlığımız çok büyük!

  Tekirdağ'a yağmur yağıyor ve yağmuru görünce Haldun Taner’i de anıyorum. Onun o meşhur öyküsünü; Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, öyküsündeki çöpçü beygiri Kalenderin kaza yapışını, Kalenderin, bir beygirin düşüncelerini, yaşam standardını, At, Avrat, Silah mantığının hüzünlü tiyatrosunu düşlüyorum çiseleyen yağmurun altında…

  Ne yeraltının, ne yer üstünü merak ediyoruz. Bitmeyen kavgaların, şüphelerin içinde kurnaz kurtuluşları sadece kendimiz için arzuluyoruz. Bilmiyoruz ki, altyapı, kök ve mayasız hiçbir şey güzel olmaz; dengesiz varlığın yıkılmaya, yıkmaya, saldırıya adanmışlık içinde desteklendiğini bir türlü öğrenemiyoruz.

 Usta, yıllardır sorguluyor aklın, akılsızlığın, talanın, doğruluğun terazisiyle. Zafer çığlıkları atan iktidarın var olan üstünlüklerini bir kenara koyarak, neler olmadığını şu şekilde dile getiriyor Emre Kongar;

“İnsanlık yok…
Demokrasi yok…
Kültür yok…
Eğitim yok…
Hukuk yok…
Adalet yok…
Güvenlik yok…
Sosyal devlet yok…”

  Ve bütün bunları sağlayacak siyasal bir iktidar yok, diyor. Şimdi bütün bu yokluklar arasında var olan hangi zenginlik için sevinilir? Üstelik Şişhaneye yağmur yağarken, zavallı çöpçü beygiri Kalender kaza yaptı. Tekirdağ'a yağmur yağarken, düşünce depolarım kısalan haykırışımı sorguluyor. Ne kadar duyarsızlaştığımızı, duyguları öne çıkartırsak, nasıl bir yokluğun içinde yok olacağımızın geçit törenleri de bir bir marşlar eşliğinde geçiyor.

  Heykeltıraş Mehmet Aksoy Kars’ta yıktırılan “İnsanlık Anıtı” heykeline “ucube” diyen Recep Tayip Erdoğan hakkında açtığı 100 bin TL’lik dava sonuçlandı. Türk Dil Kurumu, kelimenin olumsuz anlam içermesine karşın hakaret taşımadığına karar verdi.

 Heykel gitti, hakarette gitti; Tekirdağ'a yağan yağmurlar da yer değiştirecek güneşle; bir kez daha hayaller, düşler, benzer yaşam tekrarları, sıradanlığa mahkûm olarak filiz verecek, yeşillenecek, sararıp solacak…

 Akıl ile akılsızlığı, düşünce ile düşüncesizliği kimi mizaha, kimi karikatüre, kimi hikâyelere, öykülere aktardılar; boğazımız kuruyup da bir yudum su içmişliğinin ferahlığı yaşansın diye.


 Don Kişot (Don Quijote) böyle kahramanlardan sadece birisi, ama çok önemli olanıdır. Seyisi Sancho Panza, o cahil, o kısa boylu şişko adam insanlık dersi verir anıran eşeğiyle birlikte. Bu arada hiç ölmemiş, yok olmamış gibi kâinatın sonsuzluğunun insana sunduğu büyük düşlerin hatırına seyis Sancho Panza’nın eşeği yine anırdı. Don Kişot’un, o muhteşem kahramanın, yel değirmenlerini dev olarak gören o büyük ustanın atı da kişnedi tabi. Ne var ki, eşeğin anırması, atın kişnemesinden daha güçlüydü; bu durumu gören Sancho da kendi talihinin efendisininkinden daha güçlü olacağına inandı.

 Anlaşılan o ki, Sancho’nun eşeği daha güçlü anırmakla, efendisinin beygirinin kişnemesini bastırmış. Bu arada bizim adalet dağıtıcımız ünlü Anayasa Komisyonu Başkanı Profesörümüz Burhan Kuzu Twıtter’in kapatılması için başvuruda bulundu.

 Elbet, ne eşeğin anırmasından, ne beygirin kişnemesinden, ne de Şişhane’de yağmur yağarken Kalender isimli beygirin kaza yapmasından sorumluyuz. Ülkede kazalar sonucu savaşlardan daha fazla ölen insanlardan da, şişlenen, bıçaklanan, yakılan ve taşlanan kadınlardan da sorumlu değiliz; çünkü yağmuru, havayı, denizi, toprağı, tarihi, ormanı, hatta halkı, hakkı, Cumhuriyeti bedava bulduk sanıyoruz; yağmur yağarken Tekirdağ'a…

 Güven Serin 





  

26 Nisan 2014 Cumartesi

RAŞİT BEYİN CENNETİ


Kamera; Güven Karahisar Bağlar Mevki Tekirdağ


Kamera; Güven Karahisar Bağlar Mevki tekirdağ


Kamera; Raşit Bey Raşit Beyin Cenneti...

Tütsü ve bizi arıların hırçın iğnelerinden koruyan elbisemiz;
döngünün güzel zanaatini göreceğiz.


Kamera; Güven Karahisar  Tekirdağ

Kovanları kontrol ettik. Gelişmeler iyi...


Kamera; Güven   Karahisar Tekirdağ

Arı Dünyası, yaşamın mucizelerinden sadece bir tanesi
Bahar, arıların pupa yelken yaptıkları zaman;büyük koşu..


Kamera; Raşit Bey
Bağ-bahçe işi, arıcılık hiç de kolay değil; balı yemek,
meyveyi yemek oldukça kolay, ama biraz yakınına gelince
o harika süreç, sadece sevgiyle güzel bir bütünlüğe
dönüşüyor.


Kamera; Güven Raşit Beyin Kulübesi, kokular ve renkler;
büyük çeşitleme,soylu gösteri...


Kamera; Güven Karahisar Tekirdağ

RAŞİT BEYİN CENNETİ

  Üretmek, tüketmekten çok öte var etmek demek… Var etmenin oldukça bonkör paylaşımları vardır, varlığın güzel bereketi hatırına.

  Bugünün modası tüketmek üzerine; neredeyse 24 saat tüketiyoruz. Üretim olduğu, tüketimin bilincine vardığımız sürece keyfine diyecek yoktur. Piyasa ekonomisini, insanların sosyal dengelerini kendi adaleti içinde buluşturur; arz ve talep doğrultusunda herkes mutlu olur.

