Kamera; Güven İstanbul
Keşfedilmeyi bekleyen şehir; bazen korkutur,
bazen işveli bir sunumla büyüler sizi.
Şair, "aşk bahanesidir şiirin" der. Ya
İstanbul neyin bahanesidir acaba? Arkeolojinin,
yaşanmış,yaşanan ve yaşanmamış aşkların mı?
Tamamlanmış ve tamamlanmamış türkülerin mi?
Ümitlerin, ümitsizliğin, kalabalıkların ve aynı
zamanda büyük yalnızlığın mı?
Bir kaşif ruhu taşıyorsanız, gezgin bir bedenin
sahibiyseniz, ormanlara girmekten çekinmez,
dağların yüksekliğinden başınız dönmez ise
sizin de yola çıkmak için güzel bir bahaneniz
var demektir...
KELEBEĞİN RÜYASI
Kelebeğin Rüyası
filmini içselleştiren şey tama olarak nedir; bu cevabı vermek ciddi iç
analizlerden sonra çıkar ortaya. Türk Sinemasının yükselişi adına duyduğum
gurur mu? 1940’lı yılların temiz yüzlü sert görünüşlü, şakadan anlayan, idealizme
gönül vermiş insanları mı? Genç şairlerin şiir ile aşk arasındaki tutkularının
çok uzaklarda kalışı mı? Kıtlık, hastalık, savaş mı?
Sinema sanatı hangi
şeyi konu alırsa alsın, içinde sanat denen ruhu da yansıtmışsa, o dönem, kendi
içine çeker sizi; ister açlığın, ister yoksulluğun, ister onurlu bir insanlığın
savaşı olsun; siz de o savaşın parçası olursunuz; bazen birkaç saatliğine,
bazen ise birkaç haftalığına…
Kelebeğin Rüyası
filmi başlar başlamaz sizi 1940’lı yıllara davet ediyor. Kendi isteğiniz ile
gönüllü bir şekilde bu davete katılıyorsunuz. Bende öyle yaptım; kendi irademin
sinema sevdasının düşleriyle girdim sinemanın tünelinden içeri.
Geçmişimizde kalan ve
bugün dahi etkileri görünen dönemleri iyi bilmek, onları iyi anlamak; bugünün
ruhlarını taşıyan bedenlere çok ciddi katkılar yapar. Daha huzurlu yürür, daha
huzurlu işlerin üstesinden gelinir. Geçmiş, sadece geleceğe adanmış bir köprü
değil; aynı zamanda o anı da yaşamak adına onurlandıran, taçlandıran muhteşem
bir yaşanmışlık şölenidir.
Bu güzel ülkenin
güzel olmayan kargaşaların da önce şair, yazar, sanatçı sessizce bir kenara
çekildi. 1940’lı yılların eğitim reformu, akın akın gelen Alman bilim insanları
hepsi ama hepsi tarihte kendi yerini aldı elbet. Sinema bu yer alışı, büyük
sessizliğin içinden kurtarıp tekrar yeryüzüne çıkartır. İyi ve güzel şeylerin
yok olmayacağının ispatını anlatmak ister sinema; müziği ile görselliği ile
dönmüş olduğu zamanın çok yönlü gösterimleriyle…
Kelebeğin Rüyası
filmi, müziği, şairleri, geçmişi, temiz yürekli insanların yüksek erdemini,
insan olan her yerde sanat varsa, mizahın, aklın, iradenin ve iradeye boyun
büken sevginin de var oluşunu gösteriyor. Bir sanat yapıtı; Türk insanın da
sanata kucak açılmışlığını, sanat için yeryüzü sahnesine çıkacağını da anlatıyor
bize.
Ekmek kavgasının,
hastalıklarla, savaş çığlıklarıyla süslenmiş zamanın kargaşaya yenilmemiş
insanlarının duygularının yetmiş yıl sonra bize konuk oluşunun da tanıklığını
yapacaksınız rahat koltuğunuzda mısır yerken.
Şair dedik; Rüştü
Onur’u çağırıyorum huzurunuza;
Benden zarar gelmez/Kovanındaki arıya/Yuvasındaki kuşa/Ben
kendi halimde yaşarım altında/ Sebepsiz gülüşüm caddelerde/Memnuniyetimden/ Ve
bu çılgınlık delicesine geliyor/ Dilsiz değilim susamam ölüler gibi/ Bu güzel
dünyanın ortasında.
1940’lı yılların
şairi Rüştü Onur’da susmadı; yüreğine düşen duyguları az bulunur kâğıda taşıdı.
El kaleme sarıldı, kalem kâğıda; kâğıt da beyazlığın saflığıyla ümitlere, aşklara,
dostluklara sarıldı.
Bu film aynı zamanda
az bulunur, neredeyse kıt haline gelmiş dostluğun, sevginin de büyük
gösteriminin yaşandığı bir sanat gösterimi. Sadeliği, içtenliği, unutulmuş, yok
edilmiş öğretmenin asilliğinin de tekrar sahneye gelişini, büyük alkışları
duyuşunu da bu filmle yaşayacağız.
Bu filmde bir başka
şair daha var; Muzaffer Tayip Uslu. Şair olup da kendi dilinle seslenmez mi
bize;
Diyecekler ki arkamdan/Ben öldükten sonra/ O yalnız şiir
yazardı/ Ve yağmurlu gecelerde/ Elleri cebinde gezerdi/Yazık diyecek/ Hatıra
defterimi okuyan/Ne tahlisiz adammış/ İmanı gevremiş parasızlıktan.
Şairler böyledir
işte; sinemaya inanmış insanlarla bir olurlar ve o sinemaya kaybettiğimiz,
ilgisiz kaldığımız, önemsemediğimiz geçmişi adeta altın tepsi içinde, bin bir
çiçeğin kokusuyla geri verirler.
Bu sinemaya hayat
veren bir başka şair, yönetmen, yazar Yılmaz Erdoğan’da bir şeyler söyler,
söylemleri kabalaşmış, anlamsızlaşmış bu diyarın güzel insanlarına;
“Bir güzele güzelliğini hatırlatmak isterdim aynalardan
evvel.” , “Şerefine kaldırıyorum. Bu olmayan şarap kadehini! Şerefine üstat!" Ve
sinema; insanın yola koyulduğu vakit; müziğin, geçmişin, insan ilişkilerinin
insanı yoğurmaya, şekilden şekle sokmaya başladığı an;
AŞK EN GÜZEL BAHANESİDİR ŞİİRİN…
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil"Aşk en güzel bahanesidir şiirin"
YanıtlaSilBen en çok bunu sevdim Güven...
YanıtlaSilGünaydınlar Sezer. Hissedişleri insana ait ruhla fark etmeye, anlamaya çalışmak bile pek insanca,pek huzurca... Teşekkürler
YanıtlaSilGünaydınlar Zühre,gerçekten de o söz, filmin can damarıydı; şairler özel canlılardır;hisseden, yaşamdaki sevgi damlalarını gören,bilenler tutunacak bir aşk bulurlar her daim... Bazen kaderin, bazen tesadüflerin, bazen içlerindeki sesin peşinde giderler...