Kemera; Güven Selçuk Müzesi-
Ressam Ziya Gürel
Kamera; Güven Spil Dağı ,Ormanı -Manisa
Resim yazısı ekle |
Kamera; Güven Selçuk-İzmir
Gece bir yorgan gibi çöküyor kasabanın üstüne.
Kimi canlı gam,kimi neşe,kimi içlik üretecek
bu gece... Kimi için ayrılamayacak diğer gecelerden
farkı olmayacak... Kimi için, gece kendi anlamını
beden dili, kalemi ile kazıyacak,en sert olan
granit taşına,bir iz bırakacak; geceden
kalan...
ÜSTÜME GELME GECE
İnsanın doğumuyla günlerin de gecelerinde doğumu başlar. Bir insanın bir ömrü boyunca ortalama 22 bin gün ve gecesi vardır. Bu da 22 bin kez gece ve gündüzün üstünüze doğması demektir. Kısacık sanılan ömürlerin sihirli uzantıları yine insanla anlam kazanır! Yine insanla uzun yaşanmışlıklara dönüşür.
İnsan, gündüzü kabul ettiği gibi geceyi kabul edemedi bir türlü. Geceler, tüm renklerin siyaha dönüştüğü geceler; aynı zamanda insanın dönüşümün de hızlandıran, insanın geçişini, ölüm ile yaşamı eşitleyen geceler… Hangimizin gecelere ait hatıraları yoktur? Hangimiz gecemizi yaşlı bir ağacın hemen yakınında taş bir evin ahşap eşyaları arasında hatırlamayız?
Yasemin ve karanfil kokularıyla sarhoş olup, ipeksi tene dokunur, onu koklar gibi yaklaşmadık mı gecelere? Yaklaştık elbet. Gecenin içine girdik. Gündüzün ışıltılı görkemini bir kenara bırakıp, gece ile dans etmedik mi? Bizi saran, bizim bedenlerimizi örten gece hiç ayırt etmeden tüm insanlığı örtmedi mi? Örtmeyecek mi? Örtecek elbet, örtecek…
Geceye dair söylenecek çok şey vardır. Bilirim, insanoğlu zengindir iç dünyasında. Dışta en renksiz, en donuk görünen insan bile iç zenginliği deryalar gibi olabilir! Kırk yılda bir olsa, benim de geceye dair söyleyeceğim vardır:
Gece ne olur üstüme gelme bu gece! Spil Dağ devasa bir gölgeye dönüştü gece ile birlikte. Çamların yakınlarında yaşayan baharat kokuları yayıldı alabildiğince karanlığın içine. İç içe geçmiş binlerce baharatın, çiçeğin baş döndürücü kokuları; gece ile birlikte karıştı serinliğe… Gelme gece, ne olursan gelme üstüme. Örtme üstümü, çökertme sessizliğini, karartma sonsuza uzanan yüzünü; ne olursun gelme üstüme bu gece!
Ben ne dersem diyeyim, gece yine gelecek üstüme. Yine karanlığı ile örtecek beni. Hazırlayacak günün ışıltısına. Hazırlayacak günün bir başka gecesine. Gece çok ağır, çok karanlık, çok sessiz bu gece! Ne olur gelme, gelme üstüme gece… Kendimi Spil Dağına verdim. Osmanlı şehzadeleri gibi dayadım sırtımı Spil’in güvenli yüksekliğine. Spil, içinde kim bilir ne hikâyeler gizlidir. Kim bilir kaç gece düştü üstüne. Kaç âşık saklandı, gölgelerine? Zeybekler, koştu, aktı senin ormanına, mağaralarına, yaşlı ağaçlarının koyu gölgelerine. Ve sen Spil, gece ile gündüzü kim bilir kaç zamandır yaşıyorsun?
Şairin dediği gibi; “ Bense bir türlü akıl erdiremiyorum. Gündüz mü kovalıyoruz geceyi mi? Uzanıyor mu ömrümüz, kısalıyor mu?”