  Üreten insanların yakınında geçti çocukluğum. Tarhana üreten, kuskus, keşkek, aşure üreten… Hasır, halı dokuyan, turşu ve reçel üreten insanların nasırlı ellerinin nurlu bakışları içinde üretmenin ılık esintileriyle beslenerek; kavak ağacının gürültücü hışırtılarını, ılgın ağaçlarının Meriç Nehrine el sallamalarını görerek büyüdüm.

  Şimdi, denizinde balık olmayan, plajları girilmeyen ama içinde binlerce iyi insanı barındıran şehirde yaşlanıyorum. Geceyi, günü, yağmuru, güneşi, rüzgarı izliyorum Marmara Denizinin gelgitleri eşliğinde.

 Bu şehirde de üreten insanlar var hâlâ. Raşit Bey de o insanlardan sadece birisi. Yaşını sormayın, sorduğunuza pişman olursunuz. Ve insan denen canlının uğraş içinde, üretim içinde, yaratıcının verdiği bedeni sevgi dolu ruh ile sarmaladığında nasıl genç kalınacağını da Raşit Bey’in duruşunda görebilirsiniz.

  Raşit Bey ne üretiyor derseniz; bal üretiyor derim. Meyve üretiyor derim. Çiçek üretiyor, doğal hayat ile bir arada yaşamanın nezaketini üretiyor.

 Raşit Bey’in arılar ile dostluğu 6-7 yıl önce başlamış. Karahisar Köyü sınırları içinde Bağlar Mevkii’nde babadan kalma tarlayı bahçe haline getirmiş. İçinde 300 yüz ağacın olduğu 45 arı kovanının bulunduğu üç boyutlu bir bahçe.

 Hatmi çiçekleri, zambaklar, erguvanlar, Biberiyeler, Çiğdemler; erik, armut, ceviz, nar, dut, şeftali, ayva, kayası, üzüm ağaçlarıyla koyun koyuna…

 Lila, sarı, yeşil, mor, kırmızı, pembe ve eflatun renklerinin rüzgarla dansını izledim; bal kokan, nektar kokan arı kovanlarının çok yakınında. Böyle güzel bir davetin masalımsı bir şölene dönüşeceğini bilemezdim. Biberiye kokan bahçenin, hatmi çiçekleriyle, ceviz ağaçlarıyla süslü teraslarında dolandım; Gesi Bağlarında dolananların türküsünde olduğu gibi…

 Arıların çalışkanlığını bilmeyen yoktur. O muhteşem yolculuğun, bin bir çiçeğin büyük bir esere; bala dönüşmenin büyük uğraşı, insanın önemle üzerinde duracağı doğal gösterilerden birisi. Kırk günlük ömürleri olmasına rağmen, o muhteşem çalışma, doğanın yaşam aşkı adına… Ve bu aşk, insanlığa lezzetli tatlardan öte şifalı ilaçlar sunuyor.

 Raşit Beyin yaşam felsefesini bahçesinde çiçeklerine, meyve ağaçlarına ve arılarına gösterdiği insani dürüstlükte de görebilir anlayabilirsiniz. Sekiz Bin metrekarenin her santimine dokunan elleri, basan ayakları sanatçı titizliğinde her daim toprak ile alış verişe; tabiatın birbiriyle döllenmesine, insana inanılmaz tatlara dokunma fırsatı yaratıyor.

 İlk kez arı kovanlarına yakından baktık. Bu gezinin diğer konuğu da İlyas Bey. Onun da meyve fidanlarıyla yakın ilişkisi, şimdi arıcılık kültürüne yakın ilgi göstermesiyle olgunlaşıyor.

 Raşit Bey arıların sinirli ve hırçın gösterilerinden korunmamız için beyaz arıcı elbiselerini vermesiyle birbirine gülümseyen astronotlara dönüştük. Tütsü hazırlandı ve erguvan, zambak, yonca kokan bahçenin batı kesiminde bulunan kovanlara yaklaştık. Dumanın tatlı telaşıyla sakinleşen arıların çalışma alanlarına; peteklere baktık. Kanola nektarı, polenleriyle sapsarı olan petekler; bu sezonun ilk üretim gösterisi içindeler.

 Arı ve Bal üzerine; toprak ve meyve üzerine ne biliyorsa hiçbir sakınca görmeden anlatan Raşit Beyi dinlemek, izlemek şiirsel bir şölene dönüştü. Yonca kokulu, bülbül şarkılı şölende şu bilgilere ulaştım. Bu mevsim oluşan bal tamamıyla arıların kendi besinleri için kullanılacak. Ticari bir önemi yok. Esas bal, üç ay içinde, ıhlamur, kestane, karaçalı ve diğer yüzlerce çiçeğin polenlerinden, nektarlarından oluşacak ve o bal, bir insan, bir böcek, bir evren mucizesi olan canlılara bir armağan…

 Bu gezi bir kez daha şunu gösterdi. Üreten insanlar oldukça mutlu ve huzurlu. Paylaşımcı… Ve kendi kendilerine yetmelerinden öte var oluş aşkına, var etmenin içsel şöleniyle doğa ile barışık yaşamanın bilincine ulaşıyorlar.

 Raşit Beyin bağı, bahçesi, arıları ve siyah köpeği, doğallığın en samimi gösterisini yapıyordu. Ve bir daha, bir daha gelecek oluşumuzun çekim kuvvetiyle, öze kök salmanın, üretmenin, tüketmeye en büyük güvence olduğunu; aile ekonomilerine, insanın yalnızlığına ne büyük zenginlik ve neşe kattığını gördüm.

 Aranası cennet; toprağın, doğanın, üretimin ta kendisi…

 Güven Serin 








24 Nisan 2014 Perşembe

EMEKLİ OLUNCA TEKİRDAĞ'DA YAŞAYACAĞIM


Kamera; Güven Tekirdağ
Issızlığın hikayeleri burada yazıldı; yanık sesli kızların
üzüm çiğnediği, şarabın kutsandığı bin bir çiçeğin,böceğin
yerleri...


Kamera; Bülent Tekirdağ
Düşünce burada üretildi. Hasat burada verildi.
Heyecanlar,acılar burada döllendi...

Kamera; Güven   Tekirdağ

Bir yerlerde güneşler doğar ve bir yerlerde batar.
Döngü bütün şirretliği, bütün marifeti ve muhteşem
matematiğiyle sizi kandırır; yaşama, davet eder...


EMEKLİ OLUNCA TEKİRDAĞ’DA YAŞAYACAĞIM



 Günün sürprizi Ankara’da yaşayan öğretinin ve sanatın içinde olan arkadaşımın aramasıyla yaşandı.

