Sayfalar

28 Haziran 2010 Pazartesi

YİTİK BİR YOLCULUK

Kamera; Güven - Denizli

 Ayşe Hanım ile Onur Bey
Gençlere, bu taze bedenlere bir roman yazsam
onların zorlu yolculuklarının sevgisini tam anlamıyla
anlata bilirmiyim acaba?
Ben, bu iki genç ve güzel ruhlu insanları seviyorum.
Onların öz sevgisi önünde  eğiliyorum.


Kamera; Ayşe Hanım   - Denizli

Gülümsemek, güzel bir şiiri, hikayeyi,
resmi ve yaşanmışlığı hatırlayarak; onların
hatırına bile gülümsemek ne hoş...

Kamera; Güven    Bereketli Ege Toprakları

 Her bağın,tarlanın bir evi,bir çalışanı var.
Emek ter ile yoğrulup öyle bırakılıyor toprağa.
Ve toprak, kendini bu toprağa adamış
soylu insanlara fışkırırcasına ürün veriyor...

Kamera; Güven
Atatürk ve Etnoğrafya Müzesi
Çalışkan hanımların el emekleri, göz nurları...
Bu diyarın farkı; üzerinde yaşadıkları toprağın
altında yatan uygarlıkların farkından mıdır, yoksa
çalışmayı, insanı, sevgiyi öncelik içinde
içselleştirmelerinden midir?
Sanırım, her ikisi de...


Kamera; Güven    Şirince-Selçuk
Taş ve ahşap evler... Dar ve taş sokaklar...
Usta şairin, ölümsüz ruhunun dediği
gibi;
yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli
gözünün içine durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığın karnının.

Yüz yıldır bekliyor beni
bir şehirde bir kadın.

Kamera; Güven       Şirince -Selçuk
Arayış; öz çağrı, kendi mekanına,taş ve
ahşabın bilge ruhlarına çeker sizi. Ve
siz; ölümlü bedenin ölmsüz inancı ile
teslim olursunuz taş ve ahşabın
muhteşem güzelliğine

Kamera; Güven   Şirince'de Gece
SESSİZLİK...
Bir yudum kahve veya bira.... Bir yudum rakı veya
gece; sarhoş eder sizi. O an, ne et, ne kemik, ne
kan vardır bedeninizde. Geriye kalan sadece
bir ruh,bir enerjidir...



                                       YİTİK BİRYOLCULUK


Otobüs akıyordu düzgün asfalt yolda. Boş olmayan koltuklar insanların hikâyeleri, mazileriyle doluydu. Belki birbirlerini ilk kez görüyordu büyük çoğunluğu. Belki bazıları yüzlerce kez geçmişti bu yollardan. Sessizliğim sesim olmadığından değildi. Sesleri daha iyi kavrayabilmekti asıl niyetim. Kırlar ve yerleşim yerleri; akan otobüs ile akıyordu Denizli’den İzmir’e doğru.

Nazilli, Aydın, Ege’nin insan kokan, yemiş, çiçek, ağaç kokan yerlerinden usulca geçiyorduk. Ne bir el sallayanım, ne bir ağlayanım vardı ardımda. Ve ben o akan otobüste, seslerin, renklerin, mazilerin bir bir tasnifini yaptım.

Ön koltukta bir kadın ve bir adam oturuyordu. Kadın, yaşını belli etmeyecek bakımlılıkta sevgi dolu bir sesle adama akıyordu. Adam, dinlemenin ötesinde ses ile kırları pekiştiriyor, sanki başka bir formülün kabul edişini onaylıyordu. Kadın tanıdığı, bildiği yerler hakkında bilgi veriyordu sarı saçlı, mavi gözlü adama. Adam, sanki kadın ile birlikte kurtuluşa doğru, Akdeniz’e doğru koşuyor gibiydi. Tam yerinde çok kısa sorularla kadını dinlediğinin kanıtını da sunar gibiydi.

Adam, sarı saçlarıyla, mavi gözüyle ışığın da etkisiyle Afyon’u, Kocatepe’yi, Dumlupınar’ı hatırlatıyor gibiydi. Kadın, anaç sesiyle ağzına kadar dolu sevgi ve mazi sunuyordu. Kadın, bir ara başka kadınlara dönüşür gibi oldu. Sanki o da kağnılar ile birlikte yürüyen Ayşe Bacı, Fatma Ana, Hatice Nine, sevgilisini on sekizinde savaşa yollamış bedenine gem vurmuş Gülsüm, ateşli bir konuşma yapan Halide oluyordu.

Ne güzel anlatıyordu kadın maziden bugüne akan hüzünlü anıları.

“Çok şeyler yaşadım, çok acılar atlattım. Hepsi de gençtiler. Kansere erken yenildiler. Hangi birini anlatayım sana. Büyük acılar çektiler. Ve o acılar ile ben de acılaştım dönem dönem. “ diyordu kadın; mavi gözlü sarı saçlı adamın kırlara bakan ifadesiz yüzüne. Adam, dinlemesine dinliyordu ama kırlardaydı aklı. Belki; Nazilli’deydi, Aydın’daydı, İzmir’deydi ve kim bilir kadının mazisini dinlerken nerelerin birleştirici hesaplarını yapıyordu.

Yan koltukta genç bir kız ile genç bir adam oturuyordu. Birbirlerine sokulmuşlardı iyice. Sanki soğuktan korunmak için iyice hissetmek ve birbirilerini ısıtmak ister gibiydiler. Usulca konuşuyorlardı. Sırasıyla bir adam, bir kadın anlatıyordu güncel olayları. İkisinin de yüzünde çocuk ifadeler vardı. Sanki hiç büyümemişler hep çocuk kalmışlar gibiydiler. Genç kadın, bazen elini veriyordu genç adama. Adam, kadının elini büyük bir minnet ile kabul ediyordu. Sanki diğer gençler gibi çılgınlığın bıkkınlığını hiç yaşamamışlar ; sanki başka gezegenin en uslu canlıları gibiydiler.

Arka koltukta ise oldukça yaşlı bir kadın ile aynı yaşlarda bir adam vardı. Yaşları çok ilerlemiş de olsa iyi beslenmiş iyi bakmışlardı bedenlerine. Onlar da sevgi doluydu. Otobüsün aktığı yolların şehirlerine onlar da benim gibi bakıyorlardı. Tıpkı sarı saçlı, mavi gözlü adamın baktığı gibi! Yaşlı kadının yüzünde on binlerce hikâye gizliydi. Ve bu hikâyelerin başkahramanı, kurtarıcısı oydu. Sımsıkı sarılmıştı elindeki çantasına. En değerli hazinesini, tüm hikâyelerini o çantada taşır önemsemiş ve sarılmıştı.

Yaşlı adamın gözleri benim gözlerim gibiydi. Küçülmeye başlamadan önce muhtemelen uzun boylu bir adam olmalıydı. Ama yaşlılık bu kadar mı yakışır bir adama ve bir kadına. Sanki yaşlı olmayı istedim onlar gibi. Onlar gibi birbirilerini önemseyip, en ufak öksürüşünde adama uzanan yaşlı kadın elinin mendilinde, titreyen eller ile yaşlı kadına büyük bir içtenlik ile su uzatan yaşlı adamın parmaklarında ben de olmak istedim.

Belli ki sevmişler önemsemişler bir ömür birbirlerini. Acaba dedim, kadın adamdan önce ölse, bu yaşlı bilge duruşlu adam ne kadar dayanır? Yok, yok; adam kadından önce ölse kadın ne kadar sineye çeker bu doğal, ağrısız ölümü?

Yan koltuktaki genç adam ile kadın hafifçe sarıldılar birbirine. Kırlara bakıp, belki bir anıyı canlandırdılar. Belki bir mazi hatırlaması içinde bugünde kayboldular…

Ön koltuktaki orta yaşlı kadın, sarı saçlı, mavi gözle erkeğe hiçbir bıkkınlık duymadan ve yorulmadan anlatıyordu. Trenin nereden gelip nereye gittiğini… Taş evlerin, ahşap evlerin eskisi gibi korunmadığını… Belli ki kadının çocukluğu bu diyarlarda geçmişti.

