Sayfalar

26 Ocak 2024 Cuma

BEN JOHN LENNON

 



ARTEMİS TAPINAĞI

                                      BEN JOHN LENNON

  8 Aralık gecesi yerel saat New York The Dakato’da 23.00’ı gösterdiği vakitlerde bedenine giren dört kurşun yarasından akan kanlar yüzünden ölmek üzere olan John Lennon;

  “ Ben John Lennon,The Beatles topluluğundan” sözcüklerini mırıldanır.

   Bilincini yitirmiş bir halde, birkaç kez mırıldandığı sözlerden sonra, şarkılarında savunduğu barışçıl dünya yaşamı sona ermiştir. Üstelik kendisine çık sıkı hayranlık besleyen birisi; David Chapman tarafından beş adet kurşun sıkılarak… Kurşunların sadece birisi boşluğa saplanmış, diğer dördü sanatçının zarif bedenine ölümcül yaralar açmayı başarmıştır.

   Acaba birbirinden bağımsız aralarında 2336 yıllık bir zaman farkı olan iki olay arasında bir bağ kurula bilinir mi? MÖ 356 yılında dünyanın yedi harikasından birisi kabul edilen Artemis Tapınağı, halkın bin bir fedakârlığıyla yapılmış ve 20 Temmuz gününe kadar tüm ihtişamıyla ayaktaydı.21 Temmuz günü;

“ Ben dünya tarihine geçeceğim” diyen, Efesli bir genç adam Artemis Tapınağını yakmış, gerçekten de zihninin kurgusu olan düşü gerçekleşmiştir.

  Kurucusu olduğu The Beatles grubu ve besteledikleri, seslendirdikleri şarkılarla yüz milyonlarca dinleyiciye ulaşan John Lennon Artemis Tapınağı yangınından 2336 yıl sonra bir başka genç adam tarafından öldürülmüştür. O da kendince ruh âleminin ona oynadığı o korkun oyunun kurbanı olmakla birlikte, tüm dünyanın sevdiği bir başka sanat eseri; sanatçıyı genç yaşta, gecenin kap karanlığında kanlar içinde ölümü yollamıştır.

   John Lennon’un katiline niçin öldürdün dendiğinde;

 “ Bu mutlak bir ihtiyaçtı. O aşamada artık kendimi engellemek için hiçbir şey yapamazdım. Tüm ruhum ve bilincim buna inanmıştı. İşte, bir tarafta dünyanın hayranlık duyduğu insan, diğer tarafta ben; kişiliksiz basit bir insan… İçimde bir şey parçalandı. John Lennon’u öldürmekle kimliğimin ortaya çıkacağını düşündüğümü hatırlıyorum…”

  Bir tarafta halkın büyük fedakârlığı, uğraşlarıyla Tanrıça Artemis’e adanmış dünyanın harikası sayılan bir tapınak, diğer tarafta bütün halkları barışa, sevgiye davet eden, bütün sınırları kaldırmayı isteyen bir başka başyapıt…

   Ne diyordu John Lennon şarkısında;

  “ Ne uğruna öldürecek ya da ölecek bir şey var.

   Hayal et tüm insanların

   Huzur içinde yaşadığını

   Umuyorum ki bir gün sen de bize katılırsın

   Ve dünya tek yürek olur.”

   Evrim yasaları ve insan çeşitleri, yüzyılların, bin yılların şekillendirdiği coğrafyalar, buralarda yaşayan milyarların tek yürek olmasını isteyip istemediği konusunda bir sürü şüphem var.

   Bir taraftan kurutulmuş Afrika insanı, ibretsel insanlık manzaraları, hiç bitmeyen Orta Doğu oyunları, Akdeniz’i geçmek ve düşlerindeki yaşamlara sığınmak için boğulan binlerce can, duruyorken, daha kim bilir kaç sanatçı haykıracak; sevgi, barış adına…

   Erkin Koray birçok konuşmada ona ısrarla sorulan soruyu; “ 1971 yılında karşılaşmış olduğunuz John Lennon’un kulağına ne söylediniz de kimseyle röportaj yapmazken sizin yanınızda bulunan gazetece arkadaşınız Arda Uskan’ın ricası üzerine;

 “ Abi hiç kimseye ulaşamadım,John Lennon’a nasıl ulaşırım?” sözleri karşısında John Lennon’dan randevuyu alan kişidir Erkin Koray; Lennon’un kulağına ne söyledi de ikna etti sorusuna hiçbir zaman net cevap vermemiştir.Sadece şu açıklamaları yapmayı tercih etti;

   “ Muhakkak ki onun anlayacağı dilden bir şey söylemişimdir. Biz, eminim ki birbirini anlayan iki kişiyizdir…”

   Sanatçıların geride bıraktıkları ve milyonların sevdiği eserleri aslında onların dünyaya haykırmak, anlatmak istediği felsefelerinin ta kendisidir. Onların yazdığı notlar, onlarla yapılan söyleyişiler en az eserleri kadar kıymetlidir; içinde barışı, sevgiyi barındırıp savaşa karşı duran insanlar için…

 Güven SERİN 

 

   




25 Ocak 2024 Perşembe

KOMŞULUK İLİŞKİLERİ

 



                           KOMŞULUKLAR BİTİNCE: KÂHİN DEĞİLİM!