 Alo, Güven; Ben Tekirdağ'a geliyorum… Sürpriz dedik ya, birden toparlayamadım kendimi, kadim zamanların arkadaşı, gülmenin gerçek yüzü, sanata ve öğretilere adanmış bir insan…

  Bazen insan sezgileri işe yarar; güzelleştirir, heyecan verir insana; tıpkı, bir buluşun, bir keşfin verdiği heyecanı gibi; sarılırsınız özlediğiniz sarılan bedene… Buluşma yerimizi hiçbir şekilde söylemeden ve onların ev sahipliğini yapan başka Tekirdağlı arkadaşların da seçeneği olan limana geldiler; şeftali ağacının, o meşhur iğde ağaçlarının bulunduğu limana…

 Arkadaşım, arkadaşlarıyla birlikte epey kalabalıktı. Kahveler, çaylar söylendi. Herkes kendi hislerine uygun alan sohbeti en yakınında olanla paylaşmaya başladı. Biliyorduk zamanın kısacık, güzel olan her şeyin kıt olduğunu ve bize ayrılan zaman sadece yarım saatti.

 Özlem dolu bir el, gülümseyen bedenler ile kırk yıllık dostluğun şerefine yudumlandı çaylar. Martı bizim şerefimize bir kez daha daldı limanın bulanık sularına. Ve yine ıskalamadan uçtu ganimetiyle birlikte.

 Arkadaşımın Ankara’da yaşayan arkadaşı Tekirdağ'a daha önceleri de gelmiş. Arka mahalleleri de görmüş. Sevmiş durağan şehrimizi. O sevginin, limanın sakin dinlendirici havasının da etkisiyle

 “ Emekli olunca Tekirdağ da yaşamak isterim.”

 Tekirdağ, coğrafi açıdan, denizi ve dağlarıyla, ovalarıyla, mitolojik hikayeleriyle farklı olan güzel şehir. Elbet yaşanacak bir yer ama ben yine onu kendi irademin seslenişiyle sınamak istedim;

 “ Tekirdağ güzel bir şehir, sakin ve güvenli! Ama henüz bir kent olamadı…” Arkadaşımın çocuk yüzlü arkadaşı o içten cevabı verdi;

 “ Keşke hiç olmasın! Hep böyle kalsın!”

 Henüz kent olmamış şehrim bu hâliyle beğeniliyor; hatta bir insanın en değerli zamanlarını geçireceği dinlenme zamanı için düşünülüyor. Bize garip gelse de, bir de bu şekilde düşünen insanın yaşadığı büyük şehri, kargaşayı, gürültüleri düşündüm. Her yan büyük beton, çelik binalarla, donatılmış. Bir de medeniyetin gürültü kokan araçları; binlerce, milyonlarca aracı yan yana düşününce, şehirler, en güzel kentler; başkentimiz bile, emekli olunca yaşanılacak bir düşten sayılmıyor…

 Günün sürprizi yaşandı bitti. Arkadaşımla hasret giderdik, nadide, kıt olan güzel bir çiçeğin bulunuşu ve gözden yitişi gibi “hoşça kal” dedik, dostlukların yüce hatırına…

 Hazır limana, iğde kokan martıların sörf yaptığı yere gelmişken, birkaç arkadaşımı daha görmek istedim. Fatih Ağabey günün güneşli hatırına, doğduğu, büyüdüğü yerin anılarıyla limanın küçük teknelerine bakıyordu. Yine her zamanki seslenişiyle;

 “ Nasılsın güzelim. Gel çay içelim.” 

Fatih Ağabey Mustafa Amcanın mirasıdır bana. Onun sayesinde tanıştık. 86 yaşında yaşam yolculuğunu sonlandıran Mustafa Amcayı da anarak, hatırlayarak, limanın efendisini bir kez daha andık.

 Sıra şehrimizin diğer renklerine geldi. Mustafa Amcayı rahmet, minnet ile andıktan sonra; Bizim Dağlı da buranın rengidir, dedim. Bizim Dağlı dediğimiz, insan kılığındaki viran görünüşlü Mehmet. Ağzında bir tek dişi kalmasa da, aklı, bildik insan kurnazlığıyla, aleviyle yoğrulmamış olsa da, o bizim şehrimizin kıt olan insanlarından…

 Fatih Ağabey ile bu konuşmaları yaptık. İlgi ile dinlediği konuşmaya o da bir ekleme yaptı;

 Dağlı Mehmet, burasının rengi olan bu insan, aynı zamanda burasının bir kültürü oluyor değil mi?

 Elbet! Ben onunla ilgili birkaç yazı da yayınladım Habertrak Gazetesinde. Fatih Ağabey biraz daha gülümsedi ve göğsü onurlu bir insanın göğsü gibi kabartı ve konuşmasına devam etti;

 Şimdi daha iyi anlıyorum; kafamdaki resim iyice netleşti. Geçen gün, ellerinde fotoğraf makinesiyle bir sürü insan gelmişti limana. Dağlı Mehmet’in fotoğrafını çektiler. Hem de saatlerce uğraşarak…

 O bir kültür değil mi?

Evet, o bir kültür; onu farklı buldular. Doğal buldular… Bilinen, insan yüzlerinden, sürüleşmiş, kurnaz ve değerlerini yitirmiş, yaşam kavgası diye, umursamazlığın içine, pişkinliğin miskin uykusuna yatmış insanlardan farklı; her haliyle, doğal, organik ve orijinal; yani özgün bir canlı; olduğu gibi görünen…

 Ankaralı arkadaş, arkadaşımın arkadaşı, emekli olunca Tekirdağ da yaşamak istiyor; tıpkı Bizim Dağlının krallığı olan limanda büyük mutluluk, huzur duyduğu gibi, bir parça ekmek ve suyun da ne büyük lütuf içinde insanı huzurlu ve farklı kıldığının inancı ile…

  Güven Serin






21 Nisan 2014 Pazartesi

GÖÇMEN KIZI


Kamera , Güven   Göçmen Kızı- Tekirdağ


Kamera; Güven   Göçmen Kızı

Ey Selim! Ey Selim! Bizi bu koca dünyaya kim anlatacak?
Göçler özlemleri tetikler;özlemler insani muhtaçlığı...


Kamera; Güven   Göçmen Kızı


Kamera; Güven  Göçmen Kızı


Kamera; Güven   Ayrılığın güz rüzgarları esiyor.
Balkanlar üzerinden akordeon sesi yayılıyor
hüzünlü günün umut dolu şafağına 



Bana bir gün ver, dedi:sadece bir gün;
belki bir ömrü anlatacak o güne, belki bir ömrün
geç kalmışlığını sıkıştıracak...


Kamera; Güven 
Masallar nasıl başlar?
Bir varmış bir yokmuş...