Otobüs yolculuğuna öyle dalmışım ki, bu yolculuğu sıradan bir yolculuk olmaktan öyle çıkarmışım ki, son durak İzmir’e geldiğimde hiç tanımadığım ama sesleri, mazileri ile arkadaş olduğum bu insanlardan ayrılmak istemedim. Her biri ayrı yöne dağılan ve beni davet etmeyen bu insanların her biri ile gitmek isterdim!

Yaşlı adam ile yaşlı kadın daha gözden kaybolmamıştı. Koşup sarılayım dedim onlara. Ama benden önce başka birileri koştu ve sarıldı onlara. Tanıdıkları, belki de onları karşılamaya gelen akrabalarıydı; kim bilir?

Mavi gözlü, sarı saçlı adam ile orta yaşlı ve oldukça bakımlı güzel kadın; törensel bir endam içinde ayrıldılar terminalin gürültülü alanından. Nasıl da mutlu ve heyecan doluydular. Belli ki daha çok şey anlatacak ve dinleyecekler.

Genç kız ile genç erkek; otobüsteki mutluluklarını dışarıda da belli ediyorlardı. İkisinin de sırt çantaları ağzına kadar doluydu. Kim bilir hangi diyardan gelip, hangi diyara gideceklerdi. Daha ben onların yanına gitmeden onlar haritalarına bakıp ve gidecekleri yönü kararlaştırıp hızlı adımlarla uzaklaştılar.

Daha bir saat içinde tüm otobüsün hikâyeleri, mazileri, bedenleri ile birlikteyken, şimdi koca şehrin gürültülü terminalinde yitik bir haldeydim. Kaybolmuş insan; kendini bulmak için ne yapar? Yaşlı bir çınar ağacı ve şırıltılar ile akan bir dere, ürkütücü olmaktan çok insanı büyük bir coşku ile karşılayan bir tepe arar.

Yitik olan bir insan, başka ne yapar? Dağların arasında, derin bir vadinin yamacında taş ve ahşap kokularının mum ışığında gülümser! Koşul taşımadan, burukluk ve acı hissetmeden öylesine varlığın var oluşu adına; adı, minnetten öte duygular ile yitikliğini bile anlamlı bulur…
Güven

  Not; Öz sevgiyi bulmuş ve o öz sevgi adına bedeninin
haykırışlarına kulak vermiş;hayatı sevgisiz "asla"
kabul etmem demiş tüm bedenlere ve onların
nazik ruhlarına ADANMIŞ bir çalışmadır.

   Her kelimesi, her cümlesi inanılmaz bir samimiyet
ve gerçekçilik taşır.Ve bu çalışma,bir gün benden öte
başka bedenlere o nazik ruhlara bir şeyler anlatırsa;
benim bedenim ölümlü olduğu halde ölümsüz
bir huzur içinde el sallayacaktır  o harika insanlara...

26 Haziran 2010 Cumartesi

BEYAZ PENCERE

Bir vedanın değil;  buluşma
isteğinin duygusu ile;
Selam Ola

Çığlıklar,ümitsizlikler,uyurgezerlikler ve
pes etmişler; insanın kendi kısır döngüsünün
harika bir seçimidir.İnsan istemezse, hiçbir
şey, korku ve ümitsizliğe itemez... İnsan,
ölümleri onurlandırdığı kadar; yaşamları da
onurlandırmalı...

Bütün ağıtlar; zamansız ölümlere yakılmadı mı?
Ondan değilmidir ağıtların müziğinin, destanlarınnı
ölümsüz oluşu... Beden kendi çığlığını
attı. Bir bardak suyu bir çırpıda içen beden,
bir küçük tükrüğü yutamadı.


Elbette sıkıca sarılıyorum. Ben ki tüm dünya insanlarını
sevmiş bir insanım. Ben ki renk,dil, din ayrımı
gözetmeden kokulara aç bir bedenim.

Saf sevgi, saf merhamet; kendi canavar çocuğunu
doğuruyor...Yüzyıllardır doğum sancısı çeken
anne; analık içgüdüleriyle özürlü evlatlar
doğuruyor da, en acımasız, en merhametsiz
evlat bile; ana olana gözyaşı döktürüyor.


Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,

                                              dalga dalga aydınlık oldular,
                                              yürüdüler karanlığın üstüne.
                                              Meydanları zaptettiler yine.
                                                                      N.Hikmet

Elbette, yaşıyorsuun...



                                  BEYAZ PENCERE


Gazetenin sayfasındaki tarih, 24 Haziran Perşembe gününü gösteriyor. Her Perşembe aldığım gazeteyi bu Perşembe daha bir onurla taşıyorum. Sanki herkesin görmesini ister gibi koltuğumun altına bile almaya gerek duymadım. Zaten gazete satıcısı Murat’a seslenişim de bir başkaydı bu sabah.

“Murat bir Cumhuriyet ver bana.” sesim, her sabah seslenişimden daha farklı geldi bu sabah. Nedenini sonra anlayacağım cevabı gazeteyi okuyacağım zaman anladım. 24 Haziran tarihli gazetenin baş sayfası, siyah bir fon üzerine İlah Selçuk’un cenaze törenine ayrılmıştı. Siyah fon üzerine yazılmış yazı; “ Güle güle İlhan Abi” diyordu… Güle, güle…

Binlerce insan, kendi vicdanlarının tercihleriyle uğurladılar İlah Ağabeyi. Gazetenin baş sayfası iki ölüm haberini, iki ölüm uğurlamasını büyük harflerle duyuruyordu. Yarısı İlan Ağabeye ayrılmış kalan yarısı da İstanbul Halkalı’daki saldırıda hayatını kaybeden Buse içindi.

Daha gazetenin birinci sayfasında düğümlenen beden, acaba diğer sayfalarda ne yapar, ne eder diye düşünmeden edemedim. Yaşamı doya, doya, sindire sindire yaşamış İlhan Ağabeyi uğurlayanların kalkan elleri, yüzlerindeki parıltıları görünce; ölüme bile gülerek bakılacağının soluk yavaşlamasını yaşarken, alt fotoğrafta, alt yazıda Buse’nin ölüm törenini gördüm. Buse daha çok gençti. Çok masum ve tertemizdi… Daha on yedi yaşındaydı. İlhan Ağabey gibi seksenli yaşlara gelmesine altmış koca sene daha yaşaması gerekecekti. Ama artık o, bu dünyada değildi.

Buse’nin tabutu da İlhan Ağabeyin tabutu gibi Türk Bayrağı ile sarılmıştı. Kırmızı üzerine beyaz ay yıldız… Zaten, çekilen acılar, verilen mücadeleler ve zamansız ölümler; milletimizi temsil eden kırmızı al bayrağın beyaz ay yıldızı için değil mi?

Buse’nin tabutuna uzanan küçük bir kızı eli; ablaya son bir veda ediyordu. Ve metaneti, ablanın ona rüyasında verdiği mesajı uyguluyordu. Buse küçük kız kardeşi Sude’nin rüyasına girmiş ve “ SAKIN BENİM İÇİN AĞLAMAYIN.” demiş…

Eminim ki aynı isteği İlah Ağabey de sevenlerine yıllar önce yapmıştır. Hayatı doya doya, sindire sindire yaşayan temiz yürekli insanların geride kalanları üzmek istemeyecekleri acı bir gerçek. Buse daha on yedisinde ama temiz kalbi nazik ruhu ile geride kalanları üzmek istemediği gün gibi ortada…

Daha gazetenin ilk sayfasında duraksıyor bedenimin ağırlaştığını hissediyorum. İlhan Ağabeyi uğurlayan binlerce insanı görünce, babamın cenazesindeki yüzlerce insanın garip ve buruk hallerini düşündüm. Yüzlerce el bedenime dokunmuş, akıllarınca bana moral vermişlerdi! Güya… Yüzlerce el ve sesten geriye kalan tek hatıra; yaşlı bir adamın yanıma gelip ağlayarak bana sarılmasıdır… Ne kaymakamın zorunlu duruşu, ne valinin katılışı, ne sayın pek kıymetli soylu vekillerimizin orada oluşu beni etkilemişti. Ne gariptir ki o ihtiyar hâla gözümün önündedir; ilk gün ki gibi…

Birkaç dakikada hayatıma giren ölümleri, İlah Ağabeyin, Busenin ölümüyle birleştirip sanki hepsi için ağlıyordum; için, için… Ve ben şanslı bir erkeğim. Artık, dışa da, içe de ağlamasını becerebiliyorum.