  Bildik bir sözdür; görünen köy için kılavuz istenmeyeceği… Çık hızlı yer değiştirme ve dönüşüm çabaları; “ Köylü, kasabalı” derisini sıyırıp şehirli olma arzuları, çok hızlı yalnızlaşma deryaları içinde kalmamıza neden oldu. Sadece birkaç nesil içinde bu tuzağa düştük…

   Hun Hükümdarı Attila, Avrupa uygarlıklarını kasıp kavurur, onların en değerli hazinelerini ele geçirirken hissettiği şey; yendiği, korku saldığı medeniyetlerin kurmuş oldukları şehirler karşısındaki şaşırmasıydı… Kervanlar dolusu almış olduğu hazineleri koyacak yer bulması mümkün görünmüyordu. Çünkü çadırlarda, göçebe kültürlerde var olmuş, var olacaktı…

  Büyük İskender, bütün dünyayı ele geçirmek için yola çıktığında çok genç, çok hırslı, çok fazla enerji zekâ doluydu. Akıl almaz yolculuklar, zaferler, trajediler de onunla birlikteydi. En sonunda Pers Uygarlığına da mağlup etmişti. O muhteşem şehir, Persepolis’e girdiğinde, yakma ve yıkılma karşısında canı acımıştı. Çünkü karşısında barbarların kurduğu şehir değil, muhteşem bir medeniyet vardı…

  Böyledir insanın insana bıraktığı hazinelerin eşsiz öyküleri. Yan yana olmak, köyler, kasabalar, şehirler kurup, komşuluklar oluşturmak; insan denen canlının en yüksek ve en içten duygularını, davranışlarını da ortaya çıkartıp, kültürel hale getirme başarısıdır…

   Ya şimdi? Günümüzün komşulukları nerede?Sığınacağınız,dertleriniz,sorunlarınız için çözüm arayıp bulacağınız komşuluklar nerede?Markete,en ünlü alış veriş merkezlerine gidip; birkaç yudum,birkaç kilo komşuluk satın almamız mümkün mü?

  Diyeceksiniz ki; “ Paran var mutlusun!Param var mutluyum; bana ne komşuluklar-dan!” Ne demeliyim bilemedim!-Varın istediğiniz gibi savurun yaşamınızı, demeye gayret gösterdiğimi ifade etmeliyim…

   Canlıları en güzel anlatan sanat eserleri diyeceğim belgesellerde, bazı hayvanların sıklıkla başvurduğu şey; bir arada uçmak, bir arada beslenmek, bir arada uyumak ve bir arada yaşamın tadını çıkartmak. Niçin derseniz; yaşamın içinde kalmak, birlikteliğin gücünden faydalanıp, daha huzurlu, stressiz kalmak için…

   Bir komşunun ayak seslerine muhtaç o kadar çok insan var ki; komşu sesi nedir, ne değildir diye bir fikri bile yok artık… Ne hazin bir öykü; binlerce yılda oluşup bir araya gelen, insan denen canlıları, kıt’alardan kıt’alara, ülkelerde ülkelere taşıyan, varlığı için vazgeçilmez olan komşuluk denen şey; kırk elli yılda, neredeyse YOK oldu…

   Kalan komşuluk kırıntıları aldatmasın sizleri. Tıpkı kalan köy insanları gibi, hepsi yaşlı, hepsi tükenmeye mahkûm… Var olan değerli gelenekleri, gençlere, geleceğimize aktaramazsak, kaybolmaya, unutulmaya mahkûmuz…

   Bir etkinliğe katılmıştım. Sanırım Beyoğlu’nda tarihi bir apartmanda; “ Komşuluk” ilişkilerini anlatıyordu. İlk önce karanlık, zindan gibi bir odaya aldılar beni. İçeride kimsecikler yok. Karanlık,birden,dışarısının aydınlığı,dış dünyanın gürültüleri yok oldu.Net olarak şunu söylemeliyim; sanki hiçliğin ortasına düştüm.Bizim Galaksimizde de var olan bir kara delik yuttu beni…

 Ne bir ses, ben bir ışık; tam da bugünü, bugünün kısır insancıklarının komşuluklarını anlatıyor; o karanlık ve o hiçlik…

   Derken, bütün duyu organlarımın önemini kavradım. Dayanmak için bir duvar buldum ellerimle. Sonra kulaklarımı, gözlerimden daha önemli bulup, en ufak bir kıpırtı, sesin peşine düştüm. Derken, içeride bir saat tik takları duyuldu. Aman tanrım; ne büyük buluş, kavuşum gibi… Dakikalar geçince, içeriye çok az ışık verildi; inanılmaz derece önemli, yaşamın ta kendisi…

    Derken, yan komşunun mutfakta çıkarmış olacağı sesler duyuldu. Biraz sonra merdivenlerden inen veya çıkan bir başka komşunun ayak sesleri; aynı zamanda yaşamın, var olmanın, sosyalliğin, insanın insansız olamayacağının da ayak seslerini; gözlerim ve kalbim nemli bir halde yine yaşıyorum…

Güven SERİN 




23 Ocak 2024 Salı

YARALI,ÖLÜM DÖŞEĞİNDE BİR İNSAN

 

İnternet

                       YARALI, ÖLÜM DÖŞEĞİNDE BİR İNSAN-ASKER

  Ölüm döşeğinde bir insanın son sözcüklerine tanıklık yaptınız mı hiç? Hani hep korkulan, ondan kaçınılan, ölenin ardından karalar giyinip, yaslar tuttuğumuz ölümün? Bu konuda tanıklık yapanların hislerini, yazdıklarını, not aldıklarını okudum, dinledim.

    İçinde ölümün geçtiği sözcüklerle başlık yapmak sevimsiz görünse bile, iddia ediyorum ki ölümü iyi anlamak, geriye kalan yaşam yılları için kaçınılmaz fırsat ve ödüldür…

    Ölüm döşeğinde yaralı bir insan; asker ne der? Eskiden oldukça korktuğu, kaçmaya, saklandığı ölüm karşısında şöyle diyor;

 “Hayatımda ilk kez o acı veren ölüm korkusunu, duymuyor, korkmuyorum!” demesi sizi hayrete düşürmesin! İnsanın evrimsel yolculuğu, bizden önce ölen milyarlarca insanın dönüşümü, kaçınılmaz sanılan, ölümü uğurlar uğurlamaz herkesin bir şeyler yemeye, içmeye koşarak gitmesi de geride kalan yaşamın muhteşemliğini anlatıyor…

   Hadi gelin, artık ölümden başka çaresi kalmayan, ölümü bekleyen yaralı askerin fısıltılarını, belki de bilmem kaç yıl öteden bize bırakacağı can alıcı mirası dinleyelim;

 “ Eskiden korktuğum ölümden şimdi korkmuyorum. İlk kez yaralandığımda hissettim bu duyguyu. Ruhumda birden yaşam yükünden kurtulma heyecanı, acılardan sıyrılma düşüncesi oluştu.

   Bu hissediş öyle bir şey ki, sanki ölümle gelecek ölümsüzlüğün hafifliğini, aşkını hissettim.”

    Abidin Dino yakalandığı hastalığın pençesine düştüğü, bir deri bir kemik kaldığı zamanlarda dayanılmaz acıları karşısında ölmeden önce eline aldığı kalemle, küçük beyaz kâğıda, iki satır yazdı;

“ Ölüm mü?/ Ne büyük buluş!”

   Bu kadar işte; yaralı asker gibi, yaralı şair, yazar, ressam da acılarının yükünü geride ancak ölümle bırakacağını, başka seçeneği olmadığını çok iyi biliyordu. O beyaz kâğıda bıraktığı birkaç sözcük, sadece ölüm ile yaşam arasındaki incecik çizgiyi anlatmıyor.

   Ya başka neyi anlatıyor?

   Saf sevgiyi, saf aklı… Birkaç yudumluk ömrün, kavgalarından arına bildiğiniz kadar arının, boşluğun, sonsuzluğu içinde, geleceğiniz en son durak kaçınılmaz gerçekken, niçin yaşamı, daha ölmeden öldürüyorsunuz, uyarılarını ancak sanatçılar, filozoflar yapar.

   Bırakın şu kazanma derdiyle size binen o korkunç öfkeleri. Fark edin: -Kaybedenin, acılar içinde olanların da ne muhteşem hissiyat içine girdiğini. Nasıl da hafiflediklerini! O eşsiz, yaşam, beden, sağ-salimken nasıl da kükrerdiler! Ama yaralı ve ölmek üzereyken, bütün beklentilerden, ona yük olan duygu ve düşüncelerden kurtulan yaralı askerin son sözcükleri şöyle devam ediyor;

 “ Eh, ne yapalım, daha iyi ya…” Tolstoy’un yaralı askeri, yaralı Prens Andrey’i böyle sayıkladı; insanlığa durduğu sürece bir miras gibi fısıldayacağı sözcükler böyle geçti edebiyatın arşivlerine…

  Geride kalan siyaset kavgalarında da insanı yaralayan, ruhuyla birlikte bedenini de ezen bir sürü olay… Beş on yıl sonra hiçbirisi hatırlanmayacak kadar akıldan, vicdandan, bilimden ve sanattan uzak bir sürü kirli kavga…

   Yarınların inşası her zaman bugüne dokunan sanatçıların, mimarların, mühendislerin, gerçek kavganın; insanı daha huzurlu ve daha kutlu yaşama hakkına kavuşturacak insanların ellerinde tarihin en hakiki baş sayfalarına yazılacaktır…

 Güven SERİN 

 

 

 


22 Ocak 2024 Pazartesi

İTHAKELİ ÇOBAN

 


                                 İTHAKELİ ÇOBAN: EUMAEUS

  Homeros destanları birçok kahramanı öne çıkartır. En önemli kahramanlardan birisi de Odisseus’tur.İthake kralıdır.Kurnaz Odisseus olarak bilinir.Truva savaşındaki kurnazlığı sayesinde Truva,yanıp yıkılır; yerle bir olur…

  10 yıl süren Truva Savaşı sonrası büyük ganimetle geri dönmek isteyen Akhalar, yıkıcı, yok edici galibiyetlerinin zafer sarhoşluğu içinde gemilerine binerler ve yola koyulurlar. Odisseus’da aynı sarhoşluğun içinde onlarca gemisi, yüzlerce askeriyle birlikte İthake’ye yola çıkar. Gitmek, doğduğu topraklara, krallığına, güzel karısına ve oğluna dönmek ne mümkün? Denizler tanrısı Poseidon’u kızdırmıştır, deha 10 yıl bekleyecek, eziyetlerin yüzlerce çeşidini görecektir.

   Destanların öğreticiliği de burada başlar. Binlerce yıllık engin zaman denizlerinden sağ çıkar; insanın, insanlığın özüne ait, belleğine kazınmış destanlar…

    Bu destanın içinde öne çıkan birçok kahraman ve birçok kötülük var. Hiçbir zaman eskimeyecek insan öyküleri ve davranışları tam da bu tür güçlü ve kalıcı destanların içinde, kılcal damarlarında bulunur.

   Dikkatimi çeken, diğer kahramanlara göre belki de en alt rütbedeki İthakeli Çoban’dır. İsmi, Eumaeus’tur. İthake Kralı, yani bugünün ifadesiyle işvereni yirmi yıldır memleketine gelememiştir. Savaş süresince 10 yıl ve savaştan sonraki 10 yıl içerisinde İthakeli Domuz Çobanı’nın en büyük görevi, kralının sürülerini sağ salim çoğaltmak ve yaşatmaktır.

  Bugüne inersek, sorumluluk almış olduğumuz bir görevde, görevi veren kişi 20 yıl gelemediği, yaşayıp yaşamadığı bilinmediği zamanlarda o göreve sadık kalabilir miyiz acaba?

   Destanın destansı motifleri de burada, en ince, en kuytu ayrıntılarda gizli. Sadakat, kahramanlık ve ihanet, öfke, kin, yağmalama, açgözlülük ve inanç; o günün tanrı ve tanrıçalarına her fırsatta yapılan ibadet ve sunulan kurbanlar…

  Bugünün gevşek toplumlarında, inanılmaz ilerlediğini düşündüğümüz teknolojik ayrıntılarda göremeyeceğimiz muhteşem insanı duygu, davranış ve karakterler…

  Günümüzde nereye bakarsanız bakın; karlılık, torpil, öncelik arayan insanlar kazanından kaçmaya yer ararsınız… Saf insaniyet, saf ve damıtılmış sevginin, saygının ve de sadakatin eserini bulursanız; öpüp de başınıza koymanızı rica edeceğim…

   Bir domuz çobanın, Bir şair eliyle, duygularıyla veya deneyimleri, gözlemleriyle 3000 yıl öteye taptaze nasıl geldiğini, bugünün; çobansız, merasız, sürüsüz köyler dünyalarında yeni nesillere anlatamayız bile… Neden mi? Ne şiir, ne de sevgi ve saygı dilimiz var… Ne hazin bir kayıp; göz göre göre, en önemli üretim sahalarımızı, kadim zamanlardan kalma köy kültürlerini yok etme biçimleri…

  İthakeli Çoban, her iki destanda da öne çıkan bütün kahramanlar kadar değerli olduğunu, vereceği, verdiği davranış ve inanç dersinin, yaptığı işin kahramanı olmanın erdeminin çok ama çok daha büyük olduğunu da bu destanda, destansı bir şekilde anlatıyor; gösteriyor.

  Tıpkı, Truvalı, Trakyalı ve Assoslu Çobanlar gibi; sahip oldukları bölgeye, tarihe, yaptıkları işe; en hakiki ve en saf inanç sahibinin sarıldığı manevi güç gibi; sapasağlam ve bütün zamanlara adanmış halde…

 Güven SERİN 

  


18 Ocak 2024 Perşembe

İYİ,KÖTÜ ve ÇİRKİN DİYE BİR ŞEY...

 

İnternet

                        İYİ, KÖTÜ ve ÇİRKİN DİYE BİR ŞEY!

  İnsanın, insanlık yolculuğunda “iyi” veya “kötü” diye ürettiği binlerce kavram vardır. Büyük çoğunluğu şahsi ve o günün şartlarıyla alakalı olsa da tüm dünyanın üzerinde uzlaştığı “ kötü “ ve “iyi” diye kavramlar, eserler ve başyapıtlar vardır…

   Edebiyattaki klasik eserler, tiyatro, heykelcilik, resim, müzik ve sinemada…1966 yılında yönetmen Sergio Leone tarafından Avrupa’da çekilen Spagetti Western diye bilinen filmlerin belki de en önemlisinden söz edeceğim:

İYİ, KÖTÜ ve ÇİRKİN…

  Bu eser üzerinden yarım yüzyıl geçmiş olsa da, müziğiyle, oyuncularıyla, film aksiyonlarından öte oyuncuların özgün doğaçlamaları ile klasik edebiyat eserleri gibi klasik sinema eserleri arasına girmeyi çoktan hak etti…

   Filmin unutulmaz sahnelerini sıralamaya kalksak belki de son sahnesi; İyi, Kötü ve Çirkin’in birbiriyle hesaplaşma görüntülerini ilk başa koyarız. Müziği ise bugüne kadar yapılmış film müziklerinin en başında geliyor. Ennio Morricone’in başyapıtlarından birisi…

  Bugünün sıra dışı tüketim dünyası, dün de vardı, yarın da olacağı bellidir. Milyonlarca kitap, on binlerce film, dizi çekilecek, resim, heykel yapılacak. Geride kalanlar hafızalarda iz bırakanlar ancak öyküsü olanlar olacağı; ötelerden, çok ötelerden beri bellidir…

   Doğal, samimi, doğaçlama ve işini en çok sevenlerin olduğu her yerde sinema da, tiyatro da, edebiyat da, müzik de kendi klasik devrimlerini yapacak ve yüz, iki yüz yıl sonra da birileri; İyi, Kötü ve Çirkin için muazzam yorumlar yapıp, kendilerinin ifadeleriyle;

 “ Bu eseri tekrar keşfetmekle, sanki dünyalar bizim oldu; ne büyük bir zenginlik, sanatın içinde eşelenmek…” diyeceklerdir.

   Geldiğim amatör dünyada, yazı yaşamında artık bir şeyleri tüketmek için değil de üretmek için yaşadığımı görmenin mutluluğunu ifade etmeliyim! Bir filmi, tiyatro eserini, hatta öyküsü olan bir şarkıyı, vakit öldürmek adına değil kültürel eğlenceyi de yok saymadan, ağır ağır, belki de bir filmi bir haftada izliyor bitiriyor ve notların arasında; film yönetmeni, film oyuncuları, set ekibi, müzisyenlerle birlikte oluyor, büyütülen yaşamın korkunç çığlıklarından, patlayan yanardağların lavlarından böylece korunuyorum…

  İyi, Kötü ve Çirkin filminin unutulmaz ve hiçbir zaman unutulmayacak müziğini bir kere de Danimarka Ulusal Senfoni Orkestrası’ndan dinlemeniz iyi olacaktır. (https://www.youtube.com/watch?v=enuOArEfqGo)

    Mustafa Kemal Atatürk’ün sanata, müziğe, sinema, edebiyat dünyalarına vermiş olduğu büyük önemi de daha iyi anlamak için daha fazla evrensel hissiyata sokulmak için belki de yaşarken kaçırılmamış bir fırsatı yakalama imkânı da bulmamız mümkün olur…

  İyi, Kötü ve Çirkin sadece kovboy-Western filmi değildir. Amerika Birleşik Devletleri, iç savaşta ve kargaşa varken, herkesin kendi adaletini yaratacağının, insan denen canlının hiçbir öneminin olmadığı, para denen nesnenin neleri yaptıracağını, yaptırdığını da capcanlı anlatan, bizlere henüz soluk alıp verirken, insanın daha başka yüce değerlerinin de olabileceğinin filmi de olması kaçınılmazdır…

  Herkes sussun! Susun; davullar, trampetler; onlarca müzisyen onlarca müzik aleti çalınıyor ve sonra yabanıl seslerle birlikte nefesli çalgılar; belki de genlerimize işlemiş, milyonlar ötesinden bir şeyler fısıldıyor bize; Ennio Morricone’nin bestesi…

 Güven SERİN


 

 

 


13 Ocak 2024 Cumartesi

HASAN BEKTAŞ: TEKİRDAĞ'IN YÜZ AKI

 