GÖÇMEN KIZI

   Bu sözcük kulağa ne kadar hoş geliyor; çünkü önüne aldığı sıfat, hemen hemen hepimizin geçmişinde var olan göçmenliğini anlatıyor. Kimimiz Rus Harbinden önce, kimimiz ise mübadele ve ondan sonra çeşitli nedenlerle yaşadığımız yerleri değiştirmişiz.

  Mehmet Serez’in son kitabı Tekirdağ ve Çevresinde Mübadele kitabı okunduğunda göçlerin hazin törenleri de anlaşılır. Benim yazıma konu olan “göçmen kızı” yüreğiyle, sözüyle, coşkusuyla bir olan Nurcan Hanımdır. Nedim Beyin sevgili eşi, iki pırlantanın ( Nilay ile Miray’ın) anneleri, şehrimizin turizme nakış işleyen kişisi Nurcan Hanım…

  Siz, ona Göçmen Kızı dediğime bakmayın dedeleri çoktan göç etmişler Urumeli Diyarından. Nineler böyle derdi; Urumeli… Nurcan Hanım da böyle tekrarlıyor. Kültür dediğimiz güzel şey, yaratılan değerlerle, faydaya, güzele, kalıcılığa dönüşmekle doğuyor. Bizlerin birlikteliği de, uzun zamana dayanıyor.

 Nasıl ki evren hareket sayesinde o büyük enerjiyi, büyük gezegenleri döndürecek enerjiyi yaratıyorsa, insan da, hareket, iletişim, vefa, disiplin sayesinde inanılmaz dostluklar kuruyor. Göçmen Kızı ve değerli eşi Nedim Bey ile dostluğumuz, bir kültür faaliyetine dönüşmüş çay günlerimizde başladı.

 Çay Günü etkinliğimiz Zehra Hanım, Hüseyin Bey, Fethiye Hanım, Çiğdem Hanım beşlisiyle dokuz yıl önce gönüllü olarak ortaya çıktı. O gün, bugün her cumartesi çay günümüz zaman misafir katılımcılarımızla 8–10 kişiye ulaşıyor. Misafir olarak kimler gelmedi, katılmadı ki; Selçuk Bey ve saygıdeğer eşi; Nurcan Hanımın uçan melek kızı, Zehra Hanımın torunu, Çiğdem Hanımın torunu, kızım Doğa Irmak…

 Çay Günümüz Nedim Bey ve Göçmen Kızı Nurcan Hanımın katılımıyla ciddi bir değişim geçirdi. Yepyeni yerlerin hikâyeleri, şarkıların nağmeleri, öğrenime ve öğretiye susamışlığın coşkun pınar sesleri duyuldu, günler aylara, aylar yıllara dönüşürken.

 Gün geldi, Göçmen Kızı, yine göç zamanı dedi. İçimiz biraz buruldu elbet. Ama bu göçün bir nedeni ciddi bir anlamı var; çünkü Göçmen Kızının değerli evladı çocuk sahibi olacak ve bu çocuğu en iyi eğitecek olan kişi de yine bizim Göçmen Kızımız; Nurcan Hanım…

 Göçmen Kızı deyince tarihe, geçmiş ile geleceğe bağlanan o güzel şarkı da geliyor akla;

Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda
Elinde bir besili kuzu hem kucağında

 Göçler, beraberinde hüzünler, hikayeler, destanlar getirirler. Ve hiç bitmeyen suskunluklar, özlemler, şiirler üretirler. O yüzden, bu toprakların insanları duygu yüklüdür; insanlığı, insanı bakıştan, sesten, kokudan tanır. İşte biz bu yüzden, siyasettin, ticaretin, din ve ırkın dışında bir dostluğu, çay günü adı altıda ulaşılmaz gibi görünen o muhteşem insan sevgisine çevirdik.

 Birlikteliğin kileri faydaya dönük, mizaha, sanata, sevgiye dönük fıçılarla dolmaya başlayınca her derde deva, gülümsemeler çıkıyor ortaya. Zehra Hanım, güneyin Kıbrıs’ın esintilerini, portakal, limon çiçeği kokularını getiriyor her daim gülümsemesiyle. Hüseyin Bey ile Fethiye Hanım, Anadolu kültürünün Avrupa kültürüyle yoğrulmasının ebedi hamurunu pişiriyorlar hiç bıkmadan. Çiğdem Hanım Acıpayam – Denizli gelini olmanın uzak diyarından her an yanımızda olmanın bildik yüzüyle dolduruyor dostluk bardağını.

 Göçmen Kızı Nurcan Hanım ve beyefendi eşi Nedim Bey, harekete, değişime, tarihe, kul-köle olmanın yüksek erdemiyle bir mimarın eserini ağır ağır, çekici ve murçlarıyla, keskileriyle kazıması gibi kazıdılar bizlerin kalplerine.

 Göçmen Kızı Nurcan ve Nedim Bey, Bursa’ya, denizin ötesine göç etseler de, kurulmuş köprüler, bir şiir, beste ve bir şarkı gibi akacak dilden dile, kulaktan kulağa; kimi Nazım olacak, kimi Orhan Veli, Sait Faik, kimi ise Âşık Veysel;

Olmak istiyorsan dünyada mesut
Hakka halka yarayacak bir iş tut
Çalıştır oğlunu, kızını okut
İnsan olmak için okumak gerek…

 Ve Egenin öteki yakasından bir şair, bir yazar; Theo Angelopoulos haykırıyor göçmen küçük çocuğun diliyle;

Ey Selim! Ey Selim! Bize bu koca dünyayı şimdi kim anlatacak! Çocuğun gözyaşları, ateşin, temiz, saf alevlerine karışıyor…

 Nurcan Hanım, son buluşmanın son çay gününde (şimdilik) her çiçeğe, her hayvana, ağaca selamla, sevgiyle hoşça kal diyor. Bana dönüp; Ah Güven seni sürekli kullandığın bir sözünle hatırlayacağım; “Deyyus” Bu sözcük hoşuma gidiyor, senin dilinden… Sana çocukluk arkadaşım olarak bakıyorum “kızan” sen benim çocukluk arkadaşımsın, bundan böyle…

 Yine esiyor Egenin rüzgârı Balkanların üzerinden; akordeonun buruk sesi, şairin, yazarın, yönetmenin insanlığa adanmış sanatı; “ Bana Bir Gün Ver” diyor, sonsuzluğa adanmış bir gün…

 Göçmen Kızı ve Nedim Bey, şiir dizeleriyle, rüzgârın sesiyle; HOŞÇA KALIN!