Gelme dedikçe geliyor gece üstüme. Çoktan sönmüş yıldızların parlayan ışıklarıyla geliyor, gelme dedikçe üstüme. Ağlayan kaya çoktan dindirmiş gözyaşlarını. İda Dağları çoktan uğurlamış Tanrılarını. Şimdi en yüksek tepeden Zeus bakmıyor Truva Savaşına. Athena, Afrodit, Hera görünürlerde yoklar.
Paris’in oku Akhilleus’u sol topuğundan vuruyor ve ölümsüz yaşam ölüme doğru büyük bir sancı duyuyor. Gece, Akhillius’un acısını hatırlamışçasına acı veriyor bana. Sol topuğumu yokluyorum, bir ok yarası yok. Kanamıyor. Sol kolumu yokluyorum onda da bir yara, bir kan izi yok. Öyleyse! Sol tarafıma göğsüme, karın hücrelerime dokunamıyorum. Olanca acı, gecenin baskısı bedenimin sol tarafına, omuz ile bel izahına yüklenmiş. Gelme gece, ne olursun gelme üstüme.
Geceyi kandırmak için, gecenin marifetlerinden söz ediyorum. Kuzey Yıldızı, Büyük Ayı, Küçük Ayı, Andromeda takımyıldızı ile oynaşıyorum. Gece kanar gibi oluyor yine kanmıyor bana. Çoban yıldızına sesleniyorum, geceyi durdursun diye! Çoban Yıldızı büyük bir aydınlık ile selamlıyor beni. Geceyi, dert etmemek gerektiğini, asıl sorunun insanın kendinde olduğunu söylüyor. Evet, gecelerin ve gündüzlerin ağırlığı, insanın, insani duygularıyla beslenir. İnsan, duygularına gem vurmak istemezse gece de, gün de ağır bir şekilde çöker insanın üstüne.
Gecenin ağırlığı, Çoban Yıldızının ışıltısıyla hafifliyor. Sonra, gece takımyıldızları, gezegenler, göktaşları ile birlikte güne doğru akıyor. İç dengeler yine insanın kan ve hücre akışları ile birlikte dengeleniyor. İçselleştiriyorsun geceden kalan ağırlığı kendince. Taşıyabileceğin yükünü belirliyor ve o yükün birilerine derman olabileceğini düşünüyorsun.
Gece, güne yaklaşırken bir kez daha “merhaba” diyor Çoban Yıldızı; “Aferin, yükünü almışsın. Taşıyabileceğin yükü, şimdi diğer insanlarla, şifa bekleyenlerle, yönünü kaybedenlerle paylaşmalısın.” diyor ve kayboluyor gecenin kayboluşu gibi…
Geceden kalan ağırlık biniyor üstüme. Ama bu sefer acı vermiyor. Sol yanım, gece gibi sızlamıyor. İnsan denen canlının, geceye, gecenin karanlığının içindeki yıldızlara, gezegenlere, göktaşlarına ne kadar çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum.
Kozmosun içindeki bana ait olan gece ile borç alacak meselemiz sessizce, hafif acılı bir keyifle çözülürken, dünyevi borçlarımızın bitmeyen çileleri gün ile başlıyor. Yara almış adalet, yara almış insanlık; gün ile inanılmaz şekilde boğuşmaya başlıyorlar, insani gelişme diye, birinin feryadı diğerinin sevinci oluyor; ne büyük bir acı ve gafletin öyküsü yazılıyor yine…
Güven
Pek çok öyküye bedel bir yazı; elinize, yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilYazınız;Aziz Nesin'in, öyküleri kadar anlamlı bir şiirini hatırlattı bana: "Benim doğduğum gün / Günler uzamaya başlar /Öyle bir öleceğim ki;/ Geceler uzamaya başlayacak / Ve öyle bir öleceğim ki; / Günlerle gecelerden başka / Hiç kimse öldüğümü anlamayacak..."
Kaleminizin gücü, gündüz-gece yıllarca tükenmesin...
Alnı hafif terlemiş bir çırağa,çobana verilecek en güzel hediyeye teşekkürler ediyorum.Siz, öğretilerin ve kalemin değerli bedeni; onurlandırdınız ...
YanıtlaSilŞiir çok güzel. Ustayı benim yazım ile bir kez daha anmak ve hatırlamak da ayrı bir güzel. Şiiri çok az yaptığım bir şekilde not alıyorum.