HASAN BEKTAŞ

HASAN BEKTAŞ

                           HASAN BEKTAŞ: ŞEHRİMİZİN YÜZ AKI

   Teknolojinin insanlığa şımartan, insanlığa hüzne boğan binlerce fayda ve zararı şimdilik bir kenara dursun. Facebook üzerinden kurulmuş olan bir grup var; Tekirdağlılar, Çocukluğumuz, Anılarımız, diye daha çok ölüm haberlerinin verildiği, belki de buradaki duyurular olmasa, çoğu yakınımızı, arkadaşımızı halen yaşamın içinde zannederken çoktan bu dünyadan ayrılmış olduğundan haberimiz bile olmayacak…

   12 Ocak günü, sevindiğimiz kar yağışından sonra şehir olarak zorlandığımız buz tutmuş sokak caddelerin buzlarının çözüldüğü saatler, öğle üzeri açmış olduğum facebook üzerindeki paylaşımda gördüm; Hasan Bektaş’ın ölüm haberini…

   Bir insanın saygınlığı, diğer insan üzerinde bırakmış olduğu etki, en saf haliyle böyle zamanlarda çıkıyor ortaya. Saf ve her şeyden sıyrılmış bir sevginin çığlığı; “Olamaz…” bir düş ile gerçek arasında, kalan ile gidenin ince çizgisine tutunmanın zavallı hali içinde, hüznün kim bilir kaç tonuyla iç içe geçtim…

  Hasan Bektaş ile aynı yaştaydık. Yolumuz 1980’lerin sonlarında kesişmişti. O babasından kalan öğrenci yurdunu işletiyor, ben de idealizmin en öğretici, neşeli zamanlarını bir başka öğrenci yurdunda yönetici olarak çalışıyordum. Aynı işle uğraşıyorduk. Uğraş alanımız; genç çocuklardı. Oysa biz de gençtik henüz…

   200–300 metre kareye doluşmuş 120–140 genç çocuğun gençlik enerjileriyle uğraşmak, onlarla uzlaşmak ayrı bir sosyoloji sanatı gibiydi...

  Hasan Bektaş’ın işletmiş olduğu öğrenci yurduna ne zaman uğrasam, yüzündeki iş insanı, sanki yüzyıllar önce pişmiş bir adamın ak yüzünü görüyordum. Alacağına da bağlı, vereceğine de; dünyanın neresinde yaşasa, yüksek disiplin, çalışma arzusuyla oraya ayrıcalık katacak, yazgısı hep çalışmak olan bir insan tanıdım…

   Küçük olan şehrimizde yollarımız hep kesişti.1990’lı yıllarda ve daha sonra, birbirimizi sınayan kadersel anlarda da aynı saf, temiz hüzünleri tattık…

  Örneklerim içinde Hasan Bektaş hep vardı. Nasıl bir örnek derseniz anlatayım: -Saygınlığını kaybetmeyen bir insanın her şeyini de kaybetse yine başarılı olacağının muhteşem kanıtıdır Hasan Bektaş…

   Yıllar önce yaşadığı ekonomik zorluklar içinde o zaman babadan beri sürdürdüğü, sahiplendiği insan onuru-iş onuru nasıl işe yaradı ve nasıl dönüştü; gözlerimle görmeyip, şahitlik etmeseydim inanamazdım…

   Şehrimizin gizli yüz aklarından birisiydi Hasan. Sadece Seçkin’in, Serçinin babaları, Nurşen Hanımın eşi, Emine Hanımın oğlu ve eski bir Yavuz Mahalleli değildi; şehrimizin büyük çoğunluğu tarafından bilinmeyen birbirine tezat; yaptığı işe sımsıkı sarılan, misafirini her zaman tevazuyla karşılayan bir yüce kişilikti…

  Eğer inanıyorsak evrenin sonsuzluğuna, insan denen canlının içinde hep varsa öteki dünyalar; o zaman ölümlere, kendi icat ettiğimiz “ erken ölüm” dediklerimize niçin bu kadar üzülüyoruz? Neden, içimizde bir şeyler yaşlanıyor…

   Değirmenaltı Mahallesine yolunuz düşerse Seçkin Pansiyon denen yeri bir gezin ve görün. Orada Hasan Bektaş’ın yüksek disiplinini, çalışkanlığını ve şehrimizin yüz akını bulacaksınız…

 Güven SERİN 

 

 

 





10 Ocak 2024 Çarşamba

NİHAYET KAR YAĞDI

 

Fotoğraf,eski Tekirdağ Milletvekili
İzzet Güneş Gürseler'e ait

Tekirdağ Kültür Müdürlüğü Sitesi

                                             NİHAYET KAR YAĞDI

  Yağdı, yağacak derken nihayet saf beyazlığa bürünen Tekirdağ, kırlarıyla birlikte bütün Trakya beyaz örtüsünü üzerine çekti. Herkesin beklediği, ama en fazla tabiatın, doğal dengelerin ihtiyacı olduğu kar için herkes sevinç çığlıkları atıyor.

  Tam da burada biz aklı, erdemi yakalamış insanlığa iş düşüyor. Hayvanların en savunmasız, en çok yardıma, yiyeceğe ihtiyaç duyduğu zamanlar bu zamanlar…

  Ya ihtiyacı olan insanlar? Yakacağı olmayan, yakacağa bütçe ayıramamış olanlar? Onlar için kar neyi ifade ediyor? Soğuğu mu? Yalnızlığı mı? Kimsesizliği mi?

  Yeraltı suları için kar; tam manasıyla beslenme biçimini ifade ediyor. Çiftçiler için de öyle, ağır ağır, usul usul beslenecek tarlaları; daha çok bereket artsın, daha sağlıklı mahsuller alınsın diye…

 Ya çocuklar için, kar ne anlama geliyor? Kardan adamların havuç burunlu, kömür gözlü bakışlar? Oyun oynamayı, arkadaş edinmeyi anlatıyor olabilir mi?

  Benim için çok şeyleri anlatıyor. Çok derinlere inmiş Paşaköy İpsala anılarına bir dokunsam, kim bilir kaç sayfa yazardım; saflığı, mahalle arkadaşlığını, çocuk oyunlarını; kartopu savaşlarını anlatmak için…

  Oldukça basit ve sundurması olan evlerin çocuklarıydık. Evlerin nineleri, dedeleri olduğu gibi, o basit evlerin komşuları da vardı; içeride yanan lüks olmayan sobaları tutuşturmak, etrafı ısıtması için birkaç tezek, odun yeterli olurdu…

  Saf beyazlık, altıgen şekle sahip karlar, doğanın muhteşem dönüşümünün de sembolüdür. Kış mevsiminin özü, zorlukların, sınanmalar okulu gibi… İşte bizler eski insanların kara kış dediği, o büyülü masalların bocuk gecelerinin içinden süzülen ruhların bedenleri, evlatlarıyız…

  Nihayet yağdı kar! Bıraktı kendini yeryüzüne… Tabiatın ve döngünün sabırlı soluğu, eşsiz gezegeni yaşatmak için bin bir çare ürettiği gibi, en çok kirlerin, mikropların, kötülüklerin üzerine yağdı kar…

  Benim için nedir kar? Sabah ve geceden yaptığım yürüyüşlerin ayak izleridir. Ay ışığında parlayan patikalar, bütün insanlığın ve canlı yaşamın gelişimi için eşsiz birer yoldaş gibiydiler. Karlara bırakılan ayak izleri de öyle; kentlerdeki insan yalnızlığını, insanın, insanlık yolculuğundaki kimsesizliğini en güzel onlar anlatıyor!

  Nasıl yani? Dikkat ederseniz, kar yağışından sonra sokağa, caddeye çıkar çıkmaz, bizlerden önceki ayak izlerine, karlar üzerinde öncü insanların bıraktıkları izlere sokulur, basar, kendimizi daha güvende hissederiz.

  Karlarda bırakılan öncü ayak izleridir bizi biz yapan. Ve diğer izlerin kimlere ait olduğunu düşünmeden aynı izlere, iz bırakmak, tam manasıyla tabiatın öz evlatlarının en saf ve en mecburi halleridir…

  Yağdı kar Tekirdağ’a… Örttü üzerini beyaz çarşaflarıyla şehrin ve kuytulara sığınan kuşların acıkacak karınları; saflığa aldırış etmeden birkaç kırıntı bulabilmek için uçacaklar; oradan oraya…

  Kuru ekmek parçacıklarını kuşların yiyeceği biçimde etrafa bırakma ve ayak izlerine basarken; diğer insanları, komşularımızı, akrabalarımızı, insanlığı ve barışı hatırlama zamanı…

 Güven SERİN 

   







8 Ocak 2024 Pazartesi

ANTALYALI GİTAR SANATÇISI

 

Kamera; Güven Eski Liman Antalya

Kamera; Güven Karaalioğlu Parkı

Kamera; Güven 








Kamera; Güven 

                    ANTALYALI GİTAR SANATÇISI

   Bazı yaşanmışlıklar, hiç acele etmezler şimdiki zamana dâhil olmaya. Yerli yerinde, dupduru ve dibdiri bir halde, Antalya Kaleiçi falezlerine sımsıkı tutunmuş çitlembik ağacı gibi, Akdeniz ve Toroslar benzeri hüküm sürerler; ait oldukları, kök saldıkları öykülerin derinliklerinde…

  Antalya’yı niçin bu kadar seviyor özlüyorsun deseler: - Hangi birini sayayım, demek isterim! Tarihi antik kentleri mi, antik Likya Yollarını mı, yoksa Kaleiçi denen, masalları, öyküleri seven her insanın kaybolmak istediği bir yerde olma aşkı mı?

  Antalya, kasım ayı, ılıman zamanlar içindeydi. Tam da yürüyüş yapılacak, dağlarda, antik yollarda ve şehirlerde yaban keçileri gibi dolaşacak zamanların en güzel anlarında yerleştim Antalya Kaleiçi taş ve ahşap karışımı olan pansiyona. Bahçesi, portakal, limon ve kestane ağaçlarıyla yemyeşil olan yer…

  Yürüyeceğim alan, Antalya’nın 70–75 km uzağında Adrasan bölgesinde başlayacağı için, gün doğmadan önce uyanıp fazla zaman kaybetmeden otogara gittim. Bir sırt çantası ve içinde bir gün yetecek yiyecek ve su, birkaç harita ve yağmurluk, fotoğraf makinesi ve ben… İlk kez yalnız başına antik bir yolda; Adrasan ile Çıralı arası Likya Yolu yürüyüşü gerçekleştireceğim. Yolun boyalarla çizili, uluslar arası bir yol olması nedeniyle gideceğim yere yakın bir yerde Kaş minibüslerinden indim. Orada bekleyen taksi ile yaklaşık 7 km Adrasan Likya Yolu başlangıç noktasına gittim.

   Yürüyüşte Musa Dağı, binlerce orman ağacı ve yüzlerce yürüyüş yaban turistlerle karşılaşıp selamlaştım. Yalnız olmanın en yüce tarafı; daha iyi görmenin, duymanın yanında çok daha iyi hissetmektir…

   Bir gün süren Adrasan Çıralı arası yaptığım antik yürüyüşten sonra gece yarısı Antalya’ya döndüm. Sabah hiç yorulmamış gibi erkenden uyandım. Özlediğim, gitmem gereken yere; Karaalioğlu-İnönü Parkına gittim. Güne erkenden başlayan turistler spor yapıyorlardı. Bazıları da falezlerin kenarındaki duvara oturmuş, Akdeniz’i, Torosları ve ruhsal durumuna çağrı yapan kim bilir kaç ezgiyi mırıldanıyorlardı…

   Günüm epey dolu geçti. Antalya’da bir gün dağlarda olursam, diğer gün muhakkak şehir içi gezileri yapıyorum. Antalya Oyuncak Müzesi ve Arkeoloji Müzesi ziyaretlerinden sonra akşamüzeri tekrar Karaalioğlu-İnönü Parkına geldim. Gün usul usul sönüyordu. Gezenler, dolaşanlar, oturanlar çoğalmıştı.

  Geçmişte Tekirdağ Valisi olarak da görev yapmış Haşim İşcan’ın emeği olan parkta, açık hava tiyatrosu gibi düzenlenmiş, fazla yükseltisi olmayan yamaca yerleştirilen oturaklardan etrafı seyrediyordum. Dün yaptığım antik yol yürüyüşü öyle bir tokluk ve doluluk yaratmıştı ki, bütün bunlara rağmen ağırlık değil hafiflik hissediyordum. Zamanlara yayılmış, insan baskısı kalmamış olan hafiflikler den…

   Mehmet Aksoy’un binbir cefa ve emekle yaptığı İŞÇİ ve OĞLU heykeli meydanın tam ortasında bulunuyordu. İşçi baba, güçlü ve kocaman elleriyle sarılmıştı oğluna. Biraz ötede, falazlerin etrafını saran duvarın köşesinde bir gitarcı, hem çalıyor hem de şarkısını söylüyordu.

  Gitarın sesini duyunca, tarifsiz bir hissiyat içinde, İşçi Baba Heykelinin sarılışı gibi evladına, sarılmak istedim bütün dünyanın evlatlarına. Sıyrılmak ister ya insan, dokunmak ister ya bütün canlara, öyle bir hissiyat, gitarın melodisi, şarkının ezgisi ve sanatçının hüzünlü buğulu sesi, her yanı gizemli bir hava sarmıştı…

  Gitar sanatçısı Alpay’ın bir şarkısı; Sensizliğin Şarkısını seslendiriyor olsa da, şarkı, Rodrigo’nun Gitar Konçertosuydu. İspanyol iç savaşında, üç yıl süren kardeş kavgalarını anlatıyordu. Diktatör Franko’nun emriyle öldürülen yüz binlerce insanın anıları için yazılmış bir eser; başyapıt, Alpay’in Sensizliğin Şarkısı eseri ve Antalya Kaleiçi Karalioğlu-İnönü Parkı içinde tekrar, öldürülen insanların hüzünlü, içli bakışları, solukları arasında Akdeniz’e yayılıyordu.

  Antalyalı Gitarcı, tam da bestenin niçin yazıldığını şahitlik yapmış bir insanın gibi ağlamalı ve yaşamın içinde kalarak; isyanını ezgiye, besteye, gitarın tellerine dokunarak yapıyordu. Bir hüzün çökmüştü üzerime…

    On binlerce insanın kurşuna dizilmesi ne demekti? Bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında bir başka diktatör milyonlarcasını öldürecek, insanlık sayfasına bir başka kara trajedi ekleyecek, ama yine kanmayacak, yılmayacaktı uygarlık yolculuğu içindeki insanlık...

 Güven SERİN 

 



4 Ocak 2024 Perşembe

HÜSNÜ GÜNGÖR: TEKİRDAĞ'IN UNUTULAN EVLADI

 

HÜSNÜ GÜNGÖR ve 
Sevgili eşi GÜNSELİ GÜNGÖR
Kendi arşivlerinden

Kendi arşivlerinden

Kamera Güven
Öğretmen,araştırmacı yazar Ercan Duygu


Kamera,Güven SERİN 

GÜNSELİ GÜNGÖR

        HÜSNÜ GÜNGÖR: TEKİRDAĞ’IN UNUTULMUŞ EVLADI

 Bazı insanların yaratılışlarında, karakterlerinde yaşadıkları şehirlere, ülkelere, milletine adanmışlık vardır. İdealizmin yüksek rakımlarında yaşamayı; vatan, namus borcu bilir, bu düşüncede ömür süren ve sürmüş sessiz kahramanlar…

  Sırtını tarihe, yetenekli ve hünerli insanlarına, aynı zamanda büyük işler yapıp büyük sessizlik içinde yaşayıp ölmüş insanlara dönen şehirlerin başında gelir Tekirdağ insanı ve yöneticileri…

  Bu sırt dönmesi yüzünden, şehrimizde KENTLİLİK bilinci, şehirli aidiyet duygusu gelişmemiş, bu yüzden sanatta da, sporda da, turizmde de gerilerde önce şehirlerin tozunu dumanını yutmakla meşgulüz…

  Şimdi, on yıldır peşinde koşup da yapamadığım, bu ismi bulamadığım haberi büyük bir onur, manevi huzur içinde gazete arşivine taşıyoruz. Tarihsel bir haberin içinde olmak fazlasıyla değerli, insanı evrensel alkışları duyma coşkusu yaşattığını vurgulamak isterim.

  Sözünü edeceğim unutulmuş, sessiz kahraman, Tekirdağ KARAEVLİ Köyü’nde doğmuş Hüsnü GÜNGÖR, sadece Tekirdağ İstanbul çıkışındaki ATATÜRK ORMANI ile anılsa, değerlendirilse en büyük saygıyı, sevgiyi hak etmenin birincisi olurdu.

  1930 yılında Karaevli’de doğan Hüsnü Güngör, İ.T.Ü İnşaat Fakültesini 1955 yılında bitirmiştir. Aynı yıl Tekirdağ Bayındırlık Müdürlüğünde mühendis olarak çalışmaya başlamıştır.1958 yılında Tekirdağ Bayındırlık Müdürü olarak zaten içinde olduğu, neredeyse gününün ve gecesinin geçtiği şehrin her yerindedir. Saray, Çorlu civarındaki yollar yapılırken aylarca Tekirdağ’a, evine gönüllü olarak gelmeyen, gelemeyen Hüsnü Güngör, adeta Tekirdağ’ın yollarıyla, bayındırlı mucizeleriyle yatıp kalkıyordu.