 Güven Serin 










19 Nisan 2014 Cumartesi

NUH BÜYÜK TUFAN (HABİL İLE KABİL'İN HİKAYESİ)


Onlar masumdular dedi Nuh. Hayvanlar kurtarılmalı ve
yaşatılmalı. Ya insanlar, Habil'in soyundan gelenler.
Ya kötülüğü zorlayan Kabil'in soyu; bütün hareket ve
acılar,kötülükler oyunuysa tabiatın! 


Konuştun mu onunla?
Evet
Ne dedi?
Dünyayı yok edecek!

Bütün efsaneler önemlidir;nerede başladığı nerede
biteceği belli olmayan, ışığın yolculuğu gibi
nötrünalar gibi yol alırlar;deler geçerler katmanları.


Onlar masumdular!
Bu filmde masumlara hizmet eden Nuh'un aynı zamanda
tabiatın, Kabil'in soyunun nasıl da oyununa geldiğini,
genlerimizdeki hücrelerin tercih sıralamasında algılarımıza
harika şakalar yaşattığını da anlayacağız.

NUH-BÜYÜK TUFAN (HABİL İLE KABİL’İN HİKAYESİ)

 Nuh, Büyük Tufan, şimdi sinemalarda yine ABD yapımı bir film… Sinemanın sesli ve görüntülü gücü insan uygarlığının tarlalarına şüphesiz tohumlar eker. Ekilen bu tohumların nasıl hasat vereceği ise insanın toprağı; beyin hücreleri ve algılarıyla yakından ilgilidir.

 Amerikan Sineması, şüphesiz Amerikan kültürünü, siyasetini yayma biçimlerine hizmet eden büyük reklam projeleriyle onurlandırılır. Bu film de haftalar öncesinden böyle onurlandırmayla, bolca reklamı yapıldı. Yapılmalı ki 10 harcandıysa 100 kazanılsın… Şüphesiz sinema kendi geleceğini korumak için kar etmeli. Amerikan Sinema Sanayi bu işi oldukça iyi biliyor. Kar etmenin, insanları salonlara çekmenin yüksek ve heyecanlı çığlıklarını, rüzgârlarını haftalar öncesinden kullanıyorlar; bunun adı psikolojik reklamdır…

 Nuh, Büyük Tufan filmine merakla gittim. Efsaneleri, görselliğiyle, sesleriyle, mucizevî düşleriyle kim görmek istemez ki? Film anlatıldığı kadar değil elbet. Ne de anlatıldığı kadar büyük paralar harcandığını sanıyorum. Böyle önemli, hemen hemen birçok uygarlığın mitlerinde var olmuş Nuh Tufanı oldukça basit geçiştirilmiş; kısacası, bolca aksiyon, görsellik var.

  33. İstanbul Film Festivali sinemaya düşkün, öğretilere aç insanları mutlu etmenin yanında büyük insan mucizesine bir adım daha yaklaştırıyor; düşünmeye… İrdelemeye… Yer çekim Kuvvetine nazikçe meydan okumaya…

  33. İstanbul Film Festivaline katılan İranlı Yönetmen Asghar Ferhadi  “Ayrılık” filmiyle Berlin Altın Ayı, sonra da En İyi Yabancı Oscar’ı kazandı. 33. Film kapsamında Boğaziçi Üniversitesinde film dersi verdi.

  Asghar Ferhadi’nin verdiği en önemli ders; Mesaj vermek sinemanın işi değil! “ dedi. İranlı yönetmen insan felsefesinin şekillenme, oturuşma ve küçük bereketli tohumlara dönüşme yolculuğunu şöyle anlatıyor;

 “ İran coğrafyasında doğmuş olabilirim, ama vücudum sorularla dolu. İyi ve kötüyü ne belirler? Medeniyet kuralları mı, din mi? Asıl soru bu. Hangi coğrafyadan geldiğimiz önemli değil. Toplumla ilgili bir film çekiyorsanız, izleyici ister istemez o toplumun politikasını öğreniyor. Mesaj sinemanın işi değildir. Mesajı yollamak postacının görevi! Filmlerde ahlaki öğüt vermek yerine psikolojik etki yaratmak isterim.”

 Ya günün filmi olan Nuh, yani Büyük Tufan filmi neleri anlatıyor? Elbette bu efsane ve birçok uygarlığın kendi dilinde anlattığı Nuh Tufanı, “İyi ile Kötü” nün mücadelesini de anlatıyor. Büyük yaratıcının büyük cezasını anlatıyor.

 Peki, ama insan sinema sanatının beyin kıvrımlarına düşen kıvılcımlarıyla şunu da öğreniyor; sorgulamayı… Neden, Niçin, Nasıl… Kim…

 Büyük yaratıcı niçin büyük cezalara ihtiyaç duyar, bunu insan beyniyle ve yine insanın zarif yolculuğa bir adım yaklaşmasıyla anlamlandırıyorsunuz; belliyse öncesi ve sonrası,

BÜYÜK CEZA neden?

 Bu film masumları, yani bizden önce dünyada var olan hayvanları bir kez daha hatırlamamızı istiyor. Gerçekten de masum olan bu canlılar, insanın merhametine ne kadar da ihtiyaç duyuyor. Ama insan bu masumiyeti, kendi yolculuğunda, protein, post, et, süt, yün, kemik, dost, arkadaş; kısacası her amaç için kullanıyor; hani tufanda da söz edilen, büyük yaratıcının kendi suretinden yarattığı insan…

 Bu filme gidiniz! Nedenleri, Niçin ve Nasılları; Kimlerin tarafından önerilip yapıldıklarını yaşamınıza küçük bir damla olarak, düşüncenizi, yetmezliğinizi ve fazlalığınızı düşünerek izleyiniz…

Bu tufan Altay Türklerinin söylencelerinde de anlatılır;

Gök teke yedi gün yeryüzünü dolaştı ve bağırdı
Yedi gün zelzele oldu
Yedi gün dağlar ateş püskürdü
Yedi gün yağmur yağdı
Yedi gün fırtına oldu ve dolu yağdı
Yedi gün kar yağdı

 İnsan bilim yolculuğunda bile efsanelere muhtaçtır; onlardan damlayacak kırıntılar, geçmişimizi, atalarımızı, evrenin ilk zamanlarının çığlıklarını ve büyük sessizliği de aktarır bize.

  Güven Serin



 







17 Nisan 2014 Perşembe

NAZIM ÇAĞIRDI


Kamera; Güven   Gelibolu Şafak Vakti...


NAZIM ÇAĞIRDI

 Nazım Hikmet’in aşkları da şiirleri kadar önemli ve iz bırakmıştır. Belki de aşkları olmasaydı şiirleri de olmazdı; çünkü duyguları besleyen, ateş, rüzgâr, özlem, fırtına, yokluk, vefa, yağmur; yaşama saygı duyan ruhların bedenleriyle sözcüklere, sözcüklerin esere dönüşen inşaatına dizilir.

