Saint Joseph Atatürk Köşesi
Yoktan varedilen ülke, varlık içinde yokluğa
sürükleniyor... Düşündürücü... Korkutucu...
Uyandırıcı mı? ...
YÜZ BİR PARE TOP ATIŞI, CUMHURİYET
Sancılı, acılı, kanlı ve savaşlı yıllar henüz bitmiş görünürken güzel soylu bir çocuk doğar. Bunun adı; Cumhuriyettir. Cumhuriyet bir yönetim şeklinden öte, bir devrin, çürümüşlüğün, sona erip, yepyeni bir devrin de başladığının adıdır. Cumhuriyete inanmışlar öyle azimli, öyle inanç dolu ki, tarihin sarı ve onurlu sayfalarına tarafsız gözler ve vicdanla bakarsak; Cumhuriyet için; Mustafa Kemal, en yakın arkadaşlarını, kardeşim dediklerini bile gerektiğinde gözünü bile kırpmadan usta manevralarla geri çekilmeye mecbur bırakmıştır.
Mustafa Kemal, İsmet İnönü iyi bir satranç ustası olmasalardı sanırım çoktan mat edilmiş, bu ülkenin adı da hiçbir zaman Cumhuriyet olmazdı. Görünen o ki, Kurtuluş Savaşında büyük fayda sağlayan komutanların bazıları bile, değişime daha var, diyorlardı. Elbette değişim, bazı çevrelerin ışık görecek olması, öz benliğimize, onurumuza, varlığımıza kendi kendimize sahiplenecek oluşumuz; yıllarca askerlik, çiftçilik yapmış bu güzel halkı; farklı düşünceler içine dalanların tarafından da yönlendirileceği bir gerçektir…
Karar verilmiş, bu ülkenin çoktan belli olan yönetim şekli Cumhuriyettir, denmiştir. İlk telgraf İstanbul’a çekilmiş. Sona ülkenin diğer şehirlerine bildirilmiş, o gün, ülkenin tüm şehirlerinde yüz bir pare top atılması, Cumhuriyetin kutlanması buyrulmuştur. 23 Ekim 1923 günün gecesi güzel İstanbul’a gecenin sessiz karanlığı çökerken, Selimiye Kışlasından top sesleri duyulmaya başlamıştır. Bu sesler, yorgun, suskun, kırgın, hasta ülkenin de yenilenme, iyileşme sesleriydi aynı zamanda…
Mustafa Kemal Nutuk da der ki; “ Cumhuriyetin ilanı günü, an acımasızca saldıranların başında, ‘Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin yer almış olduğunu görerek şaşıp kalacağımı hiç sanmayınız. Tersine, Türkiye’nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle Cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek inançlarını irdeleyip saptamakta hiç de duraksamayacaklardır.”
Günümüzde bile Osmanlı soyundan olup da, yakın zamanda ölen Osman Ertuğrul Efendi dâhil birçoğu, Cumhuriyetin kurulmasını ve Osmanlı soyundan olanların o günün şartlarında uzaklaştırılmasını doğru buluyorlar. Ama bir kesim var ki, ne Cumhuriyeti, ne aydınlığı, ne de kendi irademiz ile kendimizin “hak” sahibi oluşunu bir türlü azmedemiyor. Ne garip bir durum bu! Geçmişe, tarihimize elbette sonuna kadar saygı duymak, Cumhuriyet gencinin vazgeçilmezi olmalı! Olmalı ki, abartıları, gereksiz kahramanlıkları ayıklayıp, iğneyi kendimize batırmayı da öğrenelim.
O günleri anlamak, değerlendirmek için neredeyse bir yüzyıla yaklaşan döneme gitmeliyiz. O dönemin Cumhuriyeti hangi harabe üzerine kurulmuş, kimler sayesinde ve hangi mücadelelerden geçerek olmuş; birçok kaynaktan okuyup, vicdanımızın sesi ile yoğurmalıyız. Eğer gerekli tarihi bilgi ve vicdanımız varsa; o dönemin korkunçluğu karşısında, aydınlığa, özümüze uzanan Cumhuriyeti ayakta ve elleriniz şişine kadar alkışlarsınız…
Yepyeni, heyecan dolu Cumhuriyetçiler 12 milyonluk yorgun ve bitkin bir halkın küllerini karıştırarak, günlerce çabalayarak küçük kıvılcımlarla büyük ateşe doğru yol almışlar. 12 milyonluk ülkenin 3 milyonu bulaşıcı hastalıklarla mücadele ediyor. Bebek ölümleri % 60. Verem, sıtma, frengi tüm ülkede kol geziyor. Eczane sayısı on taneden fazla değil. Devletin 337 doktoru var. 200’e yakın ebesi. 40 bin köy; 200 ebe ve 337 doktordan hizmet alacak; bu mümkün müdür? İşte viran Osmanlı, böyle bir çürümüşlük içinde, sadece harika saltanatının mutluluğunu sürme telaşı içindeydi…
Dört tana fabrikası, ağır sanayi denen hiçbir şey yok. 1914 yılı içinde bütün Osmanlı sınırları içinde lisede okuyan kız öğrenci sayısı 232 kişi. Çocuklarımızın okula ancak 4’te 1’i okula göndermişiz. İşte, Cumhuriyet böyle bir gerçeğin acıları, yoksulluğu, umutları, heyecanı üzerine kuruldu.
Aradan neredeyse yüzyıla yakın zaman geçti, bizler hâla tarihimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Hâla savaştığımız, aldığımız yerlerle övüne duralım; çöküşe giden soylu gerçekleri hep bir başka bahara erteleyelim. İnsan tarihinle övünmeyi de bilmeli, tarihini irdelemeyi de. 36 padişahımızın iyi yanlarını da, eksik yanlarını da bilmeli, korkmadan, abartmadan ama insanca da tarihin hakkını vermeliyiz.
Yıl 22 Kasım 1923’ü gösterirken Mustafa Kemal’in kardeşim dedikleri, ülkemiz için önemli fedakârlıklar yapan Rauf Bey ve taraftarları Cumhuriyetin erken geldiğinin telaşını, tepkilerini gösteriyorlar.
Cumhuriyetin kurulmasından bir ay bile geçmeden Padişah ve Halifelik taraftarları o günün gazeteleri ve Kurtuluş savaşında önemli işler yapmış komutanları da kendi tarafına çekerek karşıt tepkilerde bulunmuşlardır.
Ama unutulan bir şey vardı; yeni doğmuş çocuk yaşatılacak, o büyüyene kadar başında nöbet tutacak Mustafa Kemal gibi deha, İsmet İnönü gibi vatanperver, insanlar vardı. Coşku büyüktü. Amaç, inanç büyüktü… Kim karşıt oluşturacaksa, ciddi ve daha kararlı olacak inanmışlığa, soylu güce sahip olmalıydılar…
Bugünün esas gerçeği şudur ki dostlarım; ne tarihi, ne felsefeyi seviyoruz. Bize emanet edilen ve bizden başka hiç kimsenin onurlandırıp yaşatamayacağı harika bir ülkenin inanılmaz renkli güzel insanlarının birikimiyiz. Doğulusu, batılısı, güneylisi, kuzeylisi; üzerlerine bulaşmış kirlerden arındırılırsa, katmer bağlamış vicdanları çok az zımparalanırsa; birbirinin terinden, folklorundan, inancından, derisinden asla korkmamış bu insanlar inanıyorum ki birbirlerine ve Cumhuriyetlerine sımsıkı sarılacaklardır.
Peki, bu arınma, bu zımparalama nasıl olacak? Ezber öğretilerden kaçarak! Kendi özümüzü inkâr etmeyerek! Bu topraklarda gerçekten de mutlu ve huzurlu olmak istediğimizin farkına vararak! … En önemlisi, birilerinin kölesi, uşağı olmak yerine kendi kendimizi yönetecek bilgileri, öğrenimleri nereden bulursak oradan almaya çalışarak…
Bu yüzden Halk Evleri, bu yüzden Köy Enstitüleri Kurulmuştu. Bu yüzden, bu ülke insanının anlayacağı dil ve din anlayışı ile ilim ve bilimin gerçeklerine yakın olması sağlanmak istenmişti…
Güven
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder