İY'Kİ geldin ahbap! Merhaba dedin,
Nefesim nefesine dedin...
Nesine yar nesine
Ölürüm ben sesine
Bir daha vursaydı
Nefesim nefesine
İY’Kİ GELDİN AHBAP
Nazım, o büyük usta
ölümünden ölümden biraz önce Ecel’e demiş ki; “ İy’ki geldin ahbap, ben öfkeme
döneceğim.” Bizler öfkemize döneli kim bilir kaç yıl oldu da öfkeyi, kendi
doğallığının kaderi içinde yoğurup yoğurup pişiriyoruz…
On yıl oldu
başımızın tacı yüreğimizin nasırı olan bu iktidarın gelişi. Koca on yıl… Bir
kırlangıç ömrü dokuz yıl; bir kırlangıç ömründen fazla ömrümüze tanıklık etti
baş tacı yaptığımız ve baş tacı olmaktan mutlu olan büyük krallığın büyük
iktidarı…
On yıl içinde
eleştirilerden çok övgüler yazıldı ve söylendi gök kubbenin inanmış,
korkutulmuş insanlarınca. Avrupalılaşma telaşı, hak-adalet dağıtma sözlerinin
büyük çekim gücü iktidarın ilk yıllarına denk gelir. İlk yıllara ait
fotoğraflara bakarsak; mahcubiyeti, biraz da masumiyeti görür gibi oluruz.
Giysiler, saç-sakal ve bıyıklar daha özensiz ve daha halktandır… Halka daha
yakın duruş ve seslenişler; halkı ihtiyaç duyduğu sivilleşmeye, demokrasiye,
adalete, erdeme, şeffaflığa getirecekti güya! …
Güç ve güçlenme
arttıkça hesap sormalar da, ceza vermeler de, haddini bildirmeler de arttı.
Dillere destan, kıyametler gibi mahkûmlarımız büyük gösterişli hapishanelere
sığmaz oldu. Sayıları 100 bini çoktan geçti. 125 bin erkek, üç bin kadın iki
bin çocuktan ibaret suçlu sayımız, kaderin büyük lütuf’u gibi mayalandıkça
mayalanıyor…
Suçlulara cezaevleri
yaparak, mahkemeleri çoğaltarak hiçbir yere varılamayacağı çıkacak, çıkmak
zorunda kalacak “AF”’LARLA bir kez daha fiyaskoların şerefine yaşanacak ve
yaşatılacaktır da, suçların oluşumuna katkı veren suç değerlerini hiç kimsenin
kitaplaştırarak, sanatlaştırarak gün yüzüne çıkarıp, asıl olan bataklığı
kurutma gibi erdemli ve kalıcı bir işe soyunacağı da yok.
İy’ki Geldin Ahbap,
diyorum iktidarımıza. Güce, güçlenmeye doymayan ve doymayacak bu insanlar, daha
doğrusu ERKEKLER topluluğuna tek ses oluşlarına “merhaba” diyorum. İyi ki
varsınız…
Yollar yaptınız
enine boyuna; çift şeritli ama biraz da yaması bol olan yollar. Demir yollarını
tam manası ile anlamasanız da, kıyametler gibi kazaları görmezden gelseniz de
kara; kapkara yollar yaptınız büyük araçların büyük tüketim ve üretimleri
adına.
Yaptığınız güzel ve
geniş yolların kara bahtlı göçleri de hiç durmadı. Neredeyse bir İstanbul iki
Yunanistan oldu da kimsenin umunda olmadı bu insanlar neden göçer diye. Savaş
mı var? Kıtlık mı oldu? Adaletin köküne kibrit suyu mu döküldü? Büyük iktidarın
yeşil bahçelerinde oturan yeşil yürekli dostlarımıza göre her şey yolunda sorun
yoktur! Ama göçler var; gönülden gelmeyen zoraki göçlerin, koyun, dana, keçi,
tavuk kokulu yüreklerinde bonkör bir sevdayı da getiren, ama bir türlü şehirli
olma gibi dertleri olmayan insanlarım; insancıklar-ım, sevdikleri, doğdukları
yerlerden kopup gelirler…
Bizim insanımız
özellikle yarı aydınımız çok nankördür! Hangi iktidar gelirse gelsin saldırıyı,
büyük eleştirileri soylu bir iş gibi üzerine alır. Neymiş; bu iktidar
Cumhuriyeti, Laikliği, Mustafa Kemal’i, hakkı-adaleti pek sevmiyormuş! Laflara
bakar mısınız; bu iktidar sevmiyordu da SİZLER ne kadar sevdiniz soylu
entellerim-dan-tellerim; HİJYENİK değerlerim; ne zaman sevdiniz de bu ülkeyi
sevgi yuvaları ile kuşattınız?
Tabiat boşlukları
hiç sevmez! Boşlukları kendi doğallığı ile örter. Toplumsal boşluklar,
adaletsizlikler de ümit, umut dağıtan soylu insancıklara emanet edilirler. Bu
insancıklar da bu sevdanın yani kurtarıcı olma aşkının içgüdüleri ile gelirler
ve onlara inananlara kendi inanmış oldukları büyük mutlulukları dağıtmaya
başlarlar.
Asıl olan mutlu
olmayanlar değil mutlu olanlardır! Bu nasıl anlaşılır, en hakiki, en doğru
anlaşılma göstergesi nedir? Elbette alınan oylardır. Alınan oylar, her zaman
alınmayan oyların üstünde en şerefli bir emanet gibi en üstte tutulur. Ama
demokrasi böyle bir şey midir? Bu böyle bir demokrasidir işte!
Bu iktidardan önce
sevgi vardı da şimdi yok mu oldu? Bu iktidardan önce Avrupalaşma vardı da şimdi
yok mu oldu? Kullandığımız bütün ürünler Avrupa markalar değil mi? Atımız,
avradımız ve silahlarımız; hepsi Avrupa çıkışlı sayılırlar…
Çaresizlik,
fikirsizlik, belirsizlik ve kimliksizlik hep vardı… Bazen Avrupa’yı, bazen
Asya’yı severdik; hem de manyakça severdik… Bazen Avrupalı, Bazen Asyalı, bazen
de dünyalı olurduk. Her şey olduk ama bir türlü kendimiz olamadık. Japon’un
tarifi bellidir. Almanın da bellidir. Çalışkan, disiplin ve vatanperverlik;
erdemli bir yurttaşlık üzerine… Ya Türk’ün tarifi? Unutkanlık, öldürme, kul
olma, görmeme, duymama ve akılsız bir merhamet üzerine…
Platon; “ Bir halkı
yöneticilerinden tanırsınız.” Diyor. Yöneticilere diyecek hiçbir şeyimiz
yoktur. Öyleyse halka da söyleyecek bir lafımız yoktur… Ayrılmaz birer
parçadırlar; umutlar, hayaller, krallıklar adına…
İçinizde “ben
farklıyım, ben bu iktidara günahımı bile vermem.” Diyenler de var biliyorum.
Yarısı oyunu verdiyse, yarısı da vermedi; bunu iktidar da biliyor ve bu yüzden
hüzünlü bakıyorlar; üzdükleri sessiz kahramanlara.
Sessizliğin büyük
çoğunluğu için Nietzsche şöyle der; “ Ben bu kulaklara göre ağız değilim” Bir
ağzınız varsa, sizi duymayacak kulaklara seslenmenin bir anlamı da yoktur. Bir
duruşunuz, bir aklınız, bir erdeminiz varsa ama var oluşunuza inananlar yoksa
sizler yoksunuz demektir; varlığın içinde yok olmuşluğun içindesiniz…
İy’ki geldiniz
ahbaplar; sizler gelmeseydiniz, içliğin içindeki hiç olan varlığımızı
anlamayacak, kendimizi dünyalı gibi hissedecek, öykülere konu olacak insan
yaşamlarının hayali içinde hayalperestliklerle meşgul olacaktık; iy’ki
geldiniz!
Yaşamın içinde
nasılsa dışında da öyle olmalıdır insan. Can Yücel böyle bir şairdir; hem
yaşamın içinde, hem de dışındadır. Hem ölmüş, hem de tekrar yaşama armağan
edilmiştir…
Canların Can’ı
seslenir bu sevdiği canlara;
“En uzun koşuysa
elbet Türkiye’de de devrim/ O, onun en güzel yüz metresini koştu/ En sekmez
tabancanın namlusundan fırlayarak…/ En hızlısıydı hepimizin/ En önce göğüsledi ipi…/ Acıyorsam sana anam
avradım olsun/ Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun! “
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder