Sayfalar

23 Nisan 2012 Pazartesi

BU YOL ENEZ'E (AİNOS)'A GİDER

Kamera; Güven   Enez -Ainos

Çiçekte tomurcuk tarlada başak
hepemizden daha yakın yaşamaya.
Çocuklar, düşe-kalka bir gün gelip
büyüyecekler, der yanık sesli güzel
sanatçı.

Kamera; Güven Tekirdağ Rakoczi Müzesi

Doğa Irmak ve Zeynep
Köylerin yollarında, kentlerin yollarında
bir gün gelip büyüyecekler...
Onlarda on bin; yüz bin yıllık türküyü
söyleyecekler, ağıt yakanların bol
olduğu bu diyarda.


Kamera; Güven Tekirdağ Arkeoloji Müzesi

Tıpkı 23 Nisan Ulusal Egemenlik Çocuk
Bayramı gibi Arkeoloji müzeleri Mustafa Kemal'in
kalp ve iradesi ile kurulmuştur.


Kamera; Güven   Enez Kalesi

Tepeden seyreder Ege'yi, Meriç'i; ucu-bucağı
görünmeyen ovaları, döngüye ayak uydurmuş
kuşları; her zaman gizemini koruyan
Balkanları.


Kamera; Güven     Enez -Edirne

Taş taş üsütne koymak marifettir; taş taş üstünde
bırakmamak değil...


Kamera; Güven   Enez Diyarı

Gezi ekibimiz iş başında. Gezilere adım
atmak güçtür,adımlardan sonra süzülen
öğretileri taşımak daha güç...


Kamera; Güven   Enez

Burası suların krallığını kanıtladığı yer.
Sular burada birleşip buradan akarlar hayat
veren kanallara.
Su çiçekleri, sazlar, kamışlar, papatyalar derde
derman olacak tepeler, dağlar hepsi
buradadır.
Güzel yerler vardır; güzlliği ile mutlu olursunuz.
Bir de güzelden korkacak kadar duyumsadığınız
güzellikler vardır; boyutlar ötesi geçişlerin
rüzgarlarını hissettiğiniz yerler...


Kamera; Güven Enez

Kuğuların Beslenme Saati
Kuğular, Serçeler, Kara Bataklar, Ördekler,
Suçullukları, Martılar;
söylenecek tek şey sesler muhteşem
bir  armoniye dönüşmüş.


Kamera; Cem   Dayım Şerif Murat

Yılanbalıkları ondan sorulur. Yanık sesli
kavalda; ağların yapılması,onarılması da.
Bazı canlılar vardır; baştan sevilir. Ne
akraba, ne kandaş olmalarıdır asıl
olan sevginin adı.
Çocukken önemsemişlerdir sizi. Kusur
aramak yerine sevgi dağıtmışlardır
rütbelerden, gösterişlerden uzak.
Yanlış sevgi, gösterişli bir köşkün çürük
temellere oturması gibidir; en ufak
sallandılarda toz-duman olur...


Kamera; Güven   Enez

Meriç Nehri süzüle süzüle akıyor Ege Denizine.
Biraz ötede birleşiyorlar; BİR OLUYORLAR...
Meriç Nehrini sınır bellemişler; insanlık tarihinde
kim bilir kaç kez değişen sınırlardan...
biraz ötesi Yunan toprakları; kuşların hiç
kimseye aldırış bile etmeden sınırları yok
saydığı diyarlar; bu diyardır.


BU YOL ENEZ’E (AİNOS)A GİDER



 Çıkacağım gezi ister uzun, ister kısa mesafeler içinde olsun tarif edilemez bir heyecan içinde hissediyorum bedenimi. Biliyorum ki tabiatın saf hali, kendi sihirli dönüşümüyle meydana gelir. İnsan da en azından tüm yaşamına yayamasa da geziler hatırına saf hale tutunarak çıkmalı gezinin yoluna.

 Edirne’nin Enez ilçesi Türkiye’nin en batı ucu; yani son noktasıdır. Burası suların krallığının olduğu özel, masalımsı bir diyardır. Hâla keşfedilmeyi, dünyalar içindeki dünyaları bulacak kâşifleri bekliyor.

 Dağlardan doğan, bağrında tonlarca bereketli mili taşıyan Meriç Nehri burada kavuşur büyük aşk yaşadığı Ege Denizi ile. Tam kavuştukları yere gözcülük yapan tepeye kurulmuş kale, bütün viranlığıyla kendi ihtişamını hissettirir. Sular kuşları, kuşlar sesleri; müziği, notaları davet eder Enez’e.

 Bu geziye çıkarken içimdeki nehir neleri taşımadı ki hatıra diye. Mesela Bremen Mızıkacıları geldi aklıma; Eşek, köpek, kedi ve horoz… Kul-köle olmayı reddeden kötülüğe savaş açan bu dört kafadarın bir araya gelip yaşadıkları maceraları her gezinin kendi macerası ile birleştirdim.

 Tabiat evrene fışkıracakmış gibi yeşildi. Buğdaylar yeşil, ağaçlar yeşil ile beyaz, mor, pembe, eflatun… Enez’in suları meşhurdur meşhur olmasına ama balığı; balıkları da; balıkçısı Şerif Murat’ı da meşhurdur. Hele bir de kaval çalsın size; balıklarla birlikte sizde oynarsınız sarhoş bir canlı niyetine.

 Şerif Murat dayım olur. Dayıların vazgeçilmezi; her daim beyefendiliği, dünya malının muhteşem ezikliği içine düşmemiş çalışmayı en büyük ibadet edinmiş saygın insan… Çevresi ne kadar sayar, ne kadar sever; hiçbir zaman derecelendirmedim; ben onu baştan beri sevdim; sevmenin en doğal güzel hatırına.

 Keşan’dan Enez’e (Ainos)a yol almak aynı zamanda güzel köylerin bol ağaçlık tarlaların, tepelerin yanından da geçmeyi ödül olarak sunar insana. Ödüllerin en güzelleri Bremen Mızıkacıları gibi dizilmiştir sırasıyla. Neredeyse nesli kaybolmuş eşekleri, köpekleri, horozları hatta en güzel bahçeleri, seslerin evrensel bir koroya dönüştüğü kuşları burada görebilirsiniz. Dünyanın en gizemli balıklarından birisi olan yılan balığının serüveninin mola verdiği diyardır Ainos diyarı.

 Arkadaşlarım eşek, kedi, köpek ve horoz değildi; rica üzerine yarı istekli, yarı isteksiz gezi ekibinin güzel insanlarıydılar. Doğa Irmak, Cem, Ata ve Halil; günün güneşine, yolun yolculuğuna, yeşilin bin bir yeşermişliğine; kuşların kolonileriyle büyük koro oluşturdukları bu yere benle birlikte geldiler.

 Balkanların alçaldığı, aynı zamanda yükseldiği; Meriç Nehri’nin daraldığı neredeyse Yunanistan ile Türkiye’nin bir olduğu sınır çizgilerinin yok olup kendi evrensel birleşiminin uçsuz bucaksızlığı içinde seyrettim panoramaya dâhil olan suları, tepeleri, dağları ve ovaları.

 Gezi arkadaşım Ata gezinin ilk saatlerinde yüzü gülmez bürokrat bakışlarındaydı. Cem uykusunu alamamış amca hatırına yollara düşmüşlüğün bakışlarında her fırsatı uykuya çevirme derdindeydi. Şoför Halil karışık olan kafasını dağıtacak bir mucize bekliyordu bu geziden. Doğa Irmak ben gibi, ne çıkarsa karşıma; “kabulüm” der gibi heyecanını gözlerine, gözler de diğer yüzlere yansıtıyordu.