  Nazım da böyle yaptı; sevdi. Ülkesini, karısını, çocuğunu, sevgililerini sevdi… Nasıl ki, iyi bir mimar, yaşadığı zamandan öte kalmanın ilahi ve evrensel hissedişini zanaatine aktarır; taşta, mermerde yaşarsa; sevginin mimarı olmak da öyle bir şey. Nazım da böyle mimarların en nadir-nadide insanlarından yalnız bir tanesi…

  Bugün, günümüzde teknolojinin, medyanın, bilgilenmenin yağmura, fırtınaya dönüştüğü bu zamanlarda bile, sevgiye, mimariye, mühendisliğe uzanan ruhların bedenleri oldukça nadir; sanki yok gibi. Şehirlerimize bakınca bunu görebiliriz; her şey yüksek karlılık üzerine… Kendi şehrimize sadece sahili baştan başa dolaşırken bile; gözlerimizi yamaçlara, tepelere kurulan evlere bakınca, ne büyük kıyım-kıyamet yaşandığını, sanki özürlü mimarlar ordusunun büyük ucubelerinin ortaya çıktığını görebilir, anlaya bilirsiniz.

  Tanıdığım birçok insan, haber izlemeye korkar oldu. Her gün yaşanan cinayetlerin birçoğu; “güya” sevgi üzerine! Ya benim olacaksın, ya öleceksin! Böyle bir sevgi var edilir, yaşatıla bilinir mi? Hiç sanmam…

  İşte, Nazım’ın sevdaları bu yüzden farklı; çünkü nezaket, zarafet, edebiyat, samimiyet ile beslendiler. O yüzden, Piraye, Münevver, Vera ve Nazım’ın son sevgilisi Doktor Galina, Nazım’ın şiirleri gibi, edebiyatın kalkanları içine, ebedi yolculuğun müzesine kaldırılmış durumdadır.

 Her şeyin, dünya üzerinde yaşanan bütün hayatların, emeğe, faydaya, sanata dönük yanları ne kadar fazlaysa, dünya tozundan, çamurundan, yok oluştan o kadar uzak besinlere dönüşürler. Nazım’ın şiirleri gibi;

“ Ben bir insan
Ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
  Ben tepeden tırnağa insan
Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret.”

98 yaşında dünya yaşamına veda eden Doktor Galina, Nazım’ın son sevgilisiydi. Nazım’ın son yıllarında onun hem doktorluğunu yaptı, hem sevdasına odun taşıdı. Galine, Nazım’ı hep sevdi; son nefese kadar; hatıralara, tam manası ile Nazım’ın ona ait olmadığını bilse bile, Nazım’ın edebiyata, şiire, tüm dünyaya adanmışlığına en yüksek saygıyı göstererek ve de, güzel bir hoşça kal türküsü besteler gibi;

“Haydi, bana eyvallah…

  Beni Nazım çağırdı.
 
     Ben gidiyorum.”

Diyerek…
 Galina’nın son sözleri bunlar oldu; adanmışlığın buluşmaya ait insan sözcükleri… Ya Nazım, bitmeyen dizelerde neler dedi;

Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan,
Hem zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin
Daha güzel günler için savaşından, hem bir tek
İnsanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak
İstiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan
Bahseden şiirler yazmak istiyorum.”


 Güven Serin 

16 Nisan 2014 Çarşamba

KADİR ALBAYRAK RÜZGARI


Kamera; Güven    Tekirdağ Büyükşehir Belediye Başkanlığı


Kamera; Güven    

Evren matematiğin diliyle yazılır; şehirler de öyle..

KADİR ALBAYRAK RÜZGARI

 Nasıl ki tabiatta rüzgar vazgeçilmez ise, tohumların, çiçeklerin, başakların, toprağın dostu ise şehirleri şehir yapan Belediye Başkanları da o şehirlerin tarihlerine damga vuran, iz bırakan dostlarıdır.

  Habertrak ailesi olarak Kadir Başkanı makamında ziyaret ettik. Bir makam bir insana; Kadir Başkana o kadar yakışmış; anasının hak sütü gibi helal, sözcüğü gibi... Bazı şeyler vardır, küçük ipuçlarıyla insan sezgisine dönüşür ve o sezgi sizi yanıltmaz. Çoğu zaman, sanatçılar, yazarlar, şairler bu sezgilerinden faydalanırlar. Kadir Albayrak, böyle sezgilere büyük destek veren ve aynı zamanda MATEMATİK diliyle konuşan, mizah görgüsüyle şaka yapan güzel bir insan. Şehrimiz için büyük şans…

 Kadir Başkan her dakika, her saniye ziyaretçileri ağırlıyor. Gördüğüm yüzde hiçbir bıkkınlık, hiçbir yorgunluk yok. İnsan kendi idealine hangi yaşta ulaşırsa ulaşsın bilir ki o idealdir kalıcı ve ebedi olan…

 Kadir Albayrak Habertark Gazetesinin bir sürprizi ile onurlandırıldı. Gazetemizin karikatürist sanatçısı Mehmet Duru başkanın karikatürünü yapmış; bu karikatürdeki başkan iki kelimeyle sesleniyor halkına;

 “TEŞEKKÜRLER TEKİRDAĞ”

 Yoğun bir insan trafiği olması nedeniyle Kadir Başkana sormak istediğim soruları daha sonraya bıraktım. Zaten, bir şehre başkan, öncü, yenilikçi bir insan olmanın sezgileriyle sorularımızın çoğuna cevabı da kendi verdi. Siyaset diline girmeden, halkın halka anlatacağı en samimi bir dil kullanarak şunları söyledi;

 “ Haklı olarak herkes Büyükşehir Başkanından çok şeyler bekliyor. Haklılar da! Ama şunu belirteyim ki arkadaşlar; yeni Büyükşehir olmuş kentleri inceledim. Gördüm ki 1-1,5 yıldan önce hiçbir şey oturuşmamış. Şu an bizim de birimlerimiz oluşmadı. En geç bir yıl, en erken altı aydan önce büyük projelerimiz için başlangıç yapamayacağız. Ama her an görevimizin başında, yapılması gereken her şeyi yapmanın inancı içindeyiz."

 Kadir Başkan nasıl ki gerçek dostlar birbirini yanılmaz ise öyle yanıltmadan ama şehrinin başında bir kartal titizliğiyle yuvasını, yavrularını yaşama armağan etme benzetmesiyle şehrinin göğünde uçuyor; hem de insan azametiyle… Hem de matematiğin görkemli anlatımı, mizahın onurlu gülüşleriyle…

 Saat 07:00 da güne merhaba diyen, neredeyse 12 saat görevinin başında yepyeni fikirler üreten, kaç mahallesi, kaç sokağı, kaç kişiden oluşmuş şehir insanı olduğunu bilen ve bu bilgileri matematiğin, fiziğin, inancın var oluş suyu ile yoğurmak isteyen bir insan var karşımızda. Kendini mucizeler yaratacağım diye tanıtmadan, insanları büyük hayallere boğmadan, ama yepyeni umutları, bakışı, ses tonuyla ve insanı onurlandıran insana kendi ismiyle, kendi samimiyetiyle seslenen bir insan…

 Kadir Albayrak rüzgarı şehrimin kuzey, güney, batı, doğu rüzgarlarına karışacağı belli. Bu şehir beton yığınlarıyla, asfalt kırıntılarıyla, yamuk, yumuk kaldırımlarıyla ve gecenin karanlığına terkedilmişliğiyle kadermiş gibi unutulmuşluğuyla yaşamayı hiçbir zaman hak etmedi. Bu diyar, efsanelerin hiç bitmediği, üzümün, ayçiçeğinin, denizin, dağın, vadinin, tepelerin yaşam dağıttığı bir diyardır; yeniden keşfedilmeli ve ilk önce şehir insanın, sonra insanlığın hizmetine bir armağan gibi sunulmalı.

 Kadir Albayrak şehrin 1925’li yıllarda olduğu gibi açık ve büyük bir meydana kavuşturulacağının sözünü yine aynı samimiyet ile tekrarladı. Bugünkü Belediye Binasının yıkılacağı ve bu harika meydanın Tekirdağ’a tıpkı 1925’li yıllarda olduğu gibi bırakılacağını ifade etti.

 Cenap Beyin Başkana söylediği gibi; “ Başkanım, bundan sonra işiniz zor! “ Başkan bu sözleri duygu, onur ve içtenlik ile dinledi. Gözlerindeki pırıldı şunu söylüyordu;

 “ Ben zor olanı severim! Yapabileceğim şeyin sözünü veririm! Kimseyi aldatmayacağım; ne yapabileceksem onu söyleyeceğim.”


 Hayırlı olsun Başkan; rüzgarın uzun yıllar essin; çünkü şehrimin doğal rüzgarları beton setleriyle, kirli bilgilerle, köhne şehir anlayışıyla çoktan kesilmişti…

  Güven Serin 







  


15 Nisan 2014 Salı

SÜLEYMANPAŞA ÇOCUKLARI


Kamera; Güven   Çocuklar Her Zaman Oyun Sever
Oyun vazgeçilmezidir onların


Kamera; Güven   Tekirdağ
Çocuklar Fark edilmek İster;Önemsenmek...


Kamera; Güven 
Oyuncudur Çocuklar;Ritmi Sever...
SÜLEYMANPAŞA ÇOCUKLARI

  Nisan ayı, lalelerin, sümbüllerin zamanı; bütün kuşların yuva kurup eşleriyle dans etme zamanı…

  Taze bir gün, hafif esintinin yanında güneş ısıtıyor etrafı. Doğa Irmak için Süleymapaşa İlköğretim Okuluna gittim. Daha çıkmamıştı. Okulun bahçesi çocuk sesleriyle tam bir panayır havası görünümündeydi. Kız çocukları ip atlıyor, yakar topu oynuyor. Erkek çocukları ise bildik o meşhur oyunu; futbol; serbest futbol oyunu içindeydiler. Ne kalesi, ne kalecisi olan bir futbol; plastik yuvarlağın peşinde koşan çocuklar; kalabalığa, etrafta bekleyen öğrencilere, öğrenci anne-babalarına aldırış etmeden zamana karşı yarışır gibi, o büyük koşucunun Perslerin Savaşı kaybedişi haberini vermeye koşması gibi koşuyorlardı…

 Bu yuvarlak şeyi bu kadar sihirli yapan şey nedir? Tüm dünyanın dikkatini çeken, milyonlarca taraftarı olan futbol ve meşin yuvarlak, yediden yetmişe, erkekten kadına neredeyse büyük çoğunluğu etkileyen şey; Süleymanpaşa İlköğretim öğrencilerini de etkilemişe benziyor.

 Çocuklar, ortamın o kadar sıkışık olmasına rağmen buldukları her açıklığa şut çekiyorlar. Plastik yuvarlak, çocukların her vuruşunda farklı yönlere gidiyor. Çalım atmaya çalışan çocuklar, büyüklerin ayaklarına dokunuyor, onların üzerine çıkıyor, hatta çarpıyorlar. Belli ki, günün güzel hatırına, çocukların bir parça özgürlüğü düşünülerek, büyüklerin büyük çoğunluğu aldırış etmeden gülümseyerek bakıyorlar. Bazıları da benim gibi topa dokunup, çocukluğun, plastik yuvarlağın insan gücüyle yol alışını gülümseyerek izliyor.

 Dikkatimin dağıldığı bir anda plastik yuvarlak bacağıma çarptı. Titiz duygularla bildik o bakışı; bir an önce pantolona bakıp kirlenip kirletmediğini görmek isteme telaşımı yine o telaşı yapan nöronlarım engelledi.

 Hayır!

Topun çarptığı yere bakmayacaksın!

 Bu bir çocuk oyunu, çocukların beton yığınlarına hapsedilişi ancak bu küçük anlardaki hoşgörüyle izah edilebilirdi. Ne bacağıma, ne pantolonuma baktım. Bakamamanın huzuru içinde, etrafı izlemeye, çocukların birbirine çalım atıp, bedenlerindeki tüm gücü o plastik yuvarlağa yönlendirmelerini izledim. Kız çocukları da fırsat buldukça, top ayaklarına geldikçe şut çekiyorlar…

 Tüm okulun havlusu çocuk; etraf çocuk sesleriyle şenleniyor. Birazdan zil çalacak ve büyük sessizliğe, met-cezir gibi denizin o muhteşem döngüsüne tekrar döneceğiz.

 Ölüm döşeğinde son nefesini vermeden önce yapılan bilimsel bir çalışmada, şu soru sorulmuş;

 “ İyi olsanız ve hayata yeniden başlasanız, neler yapmak istersiniz?”

 Ölüm döşeğinin son nefes yolcuları en çok şu cevapları vermiş;

Daha fazla hoşgörülü olurdum. Kırılanı, döküleni, etrafın dağılmasına aldırış etmezdim. Daha fazla gezerdim…

 Acaba hapishaneye girmiş insanlar ile bütün samimiyetimiz ile bilimsel bir çalışma yapılsa, onların vereceği cevap ne olurdu?