“Soğuktan donanı buzla ovarlar.” sözünü hatırlayıp gazetenin ikinci sayfasını açtım. İlhan Ağabey’e ait PENCERE köşesi bembeyaz… Ve en altta onun ismi; İLHAN SELÇUK

İlhan Ağabeyin yıllardır yazdığı Pencere köşesi bu sefer beyaz bir boşluğa ayrılmıştı. El dokunulmamış, hiçbir kötülük-kir bulaşmamış beyaz bir köşe. 1980 yıllarda yazdığı gazete makalelerinin toplandığı kitabı; “Düşünüyorum Öyleyse Vurun” ‘u daha iki ay önce okuduğumu hatırladım.

Adam gibi düşünmek ve onun bedelini ödemeye çalışmak; bu güzel ülkede ne kadar zor bir yolculuk. Mutlu bir yaşam, insana ve doğaya sevgi; bu ülkenin kayıp duyguları gibi geliyor bana…

Onurlu ve soylu bedenler; sanki kaybetmeye adanmışlar. Kazanmak, en büyük kurnazlık ama zekâ olmadı benim memleketimde…

İlhan Ağabeyin köşesi İlhan Ağabeye yakışır bir şekilde siyah bir renge bürünmek yas tutmak yerine; saf beyazlığa bürünüp, hayatın gerçeğini de göstermiş oluyordu bize. Hayatın ölüm denen bir gerçeğinin olduğunu, yas tutarak, çığlıklar atarak, keşkeler diyerek kabul görmeyeceğinin beyaz sayfası; ne kadar da yakın geldi bana.

İlhan Ağabeyin yas tutmayan, onu uğurlarken bile yol gösterici beyazlıkta ışık veren pencere köşesi; yaşamı anlamlı kılan bir sürü pencerenin var olduğunu bir kez daha hatırlattı…

Nasıl ki ölüme meydan okuyarak, gülerek gidiyorsa beyaz köşenin sahibi olan İlah Ağabey; aynı güleçlik, tazelik içinde on yedi yaşındaki Buse de beyaz bir sayfa ile gidiyordu. “Sakın benim için ağlamayın” diyordu. Sakın…

Bu iki insanın ölümlerinin bir anlamı olmalı; miskinliği, mazeretleri katmerleştirmiş olan biz insancıklar için! Bir anlamı olmalı! İlhan Ağabey eceli ile ölümün gerçek yaşamına dönüşüm yaparken, Buse ise ecelsiz, hain bir tuzak ve patlama içinde gidiyordu.

Bu iki bedenin ölümlerinin bir anlamı olmalı diyorum; çünkü ikisi de ölüme meydan okuyacak derecede yaşamı ve insanları seviyordu…
Güven
24 Haziran 2010

23 Haziran 2010 Çarşamba

BOŞ İŞLER

Kamera; Güven -   Pamukkale
Saf Beyazlık; biz doğayı kirletenlerin ve doğa
ile yarı barışık olanların sürekli imrendiği;
güzel ve soylu beyazlık...



                                      BOŞ İŞLER



Hüsmen Ağa, her sabah hiç aksatmadan uğradığı küçük dükkâna uğradı. Sabah gazetesini bu dükkândan emanet aldığı gazete sayesinde okuyordu. Öyle ya, Hüsmen Ağa’nın gazeteye verecek parası mı vardı! Zaten ona göre gazeteler boş şeyler yazıyormuş… O, sadece fotoğraflara bir de spor sayfasına bakıyormuş. Sporu seviyor da bir de kendisi yapsa; fena olmaz hani! Neredeyse üç insan büyüklüğündeki Hüsmen Ağa, küçük dükkânın gazetelerinin bulunduğu sehpa üzerinde duran gazeteyi eline alması ile atması bir oldu.

Hüsmen Ağa yarı ciddi, yarı şaka nazı geçen dükkân çalışanına seslendi; “ bu ne yahu? Bizim her gün okuduğumuz gazete nerede?” Dükkân çalışanı adam gülümseyerek; “ artık Perşembe günleri bu gazeteyi alacağız. Çok güzel kitap eki de veriyor. Hüsmen Ağam Bak!”

Renksiz gazeteyi ve ekini gören Hüsmen Ağa ekşi bir surat ifadesi ile “ Ben böyle ağır şeyleri okumam. Ben zaten resimlere bakıyorum.”

Küçük dükkânın çalışanı adam Hüsmen Ağayı tanıdığı için bu işe hiç bozulmadı. Sadece hafif bir tebessüm ederek o günkü makalesini yazmaya devam etti. Hüsmen Ağa derler bu iri ve çok konuşan, çokbilmiş adama. Cebinde oldum olası para taşımaz. Ama banka hesapları, üzerinde bulunan mülkiyetler oldukça şaşırtıcı büyüklüktedir…

Hüsmen Ağa günlük gazetesini bulamamış olmanın can sıkıcı tavrıyla, çalışmasına dalmış adama seslendi; “ Sen ne yazıyorsun orada?” Adam, bildik suale, yine bildik cevabı verdi; “ cübbe ve kep ile ilgili bir yazı hazırlıyorum Hüsmen Ağam” dedi.

Hüsmen Ağa, oldum olası toplumsal olayları kendi çıkarlarından sonra tutmuş birisidir. Eğer o konuda kendine bir fayda yoksa o iş, o konu; onun için boş iştir. Faydasız iştir. Riski asla sevmez… Hayat, onun için bir koyup yüz almaktan ibarettir. Büyük göbeği, heybetli gerdanı ile şamata yapmasını, ince ince alay etmesini çok sever.

Küçük dükkânda aradığı gazeteyi bulamayan ve de yeni alınmış gazeteyi oldukça ağır kabul eden Hüsmen Ağa, makalesini tamamlamaya çalışan adama; “ Bırak bu boş işleri. Hep para kazandırmayan işlerle uğraşıyorsun.” dedi ve ağır gövdesini ondan beklenmeyen çeviklikle dışarı taşıdı. Diğer dükkânlara uğrayıp para vermeden bulacağı gazete ile vakit geçirmek istiyordu. Nasıl olsa vakti boldu. Daha kaç kapı gezip, kaç kişinin çayını içecek, bankada bulunan yüklü parasını düşünerek, toplum ile inceden inceye alaylar edecekti…

Küçük dükkânın içinde bulunan orta yaşlı adam o günde bir yazı hazırladığı için mutluydu. Geçinecek kadar para kazanıp, kendi kendine yetmesini zenginlik olarak kabul etmiş, Hüsmen Ağanın boş işler dediği edebiyatı, felsefeyi kendi yaşam desturu kabul bilmişti. İşte yine bir yazıyı bitirmiş, yine haykırmak istediklerini nezaket kuralları içinde seslendirmişti. Yazı, onun için büyülü bir yolculuktu. Yazmasa, toplumsal olayları tetkik etmese; yaşayamazdı o! Ama toplumsal mücadelesini, yazı ile olan aşkını hiçbir zaman ticari arenada satılık bir eşya olarak görmüyordu.

Makalesini bitiren adam, Hüsmen Ağanın alışık çıkışını, son söylediği ; “Boş işler” cümlesini irdeledi. Aynı söylemi bundan iki yıl önce telefonda da hakaret olarak duymuştu. Bir ticari olaydan dolayı onu arayan ve hayatının bu zamanına kadar ona oldukça saygı gösteren şahıs, ticari bir olaydan dolayı kızmış ve kendince en ağır hakareti yapmıştı. ‘ Siz ailece edebiyatçısınız zaten.’ deyip telefonu yüzüne kapatmıştı.

Hüsmen Ağaya göre resimsiz, gösterişsiz sadece habere, bilgiye dayalı gazete-kitaplar ağır şeylerdi! Telefonda hakaret eden adama göre de, yazı yazan kişiler edebiyatçıydılar…

Yazısını gerekli yere kopyalayan adam, kahvesinden oldukça büyük bir yudum alıp mutluluk dolu bedenini daha da düşünmeye zorladı. Bu toplum nereye gidiyordu… Para kazandırmayan, büyük zenginlik vaat etmeyen hiçbir meslek kabul görmüyordu. Yazı yazmak, kitap okumak; edebiyat ve boş iş kabul ediliyordu.