 İnsan, tabiatın içine büyük bir aşkla akmaya görsün; baktığı her şey delicesine başkalaşım geçirir ve seslenir o bakışların sahibine. Yol bile mırıldanır türküsünü şiir niyetine;

“ Ben hiç böylesini görmemiştim vurdun… Kanıma girdin… Kabulümsün” böyle sesleniyordu şair Atilla İlhan iç çekerek; büyük şeyleri yaşamış, gözlerden öte yüreği yaşlanmış biri; dönüşüme yaklaşmış biri olarak…

 Ainos’a 32 yıl öncesi gibi geldim. Saf halde… İlk çadır kuruşumuz olacaktı o günün yaz akşamı. Beş kişiydik büyük çadırı kurmaya çalışan beş erkek. Çadır kare olacaktı olmasına ama çokgen oldu sabaha uyandığımızda. Herkes bizim çadıra, kare olarak kurulan çokgen çadıra bakıyordu. Dedik ya ilk adımlardı güneşin Ege’yi ısıttığı, ay’ın sallayarak incecik kumlar elediği bu yere.

 Ainos’un sıcak akşamında şarap kokusu vardı. Şarap içmeyi bilmiyorduk oysa daha. Henüz delicesine, delirmişçesine, göbeğini titretecek aşka vakit vardı daha. Her şey varlığın erkek duyguları hatırınaydı; sevgili, sevme içgüdüsü, egonun soylu güzel hatırları…

 Meriç ağzına kadar dolu Rumeli Balkanlarının damlaya dönüşmüş suları aşkına. Yılan balıkları yine gelmişlerdi yüzlerce kilo metre ötelerden doğdukları bu yere. Şerif Murat yine ağların onarma inceliği hünerli içinde yaşı yaşın üstüne koyup yaşlanmaya meydan okuyordu; tek tutunduğu çalışmanın sevdasına…

 El sallıyorum size antik diyarın, Homeros’un tanıdık yerleri. Nice kralları ağırladınız, avuttunuz; tepeleriniz, sularınız, gizemli yeraltı geçitleriniz hatırına; selam veriyorum size, zamansızlığın selamı; sonsuzluğun selamını; hiçbir inanca, ülkeye, ırka ezici bir aitlik sarılışı yapmadan selam veriyorum…

 Güven Serin















21 Nisan 2012 Cumartesi

TENCERE DİBİN KARA

Kamera; Güven   Doğa Irmak; küçük arkadaşım.

Masumdur çocuklar; çünkü tencere ve
karalıklarla meşgul olacak kadar büyüklük
hastalığına ve ahlakına tutunmamışlardır daha.
Önemsenmeyi isterler, önemsenmek insanı
yüceltir ve vicdanını olgunlaştırma yolunda
besler.
Beslenen vicdanlar, kötülüğü bir bir
ayıklamakla zevkli bir ömür tüketirler;
bitmese de kötülükler yaratılan küçük
iyiliklerdir asıl olan yaşamın
gerçekleri.

TENCERE DİBİN KARA



 Tencereye seslensek; “tencere dibin kara” desek, tencere de bize ses verse ; “ seninki benden kara” dese ne deriz acaba? Muhtemelen bütün karalığımıza rağmen küseriz. Beyazlığı anımsar, belki de hiç olmadığımız beyazlığın düşleri içinde en erdemli, en saygın insan gibi tencereye hatta yedi sülalesine küfür ederiz.

 Günü konuşmak yerine izlemek, dinlemek ile geçirme kararıma uygun insanlarla, hatta insancıklarla karşılaştım bugünde. Buna da şükür! İnsanın olmadığı yerde insansızlık çeker insan. Büyük bir özlem duyar insanı bulmak adına.

 Güne hatta tencereye de selam verdikten sonra nazikçe günün içine girdim. Bildik, alışıldık Nisan günü. Biraz güneş, bol bulut, hafiften çiseleyen yağmur ve oradan oraya koşan insanlar… Az kelime ve bol argo ile büyük muhabbetlerin büyük lakırdıları bugünün içine de yığılacak. Tepeler dolusu, depolar dolusu laf edilecek; günün soylu hatırına. Neredeyse bütün tencerelerin karalığından, namussuzluğundan, hatta orospuluğundan söz edilecek de kendi yüzümüze, ellerimize ve en önemlisi yüreğimize bakma zamanımız olmayacak.

 Yeni başlattığım uygulama adına işyerinde şeker bulunduruyorum. Belki biraz olsun şekerli, sakin muhabbetleri aşılarız diye. Gelene şeker, gidene şeker vererek şeker gibi insanlara açlığımızı da anlatmak istiyorum aynı zamanda. Fazla şekerli olmak da iyi değildir. Ayıp olmasın diye “deli” demezler ama birazcık “şekerli” derler. Siz anlarısınız karşıdaki anlatanın hafif gülümsemesinden şekerli ne demek olduğunu…

 İşyeri elektrik tahsilât bürosu ile yan yana olduğu için her fatura ödemeye gelen tanıdık küçük bir selam vermeden geçmez sağ olsunlar. Böyle bir tanıdık, faturasını ödedikten sonra başını uzatıp; “merhaba” dedi. Bende başımı çevirip, sakin günün erdemli bir dinleyici hatırına içten bir “merhaba” yaptım.

 Hatır soran bayan arkadaşım 3-4 yıl önce emekli oldu. Sıkı bir muhabbetçi aynı zamanda muhteşem bir anlatıcı olduğunu bildiğim için içten bir merhabanın nereye gideceğini biliyordum. Ama dedik ya güne sakın ve dinleyici olarak başlayacağız!

 Emekli bayan arkadaşım içeri oturmadan ayaküstü bir merhabanın ardından en az 20 dakikalık menü sundu bana. İçinde neler yok ki; soğuk mezeler, ara sıcaklar; ana ve baba yemekler, yıllanmış içkiler… Kafamı salladıkça yükleniyor, yüklendikçe savaşı kazanmış mağrur bir kahraman gibi kılıcını sallıyor.

 Emekli bayan arkadaşım şeker tadında kalsın, şeker gibi konuşsun diye ikram ettiğim şekeri de almadı. Belki de şeker gibi olmak istemiyordur. Yanımdan ayrılırken söyleyeceğini tam manası ile söyleyemeden büyük bir yorgunluk içinde ayrılıp gitti.

 Günü sakinlik içinde biraz iş biraz dinleme, biraz öğrenme ile geceye devrettim. Liman sakin, süzülen ışıklar içinde bildik geceleri tekrarlıyor. Bahar serinliği üzerinizdeki giysiye saygı duymanızı sağlıyor. Fermuarı sıkıca kapattıktan sonra dışarıda oturmak üşütmüyor insanı. Limanın; Balıkçı Barınağı kahvesinin aşina yüzleri orada! Serinlik yüzünden sıcağı seven şehir halkım evlerinde olmalı. Az da olsa beş on kişi masalarını gece ve sevgililer ile paylaşmışlar.

 Gece ve limanın sakinliğine demir atmış, çay ile huzuru yoğururken sağıma bir tanıdık, soluma bir tanıdık oturdu. Bilinen selamlar alınıp verildikten sonra; sağıma oturan tanıdık esnaf arkadaş birkaç ay önce yaptığımız Ganoslar Gezisini anlatan gazete yazısını hatırlattı bana.

 Yazının insandan insana akan güzelliğini bir kez daha anlamanın duygusu inanılmaz bir şey. Sabah karşı başlayan gezimizi anlatan köşe yazısını aylar sonra bile hatırlatan arkadaşın aklı, hâla o yazıdaki çalışmada anlatılan sabah karşı öten kuşların sesindeydi.

 Sağımdaki arkadaş bir masal diyarı olan Ganoslara, kuş seslerine, büyülü vadilere “bende gideceğim” diyerek, ümitlerini yarınlara gece ile birlikte devretti.

 Solumdaki esnaf arkadaş benim gibi gece çalışmış yorgunluğunu gidermek için liman çay bahçesine geç inmişti. Yorgunda ama çalışan ışıltısı ve gururu vardı yüzünde.

 İnsan ne kadar sessizliğe bürünse, ne kadar geceye girmeye çalışsa da insanlara açık olan bir yerde muhakkak bir tanıdıkla karşılaşma olasılığınız vardır. Soluma oturan esnaf arkadaş da sağımdaki arkadaşın susmasını fırsat bilip konuşmaya başladı. Anlattığı konu kızının üniversite konusuydu. Üç kızından en büyüğü olan kızı Üniversitede okuyordu.

“Kızımı burayı bitirdikten sonra İngiltere’ye yollayacağım. Ne gerekirse yapacağım. Para sorun değil! “

İyi kazanan esnaf arkadaş gururla böyle söylüyordu. Sonra ara vermeden konuşmaya aynı gururla ve kararlılıkla devam etti;

“ Geçen gün kızımı karşıma aldım, para sorun değil, sen oku. Yeter ki şu orospu düzen gibi giyinme. Gelirken de bir piç getirme”

 Parası ve gururu bol olan arkadaşımın da biricik derdi kızının okuması, tonla para harcaması ama şu orospu düzen gibi; yani açık-seçik giyinmeyip, üstelik de anası babası olmayan bir erkek çocuğa da gönül vermemeliydi…

 En acımasız saldırılarımız, en büyük beklentilerimiz hep tutuculuk, hep renksizlik adına; orospuluğun bile insana, topluma faydalı bir meslek-iş olduğunun inancı ne hazindir ki bizde hiç olmadı olmayacak. Toplumların fertlerini eğlenceden, giyinmeden, düşünmeden, kendini ifade etmekten yoksun bıraktıkça göç batıya olacaktır.

 Ne hazindir ki bütün icatlar eğlencenin, orospu düzen gibi eleştirdiğimiz insan neşesini, eğlencesinin, özgürlüğünün olduğu ülkelerden çıkıyor; düşündürücü bir durum…

Tencere dibin kara, seninki benden kara arkadaş! …

 Güven Serin












20 Nisan 2012 Cuma

ÖLÜM FERMANI ve ÖZGÜRLÜK

Kamera; Yunus  Ganoslar  (Işıklar) Dağı -Tekirdağ

İnsan denen canlının ne özgürlük arayışı
ne de hileleri biter. En iyisi, en doğrusu ve en
kötüsü derken bir bakmışsınız güzelim hayat
muhteşem bir korku töreni ile "hadi Abbas
vakit tamam" der.
Vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştır insancık, çünkü
düşüncenin iradesine tutunmamış, sadece
tutkularda, en iyi bildiğim dediği şeylere
takılarak asıl arayacağı en kötü ve en
yanlış hangisidir diye en güzele
gidemememiştir...
En çok olanı hep haklı-doğru sayarken
en çok olanın en büyük hataları yaptığını
anlayamadan en azı hep lanetledik; esas
olan "iyi" en azın imbikten geçmiş değerli
düşüncelerindedir...


ÖLÜM FERMANI ve ÖZGÜRLÜK



 Dün ABD’ye karşı çıkmanın bir anlamı vardı; “Özgürlük”… Bugün ise tek bir anlamı var; “Tutsaklık” artık ona aitsin…

 Sürekli büyüyen, genişleyen ve çıkar kavgasında sürekli aslan payını almak isteyen ABD siyaseti neredeyse tüm dünyayı yönlendirecek politikalar üretiyor. Üretmekle kalmıyor; insan denen canlının 21. yüzyılın büyük insanlığı önünde bile ne büyük cinayetler işleyeceğinin de destanlarını yazıyor.

 Anlaşılan odur ki ele geçirilmeyen hiçbir koltuk kalmayacak. Vatanperverliğin şapkasını yere düşürüp ayaklar altında tekmeliyorlar. Bölgeler arası hassas dengelerin arasındaki kalın çizgi, büyük uçurumlara dönüşüyor. İç göç başını almış gidiyor; 21. yüzyılda bile göç ruhu ile göç ediyoruz; bu dünyadan diğer dünyalara…

 Hastanede karşılaştığım otuz yaşlarındaki annenin konuşma aksanı taze göç edenlerin taraftarı olduğunu gösteriyordu. Küçük oğlu Ömer’i tedavi ettirmek için hastanede kalıyorlardı. Ömer hâla dağların, vadilerin ürkek bakışları ile gözlerini kaçırıyor biz yabancı insanlardan.

 Geçmiş olsun. Sağ olun. Siz sağ olun diyen mahcup bir kadın sesiydi. Kars’tan göç edeli on yıl olmuş. Tekirdağ’ın Kaşıkçı Köyünde yaşıyorlar.

 Doğduğunuz yerlere gidebildiniz mi yakın zamanda? Yok; gitmedim, diyen ses de ürkek ve belli bin muhacirliğin mahcubiyetini anlatıyordu göçlerin çığ gibi büyüdüğü memleketimin Tekirdağ bölgesinde.

 Yüksek ABD çıkarları, büyük savaş çığırtkanlıkları; bölme, bölüştürme ve büyük çıkarların şanlı kahramanları; göçleri, göçebelikleri, muhacirlikleri ilahi bir iş gibi destekliyorlar. Büyük kapılar, ses geçirmeyen mekânlar ardında büyük düşlerin ölümlüleri de neyin kurbanı olduklarını bilmeden kurban ayinleri düzenlemek için ikide birde düğmelere dokunuyorlar.

 Başkasına, başka ülkelerin önderliğinde alınacak kararlara göre yaşamak nasıl bir özgürlük anlayışı ve anlatımı acaba… Bir karar alınıyor; komşunuz, dindaşınız olan insanlarla sarmaş dolaş oluyorsunuz. Bir karar alınıyor; dün sarmaştığınız, saygı ve samimi duygular içinde öptüğünüz insanın ölüm fermanını aldığınızı bildiriyorsunuz…

 Bir gün ülke tarihi doğru ellerde ve tarafsız yazılacaksa, o günün çocuklarına insanlık, doğruluk adına çok önemli şeyler öğrenme fırsatı da hediye etmiş olacaklardır tarihi emanet ettiğimiz insanlar.

 Bugün başkasının topu-tüfeği ile vatan savunması yapma hayalleri kuruyoruz. Bugün, başka ülkelerin icadı olan aşılarla, ilaçlarla yaşam savaşı veriyoruz. Konforlu araçlarımızın sahibi, buluşçusu da onlar. Yine tek kolumuzu camdan çıkarıp da, sigaramızı yellene yellene içtiğimiz araçların petrolü de onların buluşları ile yeryüzü cennetine çıkıyor.

 Bize ait bir tek özgürlüğümüz vardı; üzerinde vatanımız dediğimiz toprakların, dereleri, dağları, taşları vardı; şimdi onlara da bizim diyemeyeceğimiz kadar uzak ve kirlettik onları…

 Düşünmeyi, düşünürken araştırmayı, araştırırken icat etmeyi yok sayıp, yokluğun en itaatkâr insanları haline geldik. Başımız göklere çıkıyorken, övünmelerin baş dönmesini yaşarken bile her an yere eğilip, yere düşme kaygısı içinde sessizliğe gömülüyoruz.

 Bir tek renk, bir tek vücut olma gayreti içinde büyük insan yığınları her geçen gün siyahın, renksizliğin içinde sanki devasa bir heykele dönüştürülecek potada eritiliyoruz.

 Oturduğumuz salona dört erkek, dört kadın girdi. Erkeklerin yüksek yerde memur oldukları kıyafetlerinden, bıyıklarından, güneş görmemiş yüzlerinden ve onlara hürmetle yaklaşan garsondan belli. Kadınları ayrı masaya erkekler ayrı masaya geçtiler.

 Bizim masaya gelen seslere bakılırsa konu; din, iman üzerineydi… Her ikisi de birbirine bağlı insan denen canlının gönülden yaparsa ciddi bir iç huzura ulaşılacak bir yol olduğuna inanmayan hiçbir dinsiz bile yoktur.