 Kaybedenlerin türküsü, onların yaktıkları ağıtlar, dibe vurmuşluğu büyük sancısı hiç merak edilmez; nedense bir hastalık gibi bakılır; iyi ama hasta varsa, doktorlar, hemşireler neden esas olan bu hastaya; toplumsal hastalığımıza çare bulmazlar?

 Güven Serin 


 

 






12 Nisan 2014 Cumartesi

NAMIK KEMAL ÜNİVERSİTESİ ve DAĞLI SÜT ÜRÜNLERİ BULUŞMASI


Kamera; Güven  Karacakılavuz-Tekirdağ

Dağlı Süt Ürünleri İşletmesi ve NK ÜNİVERSİTESİ GIDA BÖLÜMÜ
ÖĞRENCİLERİ


Kamera, Güven    Karacakılavuz

Araş.Görevlisi Demet Apaydın
Araş.Görevlisi Sıla Barut Gök

NKÜ Gıda Mühendisliği 3. Sınıf Öğrencileri


Kamera; Güven   Titiz personel iş başında


Kamera; Güven   Karacakılavuz NKÜ Öğrencileri

İrdeleyen, düşünen beyinler;daha güzele, daha iyiye...


Kamera; Güven   Karacakılavuz


NK ÜNİVERSİTESİ ve DAĞLI SÜT ÜRÜNLERİ BULUŞMASI



 Dağlı Süt Ürünleri yaklaşık on yıl önce doğdu. Doğum yeri Karacakılavuz. Karacakılavuz aynı zamanda üretimin, el marifetinin, organik hayatın da var olduğu güzel bir yer. Tekirdağ şehri bu yerle ne kadar gurur duysa azdır…

 Dağlı Süt Ürünleri Tekirdağ gıda piyasasında kendi alanında neredeyse rakipsiz hale geldi. Sadullah Dağlı ve Çetin Dağlı birlikteliğine katkı yapan on beş personeliyle gelecek vaat ettiği gibi, hijyenin, doğallığın ve ciddiyet ile samimiyetin mayalandığı gıdanın adresidir. Yoğurdu, sütü, ayranıyla; yepyeni yatırımıyla günde yirmi ton süt işleyecek kapasiteye ulaştı.

 Namık Kemal Üniversitesi de yeni doğmuş bir bebek kadar taze ve yeni… Çok yeni ama çok da heyecanlı ve coşkulu bir büyüme içinde, 20 Fakülte, 9 Meslek Yüksek Okulu, Sosyal Bilimler Enstitüsü ve Fen Bilimleri Enstitüsüyle birlikte serpilmeye, genç insanların ve ülkemizin geleceğine katkı yapma telaşı içinde.

 Bu telaşın çok kısa bir gününe, hatta birkaç saatine bende tanıklık ettim. Gazetemiz Habertrak adına Sadullah ve Çetin Dağlının dostane davetlerini büyük bir lütufla kabul edip Karacakılavuz’un yolunu tuttum. Büyük yapı, esintinin bol olduğu büyük arazinin üzerine kurulmuş, misafiri her şeyden öncelikli kabul eden dostlar büyük bir telaş içinde bekliyorlardı.

  Bir süre sonra beklenen misafirler Namık Kemal Üniversitesi, Gıda Mühendisliği 3. Sınıf öğrencileri de geldiler. Gördükleri Fizikokimya derslerini pratikte de iyi anlamak, gelecek yaşamlarında mesleklerine görgü ve bilgi katmak adına Dağlı Kardeşler Süt Ürünlerini ziyaret ettiler.

 Doç. Dr. Binnur Kaptan, Araştırma Görevlisi Sıla Barut Gök, Araştırma Görevlisi Demet Apaydın ve 34 öğrenci; beni şaşırtan ciddiyette ve öğrenime aç, susamış aynı zamanda neşe, sempatilerini güzel bir gösteriye çevirmiş toplulukla, bir yazar olmanın yakınlığından çok, bir insan olmanın yüksek minnetini hissettim.

 Öğrenciler kadar Binnur Hanım, Sıla Hanım, Demet Hanım heyecan içindeydiler. Her öğretici aynı zamanda iyi bir öğrencidir; öğrenci olmadan bilgi asla güncellenemez. Sıkıcı bir öğreticiye dönüşür insan. Ve ben bu insanlara, genç beyinlerin bilgi ve tecrübelerini güncel kıldıkları, onları düşünceye, irdelemeye, gerçek hayatın hakiki dolaşımları içine davet ettikleri için teşekkür ediyorum.

  Gıda Mühendisliği Öğrencileri her halleriyle şaşırttılar beni. Dağlı Süt Ürünleri merkezine niçin geldiklerini çok iyi biliyorlardı. Burada gördükleri oluşumlar, hareketler onların yakın zaman sonra yaşamlarına oldukça katkı yapacak şeylerdi. Onlar da gıda işletmelerinde yön verici, denetleyici, insan sağlığına katkı sağlayıcı iş hayatlarına atılacaklar; beden ve ruhlarına aktaracakları her türlü bilgi; işletmecilik, uygulayıcılık, akademisyenlik; adı ne olursa olsun, hepsi bir bütünün formülünü oluşturup, onları mutlu, huzurlu ve yaşama tatlı bir yorgunlukla davet edici olacaktır.

 Bugün gerçek öğretiler sadece sınıflarda değil hayatın gerçek oluşumlarının olduğu yerlerde çok daha anlamlı ve kalıcı bilgiye dönüşüyor. Dağlı Süt Ürünleri İmalathanesi sütün saf beyazlığıyla geldiği ve yine aynı saf beyazlığın, ayrana, yoğurda, günlük içilecek süte dönüştüğü yer. Çalışanlarının büyük çoğunluğu kadınlardan oluşuyor. Karacakılavuz’un temiz bakışlı, ışık saçan kadınlarından; yaptıkları işe inanmış, kadının çalışma hayatında var oluşuna, gerekliliğine en büyük kanıt olarak çalışırken tebessüm ediyorlar, işlerinin doğruluğu, dürüstlüğü, kabul görmüşlüğü adına.

  Namık Kemal Üniversitesi Gıda Mühendisliği 3. Sınıf Öğrencilerine, Doç. Dr. Binnur Kaptan’a, Araş. Gör. Sıla Barut Gök’e, Araş. Gör. Demet Apaydın’a teşekkürü borç biliyorum.

 Boşluğun enerjisi, en görkemli galaksiler doğurur. Hareketin, marifetin, bilginin bileşeni de güzel bir kültüre, sanata ve zanaate dönüşür…

  Güven Serin