Kamera; Güven - Assos
Dingin beden bir şeyler ürete bilir;
dinginlikten önce beslendiyse. Ve
dinginlik güzeldir,anlamlıdır; bizi hırçın
olmaktan geri bıraktığı gibi, nazik ve
centilmen ve zarif kılar...
HER ÖLÜM ERKEN ÖLÜMDÜR
Her ölüm erken ölümdür; ele vade doğal ecele dönüşmemişse, ölüm daha bir erken ölümdür. Kabul etmemek için her türlü acıya, eziyete sığınırız… İnsanların kendi hatalarıyla meydana gelen ölümlere ise SESSİZ kalıyorum. Sesimi algılayacak radarlar, bedenimi algılayacak sonarlar var mıdır acaba?
Düşünüyorum da sağlığa yapılan yatırımların ucu-bucağı yokken; sağlıksız olmaya, yaşamları kaybetmeye yapılan yatırımların da büyüklüğüne, reklâmlarına dehşetli bir şekilde kapılmadan edemiyorum. Uygarlık daha mutlu, daha huzurlu olmak demekken; daha bir ölümcül oluyor! Neden? Acaba kapitalizmin büyülü dünyasının canavarlarının gerçek yüzlerinin ortaya çıkıyor oluşu olabilir mi?
Her ölüm erken ölümdür. Şehrimin ahşap binaları, Arnavut kaldırımları da erken ölümle tanışmıştır. Bir sayfiye yeri olan şehrim; neredeyse gürültünün, tozun-dumanın ve heykelleşmiş insanların diyarı oluyor! Neden? Yoksa şehirli olabilme zahmetine katlanmanın zorluğunu yakalayamamış olabilir miyiz?
Bir hafta içinde ölen iki genç insanın sıcak haberleri ile karşılaştım. Gençlerin ölümleri o kadar sıcak, o kadar kavurucuydu ki yanlarına yaklaşmaktan korktum. Genç kız, Çisil daha 19 yaşındaydı. Ölümü, kendi özgür iradesiyle seçmiş güya; 100. Yıl Mahallesindeki apartmanlarının çatısına çıkıp sevgilisi ile son bir kez konuşup ölüme bırakmıştır kendini. Yerçekimi mavi dünyanın bilinen en soylu gerçeği Çisil’in bedenini havada tutmamış, ölüme gelen genç kızı kabul etmiştir. Çisil yerde kanlar içinde yatar ve durumu gören Emniyet Müdürü insani krizler, insani tepkiler gösterir geç kaldığını sandığı sağlık görevlilerine…
Acaba genç ölümlerin önlenmesine geç kalan sağlık ekiplerimidir? Bu erken ölümler ardı arkası kesilmezken, bu güzel, bu taze bedenlerin ölüm sebeplerinin akademik bilgileri, nedenleri tespit edilir mi? Yoksa her ölüm erken ölüm deyip, geç kalınan sağlık ekiplerine sövüp-sayıp kendi vicdanlarımızdaki pasları mı temizlemek isteriz? Bu ölümün, bu genç kızın ölüme iten nedenin kendisi biz; olabilir miyiz? Annesi, babası, komşuları, akrabaları, arkadaşları, ümit vermeyen kavgadan kafa kaldırmayan siyasiler, gençlere, özgür bakışlı, öz güvenli konuşmanın sesine kulak vermeyen polislerimiz; acaba hepimizin bir eksiği erken ölümlerin tetikleyicisi olabilir mi?
Genç kızın ölümünden birkaç gün sonra genç bir adam; daha 25 yaşında uğurlanıyordu çığlıklar içinde. Bu ölüm kendi özgür iradesi ile olan bir ölüm değildi. Yokuş yolların, bakımsız araçların tutmayan freni ile gelen bir ölümdü. Genç adam, çalışma gününü bitirmiş evini aramış, annesine; “ az sonra oradayım anne geliyorum.” demiştir. Ve sözünde de durmuştur aslında! Az sonra, Devlet Hastanesi arkasındaki yokuşa kamyoneti ile birlikte girmiştir. Ama ne çare, sokak yokuş ve bakımsız aracın frenleri de tutmuyordur.
Ölümün sesi acıdır. Ölümün kokusu serttir… Genç adam, acı ölümün sesini, kendi sesi ile birleştirdi yokuş aşağıya ölümüne giden aracın içinden. Bağırdı; “kaçın, kurtulun, benim gibi erken ölmeyin” diye; bağırdı. Ve annesine söz verdiği gibi kendi evlerinin hemen altında çarptı duvara ölümüne. Durmayan araç durmuştu. Durmayan kalp de durmak üzereydi. Hüseyin’in genç ciğerleri daha siyah katran ile katmer bağlamamışken delinmişti kanıyordu.
Hüseyin’in erken ölümüne bir saat vardı. Hüseyin insanlara hayat veren, şifa veren hastanenin yirmi metre yakınında pençeleşiyordu ölümle. Koştular koşturdular yardım diye Hüseyin’e. Getirdikleri hava tüplerinin birincisi boş çıkınca ikinciyi almaya gittiler. İkincisi de boş çıkınca üçüncüsünü almaya gittiler Hüseyin’in ölüme gidişi gibi…
Hastanenin hemen dibinde bile yiten, yitirilen erken ölümlerin çaresizliğini fısıldıyorum ben. Ne hastane yöneticisini suçlayarak, ne bir doktoru rahatsız ederek! Ben görünmeyen ve hiçbir zaman görünmeyecek insanlık suçu işleyen masum şeytana lanetler yağdırıyorum; tüm genç ölümler için…
Genç ölümler omuzların keder bağlamış bedenleri üzerinde giderken toprağa, toprağın altından kozmosa; ben büyük ustanın Saman Sarısı şiirinden bana seslenen, el uzatan mısralara sarılıyorum. Ağlayamadan, inleyemeden, hiçbir şey değiştiremeden bir hayatı insanlığa adayan Vergilius gibi ; “ bunca yazıya rağmen ne değişti” demek istiyorum diyemiyorum…
“Meryem Ana Kilisesinin çan kulesindeki saat başlarını çalan borazan, gece yarısını çaldı. Orta çağdan gelen çığlığı yükseldi şehre yaklaşan düşmanı verdi haber! Ve sustu ansızın gırtlağına saplanan okla. Borazan hiç rahatlığı ile öldü. Ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber verememeden ölümü düşündüm.”
Büyük usta Nazım, Saman Sarısı şiirinde yılların, yüzyılların arkasından böyle ses veriyor, böyle rahatlatıyor yorgun bedenimi. Ve her ölüm erken ölüm deyip, kim bilir daha ne kadar çok taze bedenler taşıyacağız başı olmayan bedenlerimizle…
Güven
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder