Sayfalar

6 Mart 2013 Çarşamba

KELEBEĞİN RÜYASI


Kamera; Güven   İstanbul

Keşfedilmeyi bekleyen şehir; bazen korkutur,
bazen işveli bir sunumla büyüler sizi. 
Şair, "aşk bahanesidir şiirin" der. Ya
İstanbul neyin bahanesidir acaba? Arkeolojinin, 
yaşanmış,yaşanan ve yaşanmamış aşkların mı?
Tamamlanmış ve tamamlanmamış türkülerin mi?
Ümitlerin, ümitsizliğin, kalabalıkların ve aynı 
zamanda büyük yalnızlığın mı? 
Bir kaşif ruhu taşıyorsanız, gezgin bir bedenin
sahibiyseniz, ormanlara girmekten çekinmez,
dağların yüksekliğinden başınız dönmez ise
sizin de yola çıkmak için güzel bir bahaneniz
var demektir...

KELEBEĞİN RÜYASI

  Kelebeğin Rüyası filmini içselleştiren şey tama olarak nedir; bu cevabı vermek ciddi iç analizlerden sonra çıkar ortaya. Türk Sinemasının yükselişi adına duyduğum gurur mu? 1940’lı yılların temiz yüzlü sert görünüşlü, şakadan anlayan, idealizme gönül vermiş insanları mı? Genç şairlerin şiir ile aşk arasındaki tutkularının çok uzaklarda kalışı mı? Kıtlık, hastalık, savaş mı?

  Sinema sanatı hangi şeyi konu alırsa alsın, içinde sanat denen ruhu da yansıtmışsa, o dönem, kendi içine çeker sizi; ister açlığın, ister yoksulluğun, ister onurlu bir insanlığın savaşı olsun; siz de o savaşın parçası olursunuz; bazen birkaç saatliğine, bazen ise birkaç haftalığına…

  Kelebeğin Rüyası filmi başlar başlamaz sizi 1940’lı yıllara davet ediyor. Kendi isteğiniz ile gönüllü bir şekilde bu davete katılıyorsunuz. Bende öyle yaptım; kendi irademin sinema sevdasının düşleriyle girdim sinemanın tünelinden içeri.

 Geçmişimizde kalan ve bugün dahi etkileri görünen dönemleri iyi bilmek, onları iyi anlamak; bugünün ruhlarını taşıyan bedenlere çok ciddi katkılar yapar. Daha huzurlu yürür, daha huzurlu işlerin üstesinden gelinir. Geçmiş, sadece geleceğe adanmış bir köprü değil; aynı zamanda o anı da yaşamak adına onurlandıran, taçlandıran muhteşem bir yaşanmışlık şölenidir.

  Bu güzel ülkenin güzel olmayan kargaşaların da önce şair, yazar, sanatçı sessizce bir kenara çekildi. 1940’lı yılların eğitim reformu, akın akın gelen Alman bilim insanları hepsi ama hepsi tarihte kendi yerini aldı elbet. Sinema bu yer alışı, büyük sessizliğin içinden kurtarıp tekrar yeryüzüne çıkartır. İyi ve güzel şeylerin yok olmayacağının ispatını anlatmak ister sinema; müziği ile görselliği ile dönmüş olduğu zamanın çok yönlü gösterimleriyle…

  Kelebeğin Rüyası filmi, müziği, şairleri, geçmişi, temiz yürekli insanların yüksek erdemini, insan olan her yerde sanat varsa, mizahın, aklın, iradenin ve iradeye boyun büken sevginin de var oluşunu gösteriyor. Bir sanat yapıtı; Türk insanın da sanata kucak açılmışlığını, sanat için yeryüzü sahnesine çıkacağını da anlatıyor bize.

  Ekmek kavgasının, hastalıklarla, savaş çığlıklarıyla süslenmiş zamanın kargaşaya yenilmemiş insanlarının duygularının yetmiş yıl sonra bize konuk oluşunun da tanıklığını yapacaksınız rahat koltuğunuzda mısır yerken.

 Şair dedik; Rüştü Onur’u çağırıyorum huzurunuza;

Benden zarar gelmez/Kovanındaki arıya/Yuvasındaki kuşa/Ben kendi halimde yaşarım altında/ Sebepsiz gülüşüm caddelerde/Memnuniyetimden/ Ve bu çılgınlık delicesine geliyor/ Dilsiz değilim susamam ölüler gibi/ Bu güzel dünyanın ortasında.

 1940’lı yılların şairi Rüştü Onur’da susmadı; yüreğine düşen duyguları az bulunur kâğıda taşıdı. El kaleme sarıldı, kalem kâğıda; kâğıt da beyazlığın saflığıyla ümitlere, aşklara, dostluklara sarıldı.

  Bu film aynı zamanda az bulunur, neredeyse kıt haline gelmiş dostluğun, sevginin de büyük gösteriminin yaşandığı bir sanat gösterimi. Sadeliği, içtenliği, unutulmuş, yok edilmiş öğretmenin asilliğinin de tekrar sahneye gelişini, büyük alkışları duyuşunu da bu filmle yaşayacağız.

  Bu filmde bir başka şair daha var; Muzaffer Tayip Uslu. Şair olup da kendi dilinle seslenmez mi bize;

Diyecekler ki arkamdan/Ben öldükten sonra/ O yalnız şiir yazardı/ Ve yağmurlu gecelerde/ Elleri cebinde gezerdi/Yazık diyecek/ Hatıra defterimi okuyan/Ne tahlisiz adammış/ İmanı gevremiş parasızlıktan.

 Şairler böyledir işte; sinemaya inanmış insanlarla bir olurlar ve o sinemaya kaybettiğimiz, ilgisiz kaldığımız, önemsemediğimiz geçmişi adeta altın tepsi içinde, bin bir çiçeğin kokusuyla geri verirler.

  Bu sinemaya hayat veren bir başka şair, yönetmen, yazar Yılmaz Erdoğan’da bir şeyler söyler, söylemleri kabalaşmış, anlamsızlaşmış bu diyarın güzel insanlarına;

“Bir güzele güzelliğini hatırlatmak isterdim aynalardan evvel.” , “Şerefine kaldırıyorum. Bu olmayan şarap kadehini! Şerefine üstat!" Ve sinema; insanın yola koyulduğu vakit; müziğin, geçmişin, insan ilişkilerinin insanı yoğurmaya, şekilden şekle sokmaya başladığı an;

AŞK EN GÜZEL BAHANESİDİR ŞİİRİN…

 Güven Serin




4 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. "Aşk en güzel bahanesidir şiirin"

    Ben en çok bunu sevdim Güven...

    YanıtlaSil

  3. Günaydınlar Sezer. Hissedişleri insana ait ruhla fark etmeye, anlamaya çalışmak bile pek insanca,pek huzurca... Teşekkürler

    YanıtlaSil


  4. Günaydınlar Zühre,gerçekten de o söz, filmin can damarıydı; şairler özel canlılardır;hisseden, yaşamdaki sevgi damlalarını gören,bilenler tutunacak bir aşk bulurlar her daim... Bazen kaderin, bazen tesadüflerin, bazen içlerindeki sesin peşinde giderler...

    YanıtlaSil