Otuz yılda verilmeye çalışılan verilmiş; zenginliği hayal eden, hayalci bir toplum yaratılmıştı. Şık elbiseler, pahalı arabalar, lüks evlerde yaşamayı arzu eden ve kendini Tanrıya daha yakın zanneden zeki ve soylu insanlar…

Hâlbuki sınırsız hiçbir zenginlik azmederek kabul görmezse, içselleştirilemezse korkulan fakirlikten daha büyük tehlikeler-sorunlar getiriyor.

Hüsmen Ağa, babasının yüklü mirasını sıkı para politikası ile daha da yüklü hale getirmiş, her gün batan-dağılan ve acı çeken insanların yanında başarılı ve akıllı bir konuma gelmiştir. Asıl mesele para kazanmak olduğu için, parayı bulanın da EFENDİ saygısı gördüğü için; bu toplumun renksiz gazeteleri, yerel basını, kütüphaneleri, felsefecileri, edebiyatçıları zavallı ve garip kabul edilecektir…

Küçük dükkânda çalışan ve daima kendi kendine yetmeyi en büyük zenginlik olarak kabul etmiş adam; ne yazı yazmayı, ne yerel basını, ne edebiyatı ne de felsefeyi yersiz ve garip buluyordu.

Eğer öyle olsaydı, Nazımlar, Namık Kemaller, Mustafalar, Kemaller, Orhan Veliler, Pir Sultan Abdallar, Yunuslar, Âşık Veyseller ortaya çıkar mıydı hiç?

GÜVEN

21 Haziran 2010 Pazartesi

BABAM, YUSUF

Kamera; Güven          Manisa

 Bir bardak çayın yanında sunulan bir
bardak suya minnet duydum. İstemeden ve
zorlanma gösterilmeden verilen bir
bardak su... Unutulmuş insanlığın
bir tas suya deng düşmesi ne garip!
Ve uzaklarda kendi kabuğunun
dışında gezerken, diğer insanlar ile
o diyarların farklı havasını solumak.
Önümde iki genç duruyordu. Ayakkabı
boyacılığı yapan iki genç. Biri Urfalı,
diğeri Diyarbakırlı.
Merhabayın çocuklar
Merhaba Abi partatalım mı?
Yok çocuklar biraz konuşalım!
Tamam Abi
Okul...Okuyoruz Abi. Ama memleketi
özledik.
Buraya alışamadınızı mı? Yok Abi,
memleket daha güzel...
Zorla yapılan göçler, zorla enjekte edilen
ithal kültürler...
Zorla koyunlara giden köpek; kurt
getirirmiş! :)) Ne diyem;
Değmen benim gamlı keyfime; değmen...
          



                        BABAM, YUSUF



Bir babalar günü daha geride kaldı. Her çocuğun bir babası olduğu gibi, her babanın da bir babası vardır.

Babamın babası Hasan’dı. Hasan’ın oğlu Yusuf, Yusuf’un oğlu benim. Her çocuğun övündüğü bir yan vardır babası adına. Baba mazide kaldıysa, baba adına tüm kabalıklar törpülenmeye başlanır. Tozlar alınır ve baba anıları cilalandıkça cilalanır… Yorumcunun da dediği gibi;

“ Nehir kuruyunca… Saat durunca… Her baba, dede ile torun arasında bir yerde durur. Hep hayatın ortasındadır yeri. Bir şeyleri devralır, bir şeyleri bırakır kalanları… Genleri ve soyları! “

Baba olanın baba özlemi çok daha farklıdır. Babalığın tatlı yükü, şefkate dönüşmüş yolculuğu kendi babanızı hatırlatır size. Elbette babanızın babası dedenizi de. İlk gün ki gibi hatırlarsınız; babanızın sesini, gülüşünü… Hasan’ın oğlu Yusuf; “Oğlum, Güven” derdi bana. Düzenli ve tertipliydi birçok baba gibi… Sevgi dolu, insanlık dolu bir bedenin ıslah olmaz yolcusuydu Hasan’ın oğlu Yusuf.

Hasan’ın oğlu Yusuf’u otuz yaşına kadar farklı sevdim. O zamana kadar, koruyucu, kurtarıcı, kollayıcıydı… O zamana kadar bana genleri ile ölümsüzlük döngüsünü hediye eden adamdı…

Bana göre ikinci otuz yılıma adım attığımda babamı başka sevmeye başladım. Ne genlerinden, ne bırakacağı veya bırakamayacağı dünyalıklarından dolayı… Ne de bize zaman ayıramayıp, kendi çevresindeki insanlığı kurtarmaya soyunmuş olmasından dolayı. Yusuf’un oğlu ben; Hasan’ın oğlu Yusuf’u nezaketinden, üretkenliğinden, insan sevgisine düşkünlüğünden dolayı sevdim.

Babam, bilinen babalar gibi üzerimize titremez, toplumsal yolculuğunda topluma adanmışlığında bize çok az zaman ayırırdı. Küçücük hayvan yavrularının bile daha birkaç aylıkken kendi başlarına bakabilme mucizeleri etkilemiştir beni. Ve ben, otuz yaşında hâla babamdan medet umarken buldum kendimi… O medet umma, bereketli bir analize, büyük bir beden inşaatına başlamama neden olmuştu…

Babam ile aramızdaki sevgi bilinen sevgiden öte dönüşüm göstermişti. Kendimizce beklentileri en aza indirmiş, varlığımızın var oluşu adına mutlu olmayı öğrenmiştim. Ve ben otuz yaşından sonra, geçirdiğim her yılsonunda yeni yıla girerken minnet duyardım babam sağ diye. Babama yakın olabilme ihtimalim bile önemli olmaya başlamıştı. Sesini duymak, o günün hava raporunu bile ondan almak anlamlıydı…

Babamın kendisinden çok sesini duydum. Bir baba sorumluluğu içinde nasıl olduğumu havanın durumunu ve en çok da o gün, çevresi adına bir toplantıya katılıp, bir söz aldıysa o anın sevincini paylaşırdı. Ve ben bilirdim ki o benim babamdı ama başkalarına aitti. Bana ait olan birkaç dakikalık sesi bile büyük bir şükran duygusu içine çekerdi beni.

Tam da babalar günü yaklaşırken berber çırağı İsmail ile babalar günü adına söyleştik;

İsmail babanla birlikte mi yaşıyorsun? Hayır. Onu 3,5 yıldır görmüyorum. Biz annem ile Türkiye’ye geldik. O Bulgaristan’da kaldı. İsmail babasının yokluğunu, oğul olarak ve de evin reisi olarak tamamlamışa benziyordu. Babasını görmeyişi, görmek istemeyişini ciddi ve nihai kararıymış gibi açıkladı. Berber çırağı İsmail’de muhtemelen Ali Kırca’ın yorumladığı gibi;

“ Baba sevgisi, vadesi uzun borçlara bırakılır. Ama vadenin son ödeme tarihini bilen var mı ki? Bir gün nehrin suları ansızın çekiliverir. Ömrün saatinde yorulur akreple yelkovan. Kendinizi birden uzun bir servinin önünde bulursunuz. Kim icat ettiyse Babalar Gününü iyi etmiş. Bunun hakkını verin.”

Yazarın, yorumcunun babaya akan duygularına katılmayacak var mıdır acaba? Körpecik bedeninde baba sevgisini uzun vadeli borçlara erteleyen İsmail’e bu yorumu okusaydım ne değişirdi acaba? Çünkü İsmail, babasına kızmakla, kendi haklılığının ispatı içindeydi. Baba sevgisini Babalar Gününde hissedip, koşulsuz sarılmanın, kokusunu hissetmenin peşinde değildi ki…

Babam Yusuf’u kırk yıl yakınımda hissetmiştim. Babalık sevgisini vadesi uzun borçlara ertelememeyi de otuz yaşında tattım. Ondan sonraki her yılımı bir yıl daha babam ile aynı dünyayı paylaşmış olmanın faziletiyle geçirdim. Onu değiştirmeye çalışmadan, onu diğer babalar ile karşılaştırmadan samimi ve koşulsuz duygular ile sevmeyi öğrendim.

Babalığı vadesi uzun borçlara erteleyenlerin durumunda olmayan çocuklar da var. Babası ile hiçbir hatırası, bir fotoğrafı bile olmayan çocuklar…

12 Eylül 1980 yılının ardından 7 Kasım günü fikir suçlusu diye içeri alınan İlhan Erdest öldürüldüğünde kızları Türküler, 2,5 yaşında, Alaz ise 6 aylıkmış.

Türküler, Ali Deniz Uslu ile yaptığı röportajda ; “ Benim için babamı öpmek, bir mezar taşını öpmek demektir.” diyor. Çünkü babası öldürüldüğünde o daha altı aylıktı. Babası adına geçmişini oluşturan babaya en yakın olduğu yer, mezar taşları ve sükûnet içinde göğe uzanan servi ağaçlarıdır…

Bu ülke evlatları, babalık sevgisini hep vadesi uzun borçlara ertelediler. Ve bir başka babanın oğulları, altı aylık Alazların, Türkülerin, Ayşelerin, Alilerin babalarını öldürdüler… Acaba bir ölüm makinesine dönüşmek nasıl bir duygu? Ve öldürdüğün, ölüme yolladığın insanın gözleriyle, çocuklarıyla bir rüyada bile olsa, karşı karşıya gelmek; o insanı, hangi özrün korkunç girdabına bırakıverir…

Türkülerin, Alazın ve diğerlerin hikâyelerini okurken, hayatın bana ne kadar bonkör davrandığını fark ediyorum. Mazide kalan yığınla baba anıları… Bir gün, mezar taşları ve servilerin dinginliğinde büyük ve geri gelmez pişmanlığı yaşamak istemiyorsanız; yorumcuya Ali Kırca’nın son sözlerine kulak veriniz;

“ Ben kestirememiştim vadeyi. Ondandır, ödenmemiş bir yükün borcunu taşıyarak geçiyor ömrüm.” …

20 Haziran 2010
      GÜVEN

19 Haziran 2010 Cumartesi

HAYDİ TÜM KEPLER HAVAYA

Kamera; Güven   Gelibolu-Çanakkale Boğazı

Sıfır hacimde, olmayan zamanın kulakları sağır
eden patlaması ve genişleyen evren...
Sabır -bekleyiş. İçiçe geçmişliğin kıyısında varolan
insanoğlu. Kim bilir hangi dengenin dengeleyecisi
adına! Ve sükunet, dinginlik, sessizlik...


Kamera; Güven   Anne ve Çocuk
Karagözlü bir insan yavrusu.
Yavrusuna sarılmış bir anne-ana
Gemi Çanakkale Boğazının sularını yara yara
ilerlerken dingin manzaraya yaklaşan anne,
ilkönce korkuttu beni. Hüzün çökmüş anne,
karagözlü çocuğu hafiften aşağıya, boğazın
serin ve dingin sularına sarkıttı. Ve ben;
korktum! Acaba! Dedim... Kendimce
gardımı aldım. :)) Ama ben yanılmışım.
Anne yavrusana oyun yapıyordu. Onu
boğazın sularına atar gibi yapıp, inanılmaz
bir sevgi ile sinesine çekiyordu.
Ve bu yavru, ana için cübbesiz de,
kepsiz de güzel ve değerliydi...


Kamera; Güven      Manisa

Çocuklar oyun oynuyordu. Ve çocuklar en güzel anları,
öğrenimleri oyun oynarken kazanırlar. Çocuklar,
cübbesiz de, kepsiz de güzeldir oyun oynama
mutluluğnu sevgi ve şefkat ile sahiplenirlerken...




                  HAYDİ, BÜTÜN KEPLER HAVAYA


Yaz sıcaklarıyla birlikte okulların tatil zamanı da geldi. Aileleri ve gençleri en çok ilgilendiren ve meşgul eden bir öğretim yılı daha son buldu. Son yılların modası haline gelen mezuniyet kutlamaları ve kep atma törenleri de, şehrimizin neredeyse tüm okullarında aynı gösterileri yaptığını görüyoruz.

Üniversiteler, liseler, ortaokullar derken, kreş çocuklarının yılsonu gösterileri aynı gösterinin renkli-sevinçli sahnelerine dönüşüyor.

Bir uygulama yöneticilerin, ailelerin kabul edişiyle inanılmaz bir hızla başlıyor ve tüm ülkeyi sarıyor. Yılsonu gösterilerinde yapılan eğlencelerde cübbe ve kep giymek ve sonra da kepleri havaya fırlatmak; gezdiğim gördüğüm birçok yerde uygulanıyor. Anlaşılan o ki,cübbe ve kep; öğrenciler, aileler ve okul yöneticileri için; vazgeçilmez bir tören giysisi haline geldi.

Cübbeler giymiş ve başlarında kepleri olan çocukları Manisa’da da gördüm. Şehit Neşe Alten kreşinde de, Tekirdağ Anadolu Lisesinde de, Atatürk İlköğretim Okulunda da, Süleyman Paşa İlköğretim Okulunda da aynı törenlerin cübbeleri giyildi kepleri havaya fırlatıldı.

Aslında cübbe, hukukçuların, din adamlarının giydiği bir giysidir. Öğrenciler tarafından bu kadar önemli bulunması ve kabul görmesi; belki de dünyevi adaleti dağıtacak hukukçu olma isteği ile dünya dışı sonsuzluğumuzun adaletini de dağıtacak bir din adamı olma özlemi arasındaki ince çizginin açlığıdır diye düşünüyorum.

Peki, okulların bu tür eğlenceleri düzenlemeleri, öğrencilere cübbe ve kep giydirmeleri önemli midir? Elbette yeni bir yaşama başlayacak ve yıllarını o okulda tamamlamış öğrenciler için; eğlencenin şık bir görüntü ile bütünleşmesi önemlidir. Biz aileler içinde oldukça önemlidir kep atma törenleri. Minicik veya yetişkin hale gelmiş çocuklarımızı cübbe içinde ve kep takmış bir vaziyette görüp; sevinmenin en önemli sevgilisi oluruz…

Cübbe giymiş çocuklarımızın da heyecanına diyecek yoktur. Küçük yavrucaklara, yetişkin çocuklarımıza oldukça yakışan ve onları daha hayata atılmadan önemli kılan kıyafet ve beden bütünlükleri; fotoğraflara, vidolara da çok önemli renk katar! Bu tür törenlerde aileler neredeyse birbirini çiğneyecek hale gelir. Öyle ya, çocuğu cübbe giymiş, kep takmıştır. Bir değil, bin fotoğrafını çekmeli! Artık her ailede fotoğraf makinesi, video aleti olduğu için cübbeli ve kepli çocuklarımızın film stüdyosuna girmişçesine terlemeye başladıklarına tanık olursunuz…

Çocuklar cübbelerin içinde ve keplerinin altında ve patlayan flaşların karşısında terledikçe terlerler. Sürekli gülümsemeleri istenir.

Aileler en neşeli, en heyecanlı halleriyle seslenir çocuklarına; “ yavrum, biraz daha gülümse. Başını biraz yukarı kaldır. Arkadaşına sarıl. Yan dön.” … Gibi ardı arkası kesilmeyen istekler başlamıştır. Çocuklarımızın töreni, bizim törenimiz olmuştur. Nasıl olsa makinelerimiz dijital. Çek ve beğenmezsen sil. Bir daha çek ve bir daha gülümse…

İşin doğrusu çocuklarımızın cübbe giymesi, kep takıp ve sonra da finalde kepleri havaya fırlatması beni de mutlu ediyor. Çünkü eğlencenin göze-gönle hitap etmesi aklın da kabul etmesi demektir.

Çocuklarımızın cübbe giyip kep takması okul yöneticilerini de mutlu ediyor. Çünkü yoğun geçen bir yılın ve yıllardır bir arada olup da mezun olan öğrencilerinin buruk bir şekilde değil de mutlu ayrılması bir parça teselli oluyordur onlar için. Sonuçta cübbeli, kepli mezuniyet törenleri; okul yöneticilerini, öğrencileri ve aileleri de mutlu ediyor. Bol fotoğraflı hayata merhaba veya okul hayatlarının farklı alanlarına geçme adına yapılan birkaç saatlik eğlencenin kime ne zararı olabilir?

Fakat gözlemlediğim bir şey daha var ki, ailelerin eğitim ve okul masraflarını karşılayamayacak hale gelmesi, birçoğunun bu sorumluluğun altında ezilmesi; kep ve cübbeli kutlama törenlerini bile sessiz bir burukluk içinde izlemelerine, kabul etmelerine neden oluyor.

Eğitimde ki fırsat eşitliği ne yazık ki, cübbe ve kep adaletinde olduğu gibi olmuyor. Aynı okulda bile farklı sınıfların torpilli öğrencisi olma adına okullara yüklü bağışlar yapılıyor. Ve ne hazindir ki, bazı okullarımızın önündeki servislerden geçilmiyor. Neden? Çünkü o okul ve okulun öğretmenleri daha değerli!

Peki diğer okullar? Orada bulunan öğretmenler ne yapsın? Kendi okulları hor görülüp dışlanması o öğretmenin eğitim aşkını nasıl motive eder acaba?

Cübbe ve kep eşitliği ve adaleti bütün okullarda aynı görüntü, aynı heyecanı verirken; eğitim eşitliği cübbe ve kep gibi aynı adaleti dağıtmıyor. Ne hazindir ki, şehrimizde önemli bulunan birkaç okula girmek; sırat köprüsünden geçmek kadar önemli!

Peki, bu duruma Milli Eğitim Müdürümüz ne diyor? Sanırım hiçbir fikri yoktur. Parası bol olan, torpili yüksek olan, bağışını yapar, adresini kâğıt üzerinde değiştirir ve o önemli okulun ailesi içeni karışır. Nerede okuyorsun dendiği zaman; çocuk, ‘ ben şu önemli okulda okuyorum” der. Mutludur. Okulu temizdir. Okulu beton havlulardan ibaret olsa da, öğretmenleri diğer öğretmenlerden daha değerlidir.

Sonuçta en kenarda en dışlanmış okulda da okuyor olsanız, o okulun öğrencisi de, okul yönetimi ve öğretmenleri de mezuniyet gecesinin tadını çıkarmak isteyecektir. İşte tam da bu anda, imdadımıza cübbe ve kep yetişir. Çünkü cübbe ve kep, okul ayırt etmez. Ve giyilen cübbeler en kıyıdaki okul öğrencisine de en önemli okul öğrencisi gibi önemli bir hava katar.

Sözün sonu; en tenhada kalmış okulların öğretmenleri en az tanınan ve özel derslerden faydalanamayan öğretmenlerin öğrencileri de mezuniyet törenlerinde şık cübbeleri içinde keplerini fırlatırlar. Havaya atılan keplerin öğrencileri; ister en ucuz, en boyası dökük okul, ister en şık, en pahalı okulun öğrencileri olsunlar! Tüm keplerin bedenleri tazeciktir. Hayatın hoyratlığına teslim olmamıştır. Tabiatın güzelliğinin rekabete, aldatmacaya, torpile dayalı olduğunu öğrenmemişlerdir.

Cübbeler içindeki çocuklar birkaç saatliğine de olsa neşe içinde boy gösterir bolca poz verirler. Kim bilir hayat onlara neler getirecektir? Hayata daha atılmadan okulların, sınıfların ve öğretmenlerin ayrı tutulduğu minik dünyaları, kep ve cübbe neşesi içinde gelişmeyecektir. Çünkü biz hâla eğitimi-öğretimi önemli bulup yeterince önemsemiyoruz. Hâla silaha ve büyük Mercedes arabaya ayırdığımız para ve önem kadar önemi, tüm çocuklarımıza ve okullarına adaletli bir şekilde sunamıyoruz…

Haydi, tüm eller keplere. Ve kepler havaya… Fırlatılacak, fırlat…
GÜVEN

17 Haziran 2010 Perşembe

BİR BAŞKA DÜNYA


Kamera; Güven  Büyükada- 2010

Seyreyledim dünyayı Büyükada'nın tepelerinden.
Ben, kendi düşlerime dalarken, o diyarın patronu
karga,çoktan kendi düşüne dalmıştı bile...

Büyükada  İskelesi
Kamera; Hans
Düşünüyorsam; öyleyse yokum... :))

Kamera; Güven Büyükada

Dünya içinde bir başka dünya...

Kamera, Güven   Büyükada
Hans iş başında :))

Kamera; Güven    Büyükada
Bu karga niye acı acı ötüyor dedim!
Biraz yaklaştım ve kulak verdim. Bana
demez mi; "içmeden yıkılmış sarhoş
gibiyem."... :)) Tanrım! Sende mi,
dedim.

Emirgan-İstanbul
Dinlence zamanında ne yenir? Elbette börek :))
Holger, Şaban ve Hans  ve ben.

Kamera; Güven    Sent Antuan Kilisesi Evleri
Şu güzel mimari, şu güzel gösterime
bakar mısınız lütfen!


Kamera; Güven Sent Antuan Evleri
İstiklal Sokağından Sent Antuan Evlerine Bakış.

BİR BAŞKA DÜNYA


Gece çökünce İstanbul’a birçok yer karanlığa, ışığın loşluğuna sığınıyor. Bazı sokaklarda, tenha sokakların loş ışıklarının tam tersi, ışığın bin bir türlüsü çevreyi aydınlatıyor. İşte İstiklal Caddesi de öyle bir yer.

Onlarca sokak, istiklale bağlanırken, kendi loşluğu içinden binlerce insanı doğurup, istiklal caddesine yolluyorlar. Loş sokaklar, istiklal’e insan akıtıyor. Sanki bir dere şırıltısı birleşerek azgın bir sele dönüşüyor. Sokakların kendine has, kültürü, tanışık bakışları; istiklal caddesinde yabancılaşıyor.

Durmak bilmeyen bir koşuşturmaca yaşanıyor ışığın en bol olduğu, sesin, nağmelerin çalındığı istiklalde. Bazı sokaklar neredeyse istiklal ile bir bütün olmuş. İstiklalin yorgun insanları, istiklalin çılgın koşturmacısından sıyrılıp lokantaların bulunduğu yere geliyor. İç içe geçmiş, pasajlar ve lokantalar. Kiminde, keman, kiminde saz çalınıyor.

Her türlü ve her dünyadan insan var burada. Paraya para demeyen, karnı açlıktan yapışıp, sokağın tenha olduğu bir yere uyumak için yatan bedenler var. Yaşamı taşıyamamış kendi dünyasını kurmuş, boşluğa söylenenler de tenha sokaklarını mesken tutmuş. Tarihi taş binalar yorgun. Ama Beyoğlu’nun turizm geleceğini fark edenler ummalı bir telaş içindeler. Çok hızlı onarım çalışmaları devam ediyor.

Çiçek Pasajı, Emek Pasajı, Mısırlı Pasajı, Aynalı Çarşısı hepsi kendi müşterilerini ağırlıyor. Her mekânın kendine ait kokusu, müziği, yemek lezzetleri var. İstiklalden binlerce insan akarken aşağı, yukarı; lezzetin, müziğin, romantizmin koynuna sığınmışlar bir başka eğleniyor. Rakı kadehleri, şarap kadehleri maşeri kalabalığa çok yakın olmanın eğlencesini daha bir farklı yapıyorlar.

Baş başa yemek yemeyi, içki içmeyi, müzik dinlemeyi kültürleştirmiş insanlar; yalnızlığı maşeri kalabalığın hemen yanı başında yaşıyor. İnsan hem yabancılığı ve tanışık olmayı aynı anda iki duygunun çarpıştığı bir zamana geçiyor. Kadehler kalkıyor sağlığa, aşka… Susamış bedenler insanın en bol oluğu yerin çok yakınında kendi yalnızlığında neşeyi buluyor.

O kalabalığın, o loşluğun her anını, her santimini yaşamayacak oluşumun yaşama telaşı ile dolaştığım istiklal’de Markiz pastanesinin kapanmış olduğunu görüyorum. Sanki içimde bir ateş kıvılcımları tutuşma çabası gösteriyor. Markiz için neden üzülüyorum? Nedenini ararken, Markiz ismini yıllar önce Ahmet Selçuk İlhan’ın ağzından duymuş olduğumu hatırlıyorum. Gençliğimizin Markiz pastanesi, istiklal caddesi, bize ait anılar yazmamışken, biz yazılmış anılar ile yol buluyorduk.

Ayten’i markiz pastanesinde vurdular.
Onu ben vurdum.
Ayten kanlar içinde düştü yere.
Bense ağlıyordum.

Sokaklara dalıyorum. İstiklale dikine çıkan sokakların aşağılarına doğru ilerliyorum. Galatasaray Lisesinin hemen yanından kıvrılıyorum aşağılara doğru. Dar taş sokaklar, kendilerinde yüzlerce hikâye gizliyor. Yabancılığı bırakıp, o sokakların insanı tavrını takınıyorum. Artık bende onlardan biri oluyorum. Markiz’in eski müşterisi, Ayten’i kanlar içinde gören biri. Ezan okunurken, çan seslerini de duyuyorum. İlahiler çok farklı dillerden söyleniyor. Sent Antuan Kilisesi aynı azamet içinde duruyor. Bakımlı avlusundayım. Kiliseye girmeden bahçesinde dolanıyorum. Buraya geliş amacım bu sefer kilisenin içi değil avlusu. Kilise ile aynı anda yapılmış ve kiliseyi istiklale bağlayan evlerin büyük terasları çiçekler ile süslü. Evlerin mimarisi teras ve balkonları kilise ile büyük bir uyum içindeler.

Kilise kompleksi içindeki evlerin bir yüzleri kilise mimarisi ile Sent Antuan’a bakarken, aynı mimari güzelliğin bol çiçekli süslemeleri ile istiklal caddesine bakıyor. Bu evlerde yaşayan insanlar, bir taraftan istiklalin kıyamet tablosunu izlerlerken, kiliseye bakan tarafında ise, sükûneti dinliyorlar.

İstiklal Caddesi nereden geldikleri belli olmayan binlerce insanla doluyor. Dükkânlar sabahtan hazırlanmaya başlıyor. Ve akşam ile birlikte gece, sabaha kadar bir başka dünyaların insanlarını ağırlıyor.

Burada insan, alıştığı tüm giysilerden, edinimlerden sıyrılıyor. Biraz da kadehlerin eşliğinde gülümsemeye, sonra da gülmeye başlıyor. Hüzün, burada, arka sokaklarda gizleniyor. Cadde ve caddenin turizme açılmış sokakları; neredeyse hüznü yasaklamış.

Velhasıl dostlarım bir başka dünya yaşanıyor Beyoğlu’nun istiklalinde.
Güven



















14 Haziran 2010 Pazartesi

İÇİMİZDEKİ MAZİ

Kamera; Güven      Tekirdağ

Bu sahneden bir usta geçti. Yaşarken efsane
olmuş; Edip Akbayram geldi ve geçti...

Kamera; Güven        Tekirdağ
Gençler Edip Akbayram'a seslendi. Edip,
onlara. Edip, harika duruşu, sanata
yüreği ile sarılışı; insanlığın nasıl insan
kalınacağının da duruşuydu.

Kamera; Güven  

Kimi , Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz, dedi!

Kamera; Güven

 Onuruyla, ilkeleriyle, sanatıyla yaşamış ve
var olmuş bir baba.
Kızı Türkü ile o kadar çok mutevazı bir
gurur yüklüydü ki, baba olup da,
yüreği taş olmayanların gözleri
nemlenmiştir.

Kamera; Güven 

Bazen, Nerde Kaldın Kibar Gelin, bazen;
Sen Gittin Gideli, bazen; Motorları Maviliklere
Süreceğiz Çocuklar dedi.

Bazen Sabahattin Ali'yi, Nazım Hikmet'i
Aşık Mahzuni Şerif'i andı. Onların
yüreğinden, vatan sevgilerinden,
aşklarından, şiirlerinden seslendi.

Kamera; Güven  Yüze Düşen Işık

 Ninelerimiz; yüzdeki ışıktan sözederlerdi. Ve ben
tüm hayatım boyunca yüzlerdeki ışığı aradım.
Çok insanda gördüm ve buldum. Ama çok az
insanda o ışığı, bireysellikten toplumsallığa,
inasnlığa adanmış olarak farkedebildim...

Kamera; Güven  Sanatın Gülüşü

Gülmek her insana yakışır ama bu adama,
bu sanatçıya bu kadar mı güzel yakışır! :))
Aldırma Gönül ile hoşçakal derken, tüm insanlar
belki de içimizdeki eksik insanlık için ayağa
kalkmıştık. Sanki, bir uzay gemisine binmiş,
yüzyıllara geri dönmüş ve özlediğimiz çağlardan
geçerken, garip bir sevgi hüznüne kapılmıştık.





                                  İÇİMİZDEKİ MAZİ


İnsan bedenine yazılan maziyi söküp atabilir mi acaba? Mazi, ne kadar derin ve acı yaşanırsa o kadar mı kalıcı olur? Yoksa maziyi besleyen onu aşırı önemseyen beden ve ruhumuz mudur? Mazi, ne yerle bir edilebilir, ne de hiç yaşanmamış kabul görür. Mazi, abartmaya da, insanüstü hale getirmeye de gelmez.

Cumhuriyet kitap ekinde Gamze Akdemir’in Erendiz Atasü ile yapmış olduğu söyleyişi de bence her insan kendi mazisinden bir parça bulacaktır. 63 yaşındaki yazar bize ve mazimize dair önemli tespitlerde bulunuyor.

Maziyi Düşünmek…

“Alışkanlıklar zincirinde olagelen bir kırılma, hayal kırıklığı, küskünlük sonucu başlayan hesaplaşmalar… Ah vah demeler değil ama kuşkusuz ah mazi demeler, hani kıyısından içsel inziva, burulmalar… Hayattaki en mutlu o an’a adanan ömürler… Maziye yönelik yaşamam ama maziyi sık sık düşünürüm; kendimi ve bana yakın olmuş insanları daha iyi anlamak için. Mazi içimizde sürüp gider. Hiçbir zaman silinmez. Onun izlerini taşır onunla yaşamayı öğreniriz. Gençliğine dönmek ister misin deseler, ‘kesinlikle istemem’ derim. Gençlik çok acılı bir dönemdir. Bu meselenin bir bölümü! Bir de öbür yanı var; o da şu: Scott Fitzgerald (Gece Güzeldir) romanında bize şöyle der; ‘Ruhun yaraları yanlışlıkla derideki yaralara benzetilmiştir. Oysa yitirilmiş bir insan, ya da bir hayat parçası, kaybedilmiş bir organa benzer. Onsuz yaşamak öğrenilir; yıllarca akla gelmeyebilir. Ama günün birinde o organı özleyecek olursak, bu sızının devası yoktur.” diyor Erendiz Atasü.

Anlaşılan o ki her insan mazisi ile yaşamayı, barışık olmayı öğreniyor. Veya öğrenmek zorunda! Aynı zamanda mazinin hatırlanan sızılarını işe, şiire, hikâyeye, resme, fotoğrafa çevirmek zorunda… Yoksa! … Mazi, bazen bir rüzgârın esintisi ile birlikte ve acımasız soğuğun da tetiklemesiyle acı vermeye başlar. Beden savunmasız bir haldeyse, bir taraftan kuzey rüzgârı, bir taraftan da keskin bir soğuk; mazinin sızısını korkunç bir çığlığa da dönüştüre bilir!

Mazimiz, ne kadar acı, ne kadar sevinç ve ne kadar kirler ile dolu olursa olsun; insan yaşadığı an’ı mazisi ile barışık bir hale getirebilir. Bıkmadan vereceğim örneklerden birisi; bataklıkta açan bir çiçeğin hikâyesidir.

Bataklık kokar… Bataklık yanlışlığı affetmez… Bataklık hastalık üretir… Ama bataklığın kokan, pis su ve çamurunda harika çiçekler de yetişir. Bu çiçekler, mazisi ile barışık ve o anın keyfini çıkaran güzel bitkilerin harika başarı hikâyesidir. Elbette çöl kaktüslerini de unutmadım…

Gamze Akdemir’in Erendiz Atasü ile davam eden söyleyişimi bir başka yöne dönüyor;

Bütün Seçimler Seçeneklerle Kısıtlıdır.

“Kişilikli bir insan önemli yaşam dönemeçlerinde seçim yapar, karar verir. Kararlar ve seçimler pek seyrek olarak tümüyle özgür iradenin yansımasıdır. Çünkü bütün seçimler, seçeneklerle kısıtlıdır. Seçenekleri oluşturmaksa çoğu zaman elimizde değildir. Bu bir gerçek! Ancak, kendine acıma üretken bir tutum değildir ve hiçbir fayda sağlamaz. Her insan bir bakıma kurbandır. Biz ne yazık ki bireyselliğin gelişmediği üşengeç bir toplumuz; dolayısıyla başımıza gelenlerde kendi katkımızı hesaplamaktansa, değiştirebileceğimiz halde boyun eğdiğimiz koşulları aşılmaz görmeyi ve göstermeyi yeğleriz. Dolayısıyla kendimize acımakta üstümüze yoktur. Popüler kültür denen nesne de bu değirmene su taşıyor. Edebiyatta bu yola girdiyse vay halimize!” diyor sevgili yazarımız.

Biz nerede yanlış yaptık? Biz nasıl bir dönüşüm yaparak daha huzurlu yaşarız? Ve popüler kültür diye yutturulan gerçekdışlılığın harika gösterimleri bize en ilkel zamanların mazisini bile özletecektir diye düşünüyorum…

Önemli veya önemsiz olan yaşam dönemeçlerine ait mazimizi iyi anlamalı derim. Mazinin bize taşıdığı korkuları, ayıpları, acınası duyguları yazarımızın da bilgece hatırlatması ile iyi irdeleyelim, iyi hesaplayalım…

Yoksa! Yoksa daha çok kurtarıcı arar, daha çok düşmanlar yaratırız. Mazimize de düşman kesiliriz.
Güven

HÜZNÜNÜ SONUNA KADAR YAŞA

Kamera; Güven    Kumbağ-Tekirdağ
Hüzün de neymiş! Ya kapris, büklenme, sonsuza
meydan okuma egoları! Bu hayvanların tek derdi;
günlük nafakadır.


Kamera; Güven    Tekirdağ

 Bir garip olur insan; sabahın ilk ışıklarıyla
kalkınca. Önemsediği günün önemli konuğu
gibi başköşeye oturtulur.




                           HÜZNÜNÜ SONUNA KADAR YAŞA


Hüzün, tatlı bir gülümseme gibi gelir kulağımıza. Sanki kötünün en iyi hali de hüzünmüş gibi… Hüzün, insanı insanlığa taşır da insan bu taşıma işinden gocunmaz ve yorulmaz…

Güya, bilginin çok hızla aktığı, inanılmaz bir bilgi bombardımanı yaşandığı bu anda çok az şey etkiler oldu bizleri. Öyle ya, her gün ölümün, kavganın, kederin bilgilendirmesini aktarırsan; o da kendi içinde yitik hale gelir.

Hayattan kopmadıysanız, sizi hayata bağlayan birden fazla nedenleriniz varsa; şehrinizin değişik sokaklarını, parklarını, mekânlarını tanıyın. Tanıyın ki, bu mekânlarda, değişik sokaklarda hiç umulmadık bir anda bir sürprizle karşılaşın. Hayatın dengesinde, almaktan çok vermek vardır. Ama bizler sürekli almaya programlandığımız için, verme mutsuz eder bizi. Tıpkı, sağlığı, hastalığa verdiğimiz gibi. Tıpkı, yakınımız olan bir insanı anlayıp doyasıya sevemeden yaşamdan ölüme uğurladığımız gibi…

Şehrimin dingin bir gününde yine öyle bir değişimi kovaladığım bir anda oturmuş olduğum parkta geliyordu bilginin en güzeli bana. En güzeli diyorum; çünkü o an; o akış, o fark ediş; alışılmışın ötesine, bilinen kelimeler ile nasıl da bilinmeyen güzel şeylerin üretilebileceğinin mutfağına getirdi beni.

O ana kadar fark etmemiştim onları. Gülfidanları aramızda sihirli bir perde oluşturmuştu sanki. Ama ses, orada da bizim gibi canlıların olduğunun en büyük kanıtıydı. Ve ben onların çok yakınındaydım. Dikkatli bakınca bir kadın ve bir adamın harika bir hüznü paylaştığını gördüm.

Adam; “ Seni çok merak ettik, nerelerdeydin Emineciğim?” , Kadın; “ Ah sorma Aliciğim sorma bana. Ablamı aniden kaybettik. Onu uğurladık. Bu da bizi çok yıprattı. Yalnız kalmayı tercih ettim.”

Anlaşılan o dur ki, orta yaşına gelmiş kadının siyah gözlerinde, siyah saçlarında, buğdaysı teninde; abla hüznü vardı. Ablası yakın zaman önce ölmüştü. Ve o, ablanın hüznünü yaşıyordu. Erkek, bilinen teskine çalışmadı bile. Gayet samimi ve içten bir yaklaşım ile “ Emineciğim, hüznünü sonuna kadar yaşa. Bu hüzün, doya, doya yaşanır.” dedi.

O an, zamanın akışı durdu sanki. Kelimeler bilinen satırlardan oluşuyordu. Ama cümle, bilinen bir cümle değildi. Kahır çığlıkları atan, hüzünleri yaşayan dostlarımıza o kadar çok yapay ve içten olmayan seslenişler yapıyoruz ki, bu an; sanki eksik olan seslenişin dünyaya indiği andı. Dünya güzel ve anlamlı bir cümle ile daha tanışıyordu.

Kadının ağlama nöbetleri çoktan bitmişti. Erkeğin yanında olmaktan da mutlu olduğu belliydi. Ama erkeğin kadına seslenişi de o mutluluğu, o güveni fazlasıyla veriyordu. Çünkü fazladan hiçbir kelime etmiyordu erkek. O söyleyeceğini bir tek cümlede anlatmış ve kadın da anlamıştı onu.

Hüznünü Sonuna Kadar Yaşa! Hangimizi bu cesareti gösterip hüzünlerimizi sonuna kadar ve doğru ve anlamlı yaşayabiliyoruz ki? Çünkü bunun doğru olduğu anlatılmamış, gösterilmemiş bizlere. Ve bizler de her kayışın ardından kendi kayan dünyamıza bir adım daha yaklaşırız. Çünkü sözcüklerin mutafına girip kendimize ait harika bir çoban salatası gibi güzel bir cümle oluşturmaktan korkarız.

Birini mi teskin edeceğiz; nasıl olsa bilinen bize ezberletilen ve anlamını yitirmiş bir sürü cümle vardır. Hemen hazır olanı seçer; “ Allah Rahmet Eğlesin. Allah Kurtarsın. Kendine İyi Bak. Takma Kafana.” der harika bir moral verdiğimizi sanır, yolumuza mutlu bir şekilde gideriz güya!

İnsan her konuda âlim olmak zorunda değildir. İnsan her konuda başarı da gösteremez elbet. Ama insan, bilinen kelimelere her yıl birkaç kelime ekler ve kendi bahçesinde kendi yetiştirdiği gülü, karanfili sular gibi sular cümlelerin en içten olanlarını. Ve koskoca çelenklerden, iltifatlardan daha önemlidir sımsıcak içten bir cümlenin gül, karanfil kokan etkisi.

Kadın ve adamın içtenliğine, hüznü rahatlıkla paylaşma gayretlerine selam ederek ayrıldım yanlarından. Günü biraz daha renklendirmek için, bir müzik CD ‘si, yeni gelen kitapların fark edilmesi adına Tekira Alış-veriş merkezine gittim. Kitap ve CD bölümü kendi hareketliliğini yaşıyordu. Kimileri kitaplara, kimileri de CD’lere bakıyordu.

Bugün şanslı günümde olmalıydım! Dönüşümler kitabının gelip gelmediğini ararken, yanımdaki baba ile kızı da kendi dönüşümlerini yapıyordu.

Kız CD’leri inceleyen babasına eğildi; “ Babacığım, ben seninle senin sevdiğin şeyleri izlemeyi çok seviyorum. Çünkü sen de benim sevdiğim şeyleri seviyorsun.”

Babaya seslenin kız, beş yaşlarında olmalıydı. Belli ki babaya moral, ümit ve CD seçmesinde bol zaman-şans tanıyordu. Ne güzel bir cümle! Baba kızının güvencesine, yanında oluşunun samimi masum seslenişine sadece gülümsedi. Bu gülümseme anlam, ümit, heyecan yüklüydü…
Güven