 İnancımız ve inananlarla ilgili hiçbir çekince yokken asıl sorunumuz birbirine şüphe ile bakan ve bize en uzak kıtadakilere gösterdiğimiz hürmeti, saygıyı ve bağlılığı en yakınımızdaki vatandaşlarımız için göstermediğimiz acı gerçeğidir…

 Korku ve şüphe dağları büyürken daha ismini bile bilmediğimiz ülkelerin, ülke insanlarının ölüm fermanları imzalanıyor; hem de büyük erdemli görüntüler, sevişmeler içinde. Ölüm fermanlarının en büyük gerekçesi; özgürlük adına, daha iyi bir demokrasi adına olduğunu da unutmayalım…

Öyleyse; söz konusu demokrasi ve özgürlükse, bizler de ölürüz; onlar öldürmeden…

  Güven Serin

16 Nisan 2012 Pazartesi

HAYATIN İÇİNDEN


Kamera;Güven Kumbağ-Tekirdağ

Tavla kültürü bizim insanımıza en iyi uyum
sağlamış oyunlardan bir tanesidir. Çabuk başlar
çabuk biter. Saman alevi gibi; ışığı görür,
ışığı yitirirsin...
Güzel olan tarafı; ahşap pulların ahşap
tavlaya çarpası aynı zamanda şans ile
gücün kimde olduğunu da anlatır pes
etmek bilmeyen rakibe.

İyi vakit geçirtir insana. Ucuzdur,büyük
emek istemez...
Şimdi ahşap pulları ahşap tavlaya şöyle bir
vurasım geldi; ne güzelde ses
oluyor sessizliği sevmeyen insana...


HAYATIN İÇİNDEN



 Soluk alıp-verdiğimiz irade dediğimiz gücü hissettiğimiz her an yaşamın içindeyiz. Yaşam, bizim algıladığımız, emek harcadığımız, farkına varıp kimi dokunma, kimi seslenme, kimi duyma veya hisler ile anlamlandırdığımız her şeyin bütünüdür.

 Yaşam içinde en önemli yeri “iş hayatımız kaplar. Günle birlikte içine girdiğimiz iş hayatı. Genelde içeride, masa başı işlere özenen çok olur. Gel de on saatini masa başında geçirenlere sor. Kırların rüzgârını yüzünde hisseden, derisindeki inceliği sertlik ile değiştiren, elleri çatlayan ve nasır tutan insanlar; mekânların bol parfümlü kokularına, ince ve narin tenli olmaya özenirler. Haklıdırlar da. Olmayan, yaşanmayan her şey denenmek, sahip olunmak ister…

 Bir iş; dışarıda bahar havası toprağı, suyu, yeryüzüne sarmışken ağır olur. Güneş bulular ile oyun oynamak istediği bir hafta sonu günüydü; 14 Nisan yağmurların toprak ile ağır ağır seviştiği zamanı da anlatıyor bize. Gün içinde yere düşen yağmur, dokunduğu her şeyi incitmekten korkar bir eda içindeydi. Güneş de öyle; yağmurun bulutlarına birkaç dakika izin verip, sonra o hoş serinliği kendince buharlaştırıp sarhoşluğu bedava yaşatıyor.

 Önce yağmur ince ince düşüyor yere. Bir kadın gibi sarılıyor yere düştüğü yerdeki her şeye; şefkatli, seven, hisseden bir dişi gibi… Sonra güneş, telaşsız hünerli bir yol gösterici gibi kadının geçtiği yerlere serptiği su damlacıklarını topraktan, ağaçlardan, çiçeklerden, tepelerden, yamaçlardan nazikçe geri alıyor. Her geri alışta kokuları serpiyor geri aldığının karşılığı diye…

 Bugün günlerden 14 Nisan, içim içime sığmıyor. Doğa yenilenmenin muhteşem gösterisini yağmur ve güneş ile yapıyor. Ağaçların kimi çiçeğe, kimi yaprağa dönüşmüş. Kimi ise oldukça temkinli; daha zaman var diyor; yeşile, sarıya, pembeye ve dönüşümün kendisine…

 Aslında dönüşüm çoktan başlamış. En daralma, en büzülme ve donuk zamanlarda bile dönüşüm adına bir şeyler işliyor. En cansız yeryüzü parçasında milyonlarca canlı hayat insanlığın yeryüzüne ayak basmadığı zamanlardan önceki eğlencelerine devam ediyorlar.

 Bugün 14 Nisan ve bugünün hakkını vermeli; ince ince yağan yağmur gibi, bulutlarla haylazlık yapan varlığını üç-beş dakikada hatırlatan güneş gibi; günün hakkını vermek için Kumbağ’da yaşayan emekliliğin keyfini arıcılık, balıkçılık yaparak tabiatın içinde çıkaran Hasan Bey’den gelen telefona sevgiliye sarılır gibi sarıldım.

 Hasan Bey’den gelen telefon dışarı çıkmam, işten erken ayrılmam anlamına geliyordu. Ve telefonun sesini, aynı zamanda irademin üzerinde kokular saçan baharın sesini dinleyerek Kumbağ’a götürecek mavi minibüse el ettim. Mavi minibüs gökten aldığı rengini, yeşile, pembeye, sarıya; deniz kokan yolda benle birlikte akıp gitti.

 Sıkışık mekânlar cenneti şehrim Tekirdağ, birçok insanın özendiği masa başı işim ve bilgisayarımın vazgeçilmezliğinden ayrılmak ne büyük bir ayrıcalık… Hiçbir faaliyet doğanın, doğallığın kendisi ile harmanlanmasa kalıcılığın huzurunu yaratamıyor. İsterseniz katrilyonları kazanın, isterseniz şöhretin milyonluk alkışlarını duyun…

 Tekirdağ Kumbağ arası mekânların doğa ile sarmaş dolaş olduğu, kimi hayret verice feci mimarilerin gösterisini, kimi dokunmaya kıyamayacağın çevre ile ahenkli yazlık-kışlık evlerin yanından-yakınından geçtim.

 Deniz Nisan yağmuru gibi ince ince dalgalanmak yerine köpüre köpüre dalgalanıyordu. Yosunları koparıp kıyıya vurmak için iyece yoğuruyor, sonra kıyıya, insanlığa bir şeyler anlatırcasına temizliğin güzel dansını yapıyordu.

 Kumbağa Limanı; Balıkçı Barınağı küçük teknelerini koruyacak mendireğin yapılmasını beklercesine küçük tekneleri limandan çok açık denizdeki tekneler gibi yalpalanıyorlardı bağlı oldukları yerde.

 Başkan Abdullah Aydemir ve balıkçı dostları Ulaştırma Haberleşme ve Denizcilik Bakanlı 1.Bölge Müdürlüğünden ACİLEN yardım bekliyorlar. Bu güzel beldenin insan kokan Balıkçı Barınağı yapılacak mendirek ile korunaklı ve daha güvenli bir yere kavuşacak. İnsana hizmet, insanın canı gibi olan mallarını korumak la tamam olur…

 Kumbağ Balıkçı Barınağının yanında bulunan kahveye girdiğimde dostlarım güzel bir tavla karşılaşması içindeydiler. Abdullah Aydemir ile Mustafa Aktuna (iki eski dost) Mustafa Aktuna İstanbul’da yaşadığı halde, çocukluğunun deniz, çam, toprak, çiçek, üzüm, kekik, ıhlamur kokan yerine Kumbağ’a yani bıraktığı huzura hafta sonu ödülü olarak gelmiş.

 Dostlar, özlediği dosta zamanı dilimleyerek saygı göstermezler. Zamanın hangi diliminde onlara uğrarsanız uğrayın; gözlerindeki pırıltı ile ayağa kalkarlar ve size “hoş geldin” diye sarılırlar.

 Bende 14 Nisanın hafta sonu ödülünü, gün geceye kavuşmaya birkaç saat kala Kumbağ’daki dostlarım Hasan Bey, Abdullah Bey, Mustafa Bey, Hüseyin Bey, Mehmet Bey ile sohbet lezzeti ile Nisan’a; yani yenilenmeye, yani doğanın doğallığına dönüştürdüm.

Dostlar; SİZLERE TEŞEKKÜRÜ BORÇ BİLİYORUM…









13 Nisan 2012 Cuma

KARA RECEP EFSANESİ

Kamera; Güven Moda İskelesi-İstanbul

Hatıralar ile birlikte zaman-mekan da
donar.
Size ait bir resim, şiir, beste, fotoğraf
o zamanın en büyük tanığıdır.

Bir ışık, bir sevgi, bir ilgi-alaka, hünerli
bir el, gayretli bir ses; donuk zamanları
tekrar yaşama; yaşamlara hediye eder.

KARA RECEP EFSANESİ




 Çocukluğumun taylar gibi koşmalı zamanlarında bizim oralarda efsane haline gelmiş Recep; Kara Recep’in hikâyesidir bu hikâye… O zamanlar ovamıza pirinç ekilmez, yeşilli, sarılı ayçiçeğiler, mısırlar, buğdaylar, fasulyeler, karpuz, kavunlar ekilirdi. Her tarlada bir ağaç gölge vermek için beklerdi soylu insanoğlunu.

 Ilgın ağaçları Meriç Nehri kıyısında kumlu alanlarda hayat bulmuş, bülbüller en güzel bestelerini yapıyordu. Meriç, alabildiğine gürültülü, heybetli akardı büyük aşk yaşadığı Ege Denizine.

 Küçük bedenimin gözleri ile bakardım karşı kıyıya. Yunan toprakları derlerdi büyükler. Gavurun toprakları! Ne demek di gavur? Kötü bir şey olmalı ama karşı kıyıdan kötülüğün kokuları, sesleri gelmezdi küçük aklımın narin bedenine.

 Daha teknoloji merakımız en yüksek seviyeye çıkmamış, perili-cinli muhabbetler, masallar ve destanlar hüküm sürerdi bizim ovalarda. Akşam olunca kuşların yuvalara gitmesini izlerdim yamaçlardan. Nereden gelir nerelere giderdi bu kuşlar? Kargalar kendi gurubu ile leylekler, serçeler, kartallar kendi gurupları ile dolaşır, kendi doğal yaşamların hayvanca keyfini çıkarırlardı.

 Ovalara yayılan gelincik çiçekleri, hoyrat lanetli tarım ilaçlarına kurban verilmemişti. Tarlalardaki ahlât ağaçları da öyle… Karpuz ve kavunun en iyisini yer, mısırın en sütlüsünü bilirdik. Hele fasulye, Meriç kokardı. Meriç’in bereketli toprağı; Rumeli Dağlarından, vadilerinden, ovalarından süzülen toprak fasulye tarlalarına kardeşlik aşılardı bizler fark etmeden…

 Tam da o zamanlar bir efsane vardı bizim diyarlarda. Kara Recep Efsanesi derlerdi adına. Anneler en haylaz çocuklarını Kara Recep geliyor, diye korkutur, izaha sokarlardı. Gece vakti çocuklar hele bir yaramazlık yapsın! Derhal, Kara Recep geliyor, derlerdi. Daha Kara Recep’in karasını duyar duymaz bedenimiz ruhumuz ile birlikte titrerdi. İçeri girdiğimiz gibi, içeride saklanacak sandık, köşe arardık.

 Annelerimiz, ninelerimiz ne kadar dua etse azdır Kara Recep’e. Ne büyür kurtarıcı, ne büyük yardımcıydı onlar adına.

 Kara Recep geliyor, korkusu ile yıllar yılların içinde süzüldü. Tıpkı bizler de iç içe süzüldüğümüz gibi. Dün aldığımız ayakkabı yarın ayağıma olmazdı. Hızlı boy attım, bereketli toprakların olduğu diyarda.

 Recep; Kara Recep efsanesi sayesinde kötü yola da düşmemiştik. İstersen düş! Recep, kötülüğün, korkunun simgesi Recep; bizi dine, imana, izaha sokmak için büyük iyilik yapıyordu.

 Küçük bedenimin küçük aklı ile sorardım nineme; bu Kara Recep ne yapmış nine? Ninem, o utangaç yüzlü kadın hemen ciddileşir; “ neler yapmamış ki, kaç bakkalı soymuş, kaç insanın önüne geçmiş, benim istediğimiz yapmazsanız sizi yerle bir ederim.” Dermiş. Kara Recep’in tüm istekleri hemen yerine getirilirmiş. O zamanın lüksü sayılan helvalar, lokumlar, ballar; sandıkla, leğenle, koliler ile Recep’in bulunduğu inine taşınırmış. Öyle anlattı büyükler, öyle bildik bizler…

 Bir gün, küçüklüğümüzün anılarda kaldığı, artık 1.78’lik boy-post ile dolaştığım zamanda bir arkadaşım seslendi bana;

“şu karşıdaki adamı görüyor musun?”

Evet görüyorum.

İşte o Kara Recep. Namı meşhur, efsane Recep!”

 Arkadaşımın gösterdiği adam; kara-kuru zavallı bir biçareydi. İşte o zaman, ne olduysa oldu; kırk yıllık Kara Recep Efsanesi yakıldı bende.

 Efsane dediğin Köroğlu gibi olur. İnsanın önünde eğilmez; insanlık onun önünde eğilir. Kerem ile Aslı’nın, Tahir ile Zühre’nin, Ferhat ile Şirin’in efsaneleri gibi…

 Temelsiz, düzensiz, adaletsiz, merhametsiz, sanatsız, ilimsiz her oluşum; büyüklük, zorbalık yıkılmaya, yok olmaya mecburdur. Bu, büyük yaratıcının insanlığa armağan ettiği büyük bir kurtuluşun geç gelen ödülüdür…

 Tıpkı Kara Recep efsanelerinin yıkıldığı gibi; bugüne, yarına ve bugünü, yarını dolduran, dolduracak insanlara; insanlık adına zulüm, adaletsizlik yapılıyor. İçeridekilere, dışarıdakilere.

Ortalıkta dolanan havada adalet kokmuyor. Merhamet sözcüğü unutulmuş. Öyleyse efsanenin yıkılma, yok olma zamanı yaklaşmış; gözünüz aydın ola…


 Güven Serin












9 Nisan 2012 Pazartesi

DAYICIĞIM ŞAPKA YAKIŞMIŞ SANA

Kamera; Güven   KADIKÖY-İSTANBUL

 Güneş ve deniz; canlı hayatının varoluşuna
tanıklık yapan iki güzel şey; SEVİYORUM SİZİ.

Bir gün daha geceye,bir gece de güne devroluyor.


DAYICIĞIM ŞAPKA YAKIŞMIŞ SANA




 Tekirdağ’ın bütün yeraltı hazinelerinden sorumlu Hazineci Başı Mehmet Paşa her zamanki gibi şehir turundaydı. Sevdiği, şakalaştığı insanları kendi dünyasına çekip, onun gerçek gibi anlattığı masallara inanmanız hatta içine düşmeniz an meselesidir.

 Hazineci Başı Mehmet Paşa matematiği ve hayal dünyası oldukça iyi olan bildiğimiz soylu doğu insan tiplerinden birisidir. Onu tanıdım tanıyalı, dinlediğim hazine muhabbetleri insan denen bütün canlıları titretecek kadar büyük ve ihtişamlıdır…

 Hazineci Başı Mehmet Paşa, ona göre bulduğu hatta kuruşu kuruşuna hesabını yaptığı hazine tılsımlıdır. Mağara ağzına kadar hazine ile doludur. Ama tılsımı bilemezsin onu dışarı çıkaramazsın. Çıkarırsan öteki dünyayı hazinesiz boylarsın!

 İçinde kaç ton altın, kaç kg olduğu bugünkü piyasa değeri onun üstün zekâsı sayesinde bilinmektedir. Bu hikâye dilden dile dolaşır, nice insanın hayal dünyasını perişan eder…

Hazineci Mehmet Paşa ile karşı karşıya geldiğimiz cadde de yine onun tanıdık seslenişi ile

Dayıcığım şapka yakışmış sana.” Yıllardır taşıdığım kasketi yeni görüyormuş gibi konuya girdikten sonra;

Yakında hazine çıkıyor. Bütün kapılar açılacak.” Ne kadar çıkacağı, kaç ton ve kaç katrilyon olduğunu da en hassas adalet bekçisi ağzı ile söyledi. Elbet her zamanki bonkör keşiş ağzı ile benim payımı da söyleyerek ağzımı, yüzümü sulandırdı.

 Hazineci Başı Mehmet Paşa’nın hazine ile ilgili söyledikleri yanımızdan geçen ve onu tanımayanları baştan aşağıya, aşağıdan yukarıya bir şekilde sarstığı gün gibi belli oldu. Büyük hazineyi, tonajını, katrilyon değerindeki büyüklüğünü duyanın başı dönüyor. Zaten Hazineci Başının da istediği bu baş dönmesidir. Avını sersemleten elektrik yüklü balıklar gibi önce elektriği verip sersemletiyor, sonra da o günün nafakasını alma girişimini insan denen canlının en nazik üslubu, en kurnaz siyaseti ile ince bir dantel ustası zarafeti ile yapıyor.

 Ülke insanımın hazine merakı, köşeyi dönme aşkı gün gibi ortadadır. Zaten bu hazine merakı yüzünden de üretim üstünlüğü, dünyaya öncü olma gibi icat yarışı içindeki geriliğimiz de sırf bu hazine merakları yüzündendir.

 Dağlarda, tepelerde gezerken rastladığım büyük-küçük çukurlar hep hazine meraklılarının bol hülyaları yüzündendir. Öyle çukurlara denk geldim ki taş kadar sert olan toprak parçası bile kazılmış. Kim hangi sarayların, katların, yatların rüyaları vardı o çukura vurulan ilk kazmanın seslerinde…

 1950’li yıllarda da hazine rüyaları gördük. 1980’li yıllarda da hazine rüyaları, düşleri görüp kurduk. 1990’lı yıllarda hazineyi bir kadın başbakan sunmak istedi bize; bilmem kaç anahtarımız olacaktı. Oldu da, anahtarlarımız oldu olmasına ama halk baştan aşağı sarsılıp, tüten ocaklar tütmez, ışığı yanan evlerin ışığı çoktan soylu karanlıklara teslim oldu.

 Hazineci Mehmet Paşa bildik haberini verdikten sonra, yanımızda bize kulak misafiri olanların yaşam heyecanını arttırarak yoluna devam etti. Hızlı, çevik ve akıl dolu adımları ile gülümseme bir maskeden çok ona ait bir gerçek yüz görüntüsünde caddeden aşağılara doğru, başka inanmak, gülmek, dinlemek isteyenlere anlatacak hazine hikâyesini de yanında götürdü.

 Hazineci Mehmet Paşa belki de paşa olup da en mutlu olanlardandır. Apoletleri olmadığı için kimse onla uğraşmaz. Derin Devlet işlerine karışacak kadar ön sıralarda olmadı; olmaya da niyeti yok.

 Onun bir tek düşü var; hiçbir zaman çıkmayacak tılsımlı olan hazinesinin kaç ton ve kaç katrilyon olduğunu söyleye söyleye bu şehrin hazine destanını kültürleştirmek; nesilden nesle aktarmak.

 Hazineci Mehmet Paşa giderken gülümsüyordu; muhtemelen bugünkü şarap, bira nafakası da çıkmış, bir de sigara almaya para buldu mu hazineyi çıkarmış, tılsımı çözmüş kadar mutlu bir insan mutluluklarını yıldızlar gibi tüm şehre; hatta ülkeye, hatta ve hatta dünyaya; evrene yayacak…


 Güven Serin


 




























5 Nisan 2012 Perşembe

BİZ DEMİŞTİK

Kamera; Güven  Piyer Loti Tepesi

Yedi tepeli şehrimdi şimdi yetmiş yedi tepesi oldu.
Yedi sevdayı büyütürdü şimdi yetmiş yedi sevdaya
adandı.
Piyer Loti, bu tepeye gelmeyi her kez bir borç
bilir. Hisseder ki burada duygusal bir şeyler
yaşanmış. Hissettikleri ister masal, ister
gerçek; o hislere tutunmak ister, hislerin
girdabından, muhteşem uğultusundan
korkan his sahipleri.
Organik yani doğal tarım bu yüzden
gereklidir; doğal yaşamları hak edenlerin
doğal hikayelerinin korkusuzca
yaşanması için...

Loti,Aziyade'nin öldüğünü öğrendikten sonra
yıkılır. Büyük Kasımpaşa mezarlığına
gelir. Aziyade orada yatıyordur...

"Kollarımın arasında sıktığım soğuk şey
toprağa sokulmuş mermer parçasıydı."
Der Piyer Loti.
Aziyade de Piyere
bir şeyler fısıldar;
Seninle tüm kavramlarım
birbiriyle dans ediyor, en hakiki
arkadaşımsın, gecelere bitmeyecek
sevişeceğim aşkımsın, yüzünü şefkatle
okşayacağım.
İçindeki bütün acıları almak isteyeceğim
sevgilimsin benim.
SENİ ÇOK SEVİYORUM

 Hikayeleri, romanları duygudan
yoksun insanlar değil, duygu ile
iç içe yaşayan,bazen hayattan
MUTLULUK ÇALAN insanlar
yaşar ve yazar...
Her hikayenin bir Piler Loti'si
bir Aziyade'si veya bir
Maria ile Raif'i vardır...


BİZ DEMİŞTİK



Biz Demiştik Sana” Diye başlayan öğütlerin tek sahipleridirler. Daima önceyi onlar görür ve hisseder, bu hissedişten de güzel bir pay alma adına söyleyeceklerini peşin söylerler; “Biz Demiştik Ama!” Evet, siz demiştiniz; siz dünyanın yuvarlak olduğunu da, uzayda muhteşem bir yolculuk yaptığını da, öküzün öküz olma yolunda hiçbir suçu olmadığını da, danayı, boğayı yüceltirken öküze büyük soylu küfürleri de siz demiştiniz; siz soylu güzel insancıklar; demek için, demlenmek için varsınız…

 Aşağı yukarı her insanın kendine yakın çevresi; insan ve insancıklarla doludur. Bazılarına arkadaş, bazılarına sırdaş-dost; bazılarına komşu, akraba, dayı, amca, bey, hanım deriz… Bunlar bizim çevremizdir. Çerçeve içine alınmış bir insanın çevresi; çerçeve içindeki resmi altın yaldızlı, bin bir hünerli usta ellerin oyma işçiliği ile onurlandırsalar da çerçeve, soluk alan, duygu üreten insanı sıkar. Meydan okur sessizce…

 Her insanın meydan okuyup meydana çıkması farklıdır. Kimisi göğüs kafesini, ses tellerini, beden kokusunu ve gülüşlerini koyar ortaya. Kimisi fırçasını kalp atışlarındaki sıklığı ile vurur tuvale. Bazıları dizelere sığınır; çıkmaz sokakları çıkar yapsın diye. Kimine ise yazıdır kurtuluşun nefesi, var oluşun kendince seslenişi…

 “Biz Demiştik” diye başlar büyük koro. Erdemli ve bilgedir onlar. Bütün yaşanmışlıkları yaşamış, bütün görülecekleri görmüş ve bütün söylenecekleri söylemişlerdir; en sonunda yaptığınız bir iş nedeniyle başarısız olunca, üzülünce “ biz sana demiştik ama!” Biz sana aklını başına topla demiştik! Biz sana o yolculuğa çıkma demiştik! Biz sana sokağa, caddeye çıkarken dikkatli ol, duygularını, sezgilerini, neşeni, coşkunu evde bırak demiştik… Neler demezler ki… Neler bilmezler ki… Büyüktürler, tepelerin soylu rüzgârı ile kendilerini insandan öte Yunan Tanrıları, hatta Roma, Mısır, Sümer Tanrıları gibi ölümsüzlük rüyasının efendileri gibi görürler.

 “Biz Demiştik” korosu insan denen canlının “aşk” yaşamasına mikrop görmüşçesine karşı çıkarlar. Ellerindeki devasa mikroskobun altına yatırdıkları “aşk”ı kimyagerlerin büyük heyecanı ile incelerler. Zavallı tek hücreli canlılar olarak gördükleri aşka, mikroskop altında etmediklerini bırakmazlar.

 Elleri hijyen kokar; bedenleri bol parfüm… Beyinleri dünya kurulduğundan beri yaşanan her şeyi anlamış yüceliğe ve bilgeliğe sahiptir. Bu sahip oluş, mikroba da, aşka da saygı duymayı gerektirse de, insan denen canlının şişkin egosu yakaladığı fırsatı paraya; nakde çevirmek zorundadır. Düşkün, bitkin veya aşk sarhoşu olmuş arkadaşlarına; “ biz demiştik sana , “ bu kaçıncı oldu” seslenişi ile son bir vuruş yapmanın savaşı kazanmanın kahramanı gibi ellerindeki kılıçtan damlayan kanları görmeden; göremeden ağır ve gururlu adımlarla uzaklaşırlar…

 Yeni bir iş kuracak olana da, yeni bir şehre, kasabaya yerleşecek olana da aynı seslenişi yaparlar; “ biz sana demiştik” , “ gitme, yapma, kurma, deneme” diye… Acaba Edison “biz demiştik” korosuna kulak verseydi, gramofonu bulabilir miydi? Marconi Radyoyu, Roget, Auguste ve Louis Kardeşler Sinemayı, Hoffmann Aspirini bulabilir miydi?

 Şuna üzülürüm; yaşamın ara nağmeleri, ara renkleri biz demiştik korosu yüzünden fark edilmeden geçip gider. Sadece bahara âşık olan ne anlasın kıştan, yazdan? Sadece zenginliği bilen, fakirliğin, yetmezliğin nasıl bir zenginlik olduğunu yaşamak için yaşam zanaatı keşifleri yapılacağını ne bilsinler!

 Kendini sürekli güzel bulup üstün olma özelliğini, ölümsüzlük iksirini yakalamış sonsuz gücü elinde bulundurduğunu sanan insancıklara hep acıdım. Çirkine ne kadar borçlu olduklarını, kaybedene ne kadar muhtaç olduklarını bir bilseler di; ne çirkinin çirkin olduğundan söz ederler, ne de yaşam içindeki duraklamaları, tercihlerin değişimlerini kaybediş olarak algılayarak “biz demiştik haykırışı yaparlardı…

Ne hazin… Ne büyük bir kayıp; erdemli dostlar ve dostluklar adına…

 Biz demiştik ona; SEVMEYECEKTİ... O kadar coşmayacak, o kadar gülmeyecek ti… Her yükselişin bir sonu vardır ama değil mi? Safça inanmayacaktı onu dürtükleyen aşk denen serseri mikroba…

 Ne olursa olur; gök gürler, şimşekler çakar ve “Biz Demiştik” korosu inanılmaz bir soylu korku ile sahnenin gerisine; hatta diğer sahnelerin katmanları arasına gizlenirler. Asıl sahneye Ahmet Haşim gelir. Ve Ahmet Haşim “Biz Demiştik” korosuna cevap verir;

“ Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz olaylardan biri; ‘Filan mahallede, filanın kızı, şu veya bu sebepten dolayı evlenemediği için iline geçirdiği bir şişe tentürdiyodu içmiş veyahut kendini civar bostanının kuyusuna atmış. Zamanında yetişilemediğinden, ilh…’

 Aşkın zedelediği bin türlü talihsizler içinde en ziyade bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Zira bu zavallılar bilmiyorlar ki birbirleriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız sevişenlerdir. Üstadım Gourmont’un dediği gibi aşk ile izdivacı karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunlar haricinde, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece, karanlıklar basınca, gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin tarhını, ağaçlı caddelerin kanepelerini altüst eder. İbadethanelerde her gün lanetlenen aşktır. Hükümetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır.

 En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzuu eş değil, sevgilidir. Hayaller ve semboller hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanı zevce ve konusu evlilik olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir?”

 Haşim, sevgiyi, sevgiliyi anlatır. Sevgili, sevgiden beslenir. Aşk ve sevgili sevmeyi, inanmayı gerektirir. Aşk ile sevmeli; bu vatanı, bilimleri, sanatları, zanaatları, halkı ve halkları; aşk ile sevmeli ki kötülük yüzyıllardır cirit attığı bu güzel dünyadan çekilip geri gitsin

 Gerçek öze, bilgi ve erdeme ermiş dostların; DOSTLUKLARIN önünde yerlere kadar eğilir, onları ellerim acıdan dayanılmaz hale gelene kadar alkışlıyorum…

 Küçük bir sahil kasabasında elinde bastonu ve  bükülmüş beli ile bir ihtiyar seslenir; Evet, siz demiştiniz ama ben de bir şey fısıldamıştım insan ve ürettiği sevgi adına. Ben hâla buradayım; ya siz!

 Güven Serin

















4 Nisan 2012 Çarşamba

KARİYE MÜZESİ ve TEKFUR SARAYI

Kamera; Güven    AYASOFYA

 Güne başlarken böyle bir eser ile gün ışıklarını
beden ile buluşturmak ve bedendeki buluşmaya
tanıklık etmek en lüks ve en lezzetli şey...

Kamera; Güven  BİNBİRDİREK -İSTANBUL

Benim gönlüm gözüm aşktan doludur
Dilim söyler yâri,yüzüm suludur
Yunus, böyle söyledi...


Kamera; Güven    NURUOSMANİYE CAMİİ

Önünde eğiliyorum...

Ödağacı gibi yanar vücudum
Tütünüm gökte seher yelidir.
Yunus böyle bildi.


Kamera; Güven   11.BEYAZIT CAMİİ

Öpülesi taşları var.


Kamera; Güven  BEYAZIT MEYDANI

Âşksızlara verme öğüt
Öğüdünden alır değil
Aşksız âdem hayvan olur
Hayvan öğüt bilir değil

Yunus böyle dedi, böyle
bilindi.


Kamera; Güven   KARİYE MÜZESİ -İSTANBUL

Bu nefs ile dünya fani bu dünyaya gelen hanı
Aldattın ey dünya beni işlerinden bezer oldum.
Yunus sordu girdi yola kamu gurbertleri bile
Kendi ciğerim kanıyla vasf-ı halim yazar oldum.


Kamera; Güven  KARİYE MÜZESİ

Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duadan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus Emre


Kamera; Güven  TEKFUR SARAYI KALINTILARI

Odysseus İthake'de diri bıraktığı anasına neden
öldüğünü sorar.
Antikleia da şöyle cevap verir;
"sana özlemim bal gibi canımdan etti beni."


Kamera; Güven TEKFUR SARAYI


Kamera; Güven EYÜP SULTAN CAMİİ

Tam da burada suratında küçük çilleri
olan küçük arkadaşım;
"ben şımarmak istiyorum,çünkü
çocuğum." demez mi! Şımar o zaman,
dediğimde; "bana pamuk helva, bana kağıt
helva al." dedi. Ne de iyi etti hayatımda
yediğim en güzel pamuk, kağıt helvaydı;
hayal de olsa, masalda olsa...


Kamera; Güven  Piyer Loti Tepesi

Diri ve coşkulu bir gün, sarhoş ve neşeli
bir geceye yaslanmak ister...


Kamera; Güven

Yunus'dur benim adım
Gün geçtikçe artar ateşim
İki cihanda mutluyum
Bana seni gerek seni


KARİYE MÜZESİ ve TEKFUR SARAYI



 Her İstanbul yolculuğum kendi içinde çocuksu bir coşkuyu da ortaya çıkarır. Yeterince büyüklük yüklerinin bolca olduğu güzel ülkemde bu seferki yolculuğuma bütün kız çocuklarına büyük bir saygı gereği hayali arkadaşım, suratında küçük çilleri olan kız arkadaşımla çıktım.

 Küçük arkadaşımın boyu, yaşı çok küçüktü ama sevgisi, tarihe, sanata, arkeolojiye olan ilgisi oldukça büyüktü. Suratında küçük sevimli çilleri olan arkadaşıma; “ yolculuğa nereden başlayalım.” Dedim. Yolun yolcusu olduğu için; “ Sen bilirsin büyük arkadaşım” dedi. Bir İstanbul gününün ve gecesinin daha baştan güzel, anlamlı olacağı belli oldu.

 Sen bilirsin deyince kavga çıkmazmış! Orası öylede olsa, sen bilirsin seslenişlerini, “ben en iyisini bilirim” inancı ile yapmamalı. Yolculuk doyurucu, doğal ve eğlenceli olması için yanınızdaki arkadaşınız veya arkadaşlarınızın fikri çok önemlidir. O yüzden yaklaşık otuz üç saati birlikte geçirdiğim suratında küçük çilleri olan arkadaşıma her saat başı yapılacakları, yapmak istediklerimi anlatıp, onun da değerli fikirlerini aldım.

 İlk durağımız muhteşem güzellik Ayasofya’nın önünden geçerek Binbirdirek Sarnıcı oldu. Sütun Ormanı, klasik müzik ve ışıklarla desteklenmişti. İç içe geçmiş yaşanmışlıklar gibi büyük bir yükü ve geçmişi taşıyan ve ciddi bir ahenk içinde duran sütunlar nedenini tam manası ile açıklayamadığım bir çekicilikle yine her zamanki karşılama heyecanı ile karşıladılar bizi.

 Benden beş TL aldılar. Hayali arkadaşımı görmedikleri için ondan bir şey almadılar. Suratında sevimli çilleri olan arkadaşımla onun ilk kez geldiği sütun ormanına girdik. Sarı ve griliğin çekiciliği eskiliğin ve nemin kokularını dengeleyen bir adalet anlayışı içinde kahvelerimiz içtik. Fotoğraflarımızı çektik. Bu arada itiraf etmeliyim ki, suratında küçük sevimli çilleri olan arkadaşım benden çok daha güzel fotoğraf çekiyor.

 Sultanahmet’ten Aksaray’a yürümek güzel ve eğlencelidir. 257 yaşındaki Nuruosmaniye Camiine selam verip barok tarzı yapılmış güzel eserin birkaç fotoğrafını çekip yorgun bedeninizi Çorlulu Ali Paşa’nın dinlence yerinde çok özel yapılmış Malta Kahvesini yudumlayarak ödüllendire bilirsiniz.

 506 yaşındaki II Beyazıt Camiinin tarihler öncesi görüntüsü içinde hülyalara dalıp, İstanbul Üniversitesi önünde güvercinleri besleyenleri ve güvercinlerin nafaka peşindeki doymak bilmeyen arsızlıklarını da izleyebilirsiniz.

 Nicedir binmediğim genelde tramvayı, otobüsleri ve taksileri tercih ettiğim İstanbul gezimi bu sefer minibüslerle devam ettirmek istedim. Küçük arkadaşıma; “ nasıl olur, Edirnekapı’ya minibüs ile gidelim mi?” Oda her türlü şartlara alışık, öğrenmeyi, görmeyi minnet ile selamlayan bir gezgin gibi : “ çok iyi olur” deyince Edirnekapı minibüsüne bindik. Tıklım tıklım insan dolu! Gelir ve eğitim düzeyi biraz aşağılarda olan semtlerde insan çoğunluğu büyük bir gösteriye aynı zamanda düşündürücü bir sessizliğe bürünüyor…

 İstanbul’un günlük yaşamında minibüslerin önemi oldukça büyüktür. Minibüs şoförlerinin süslü minibüsleri, bıçkın hareketleri o yörede yaşayan delikanlıların da kendine has seslenişleri vardır.

 Yeni binen yolcu kirli sakalı, omzundaki ceketi ve yumurta topuk ayakkabıları ile biraz sertçe yol ücretini uzattı. Şoför ; “nereye” diye sordu. Bu soru karşısında şoförden daha bıçkın yumurta topuk giymiş erkek seslendi; “TEPEYEEE” seslenişindeki heybet, tek kelimelik yer belirtmesini uzatması, her şeyi anlatıyordu. Minibüs şoförü bıçkın delikanlıyı ikiletmedi; eğdi başı öne…

 Yaklaşık 700 yaşındaki genç delikanlı Kariye Müzesi antik zamanlara ve o zamanlardan öte uzanan hikâyesi, duruşu ile tam bir kâşif heyecanı yaşatır insana. Yüzünde küçük çilleri olan küçük arkadaşım da o heyecanı yaşadı. Kariye İstanbul turizmi, mimarisi, müzeciliği için oldukça önemli bir yere sahiptir. Fatih İlçesinin Edirnekapı semti içinde önemli bir değerdir. Buradaki surlar çok daha iyi anlaşılır, korunur, iyileştirilirse; restorasyonu yapılan Tekfur Sarayı ile birlikte tadına doyulmayacak baş döndürücü bir turizm bölgesi daha bütün dünyaya kollarını açacak.

 Kariye Müzesi müdürünün söylediğine göre burayı gezenlerin yüzde sekseni yabancı turistler, yüzde yirmisi yerli turistlerden oluşuyormuş. Bu kadar güzel bir yapının, hâla bilinmemesi, bilinmek için gayret edilmemesi de anlayışla karşılanmalı! Nasıl olsa bizim için birileri gelir öğrenir, inceler, belgeselini yapar… Hep böyle olmadı mı?

 Nasıl ki Ayasofya’dan, Binbirdirek’ten ayrılırken tekrar geleceğim diye; “hoşça kal” diyorsam, Kariye Müzesine, Tekfur Sarayı kalıntılarına da “hoşça kal” diyerek Piyer Loti Tepesine çıktık. Küçük arkadaşımın yüzündeki çilleri, gülüşünü, sevincini görmeliydiniz. Sessiz mezar taşları, yeşil serviler üzerinden kayan teleferik nazlı yeli eksik olmayan Loti tepesine çıkardı bizi. Haliç, Galata, boğaz ve tarihi yarımada; size siz olma yolunda güzel bir davetiye sunuyor.

 Piyer Loti Tepesi Aziyade’nin aşk hikâyesini anlatır anlatmasına ama insan denen canlının içindeki sıkıntıları, birikenleri anlatacağı, dışa vurup, bir güzel cilalayıp, törpüleyeceği en iyi yerlerden de birisidir. Bende öyle yaptım; küçük arkadaşımın sevimli suratındaki çillere baka baka hayatımın acılı yıllarını anlattım. Küçük arkadaşım duygulandı. Sessizliğini ciddi bir insan gibi korurken, laf söylenmesi gerektiği anda özellikle bir hançer gibi batan acılı zamanın anılarını törpülememde bir zanaatkâr gibi yardımcı oldu bana.

 Dopdolu bir gün; İstanbul’un kalbi, burada yaşamış bütün insanların göz nuru alın teri ile oluşturdukları Taksim’in İstiklal Caddesi ve orada bulunan; gece çiçek açan, gece ses veren lokantaları ile hayat bulur. İstiklal Caddesine dikey ve paralel olarak yapılmış ve insan seli ile insanlığa eğlenme dersi veren lokantalardan birisine girdik. Sokaklarda adım atacak yer olmadığı gibi mekânlarda da yer bulmanız oldukça zordur. Bütün zorluğa rağmen bir masa bulduk.

 Gün geceye akar ve gecenin içindeki binlerce insanla aynı türküyü söyler, aynı hikâyelerin aşklarını dinleyerek son bulursa; gün gecenin, gece de günün anlamlı bir devamı olur. Küçük arkadaşım böyle dedi ve bir düş gibi insanlığın önünde eğildi; insan olan, insanca yaşayan insanlığa selam ederek…

  Güven Serin