    Atatürk Ormanı Mesire Yeri, Özel İdare İl Ormanı olarak bilenen çam kokularıyla kaplı alanların tamamı Tekirdağ Bayındır Müdürü Hüsnü Güngör’ün zamanında, o günlere şahitlik edenlerin söylediğine göre;

 “ Neredeyse her fidana koşuyor, su taşıyor, toprak atıyordu.” Hüsnü Güngör şimdinin çam ormanlarına; yüzlerce, binlerce çam fidanına tıpkı bir anne ve babanın evlatlarına yaklaştığı gibi özenle yaklaşık 1960’lı yılların başında neredeyse 63 yıldır şehrimizin oksijen depoları, eğlenme, dinlenme, sosyalleşme diyarlarına kalıcı ve büyük bir aşkla, inanarak gayretlerinin karşılığında, sadece imzası değil büyük emekleri olan kişidir.

  Bu ormanların içinde bugüne kadar on binlerce insan eğlendi. Çocuklarıyla, eşi, dostu, arkadaşlarıyla kim bilir hangi eğlencenin en demli anılarını oluşturdular. Peki, ama bu ormanların girişinde bir tanıdım yazısı var mı?

  “ Bu ormanı büyük gayretlerle gece demeden, gündüz demeden, kendi elleriyle bile su, toprak taşıyarak, atarak gün yüzüne çıkartan gizli ve sessiz kahramanlardan birisi Hüsnü GÜNGÖR’dür, diye bir yazı, bir plaket var mıdır?

  Hüsnü Güngör’ü, yeni nesillere tanıtıp, anlatabildik mi? Bırakın anlatmayı, onun ektiği yeşili, ormanı, ağacı, oksijen depolarını, her yıl on binlerce ton tozu emerek, şehrimize temiz hava üfleyen böyle değerli eserleri anlatabildik mi?

   Ormanın öyküsü, ormanların şehirler için, dünyamız için vazgeçilmez, yaşamsal katkılarını burada anlatacak değilim. Anlatmak istediğim, Tekirdağ, gizli ve sessiz kahramanlarını hatırlayıp, onlara karşı yapmış olduğumuz duyarsızlığın özrünü dileyip, derhal Hüsnü Güngör gibi fedakâr, vatanperver, idealist insanları her yerde anmaya, anlatmaya başlamalıyız…

  Hüsnü Güngör, sadece ormanlara adanmadı. Tekirdağ’ın bugün üzerinden geçtiğimiz birçok yolunun yol olmasında o vardı. Sabahın en erken saatlerinde başlayan iş aşkı, gecenin derin zamanlarına; 22.00’a kadar sarkıyor, eve her gelişinde yorgunluğun yanında yaşamsal bir onur, duruş şehir sevgisiyle eşi Günseli Hanım tarafından tebessümle karşılanıyordu.  

   Hüsnü Güngör aynı zamanda 1958–1959 döneminin Belediye Başkanlığı görevini de yapmıştır. Köy, kasaba, kent yollarımızda iyi araştırılırsa Hüsnü Güngör’ün imzası ve sayısız hizmeti de gün yüzüne çıkacaktır.

  Bir gece evine geldiğinde yüzü gülümsüyordu. Eşi Günseli Hanım; “ Ne oldu, çok neşeli görünüyorsun dediğinde; “ Bugün devletime çok para kazandırdım” sözü şunu anlatıyordu; yaptıkları yol ihalelerini öyle bir pazarlık ve denedim içinde yapıyordu ki, devletin ve milletin zarar etmesi engelleniyordu. Cumhuriyet aşkı, millet sevdası böyle bir şey…

  Tekirdağ’ın sessiz ve başarılı kahramanlarının başında gelen Hüsnü Güngör haberini yapmama büyük yardımı dokunan öğretmen, araştırmacı yazar Ercan DUYGU’nun büyük yardımı, katkıları olmuştur; TEŞEKKÜR ediyorum. Bize evini açan çok değerli zamanını, anılarını anlatan sevgili eşi Günseli GÜNGÖR; MİNNETTARIZ…

 Güven SERİN

  

 

  










2 Ocak 2024 Salı

ANNE ACILARI,TÜM ZAMANLAR HEP AYNIDIR

 

İnternet

              ANNE ACILARI, TÜM ZAMANLARDA HEP AYNIDIR

  Bildik bütün destanların kahramanları ve bu kahramanların da anneleri vardır. İthake kralı Odisseus’un da onu çok seven bir annesi vardır. İsmi Antikleia’dır.Antikleia’yı zamansız öldüren ise evlat acısıdır.

   Oğlu kurnaz Odisseus Truva Savaşı içi yurdu İthake’den çıktığında annesi, babası, oğlu ve soylu karısı sağlıklıydılar. Sevdikleri insanın hemen döneceklerini sanıyorlardı.

   Ne gerçek yaşamda, ne de efsanelerde her şey düzgün gider. Evrenin şaşmaz matematik oyunları ve dengesi, insanın kısıtlı yaşamında, her alanda altüst veya tersyüz olma ihtimali vardır. Destanlar da böyle yüksek, derin ve ağıtların yakıldığı zamanlarda doğarlar; bir daha ölmemek ve yakılan o ağıtları tüm zamanlarda dinletmek için…

  Truva Savaşı 10 yıl sürmüş olsa da, İthake Kralı Odisseus’un 10 yılı da deniz tanrısı Poseidon’un kaprislerine boyun eğmek veya çıkardığı zorluklarla yüzleşmekle geçer. Aradan geçen zamanlarda evlat acılarıyla sürekli yüreği dağlanan, bir yerde duran anne, ölümlüler dünyasına gitmiştir.

  Aşağı dünya, ölülerin ruhlarının dolaştığı yere girmeyi başaran, izin alan Odisseus, annesiyle karşılaşır. Anne şaşırmıştır. Oğlunun sağ olduğunu bilmektedir. Yaşıyorken alt dünyaya, ölmüş insanların ruhları arasına niçin geldiğini merak eder:

—Evladım, hâla sağ iken nasıl oldu da

 Karanlığın, sisin altına indin?

 Yaşayanların burada olanları görmesi kolay değil;

 Tam orada bizi canlılardan ayıran büyük ırmaklar

 Ve korkunç akıntılar var.

    Acılı anne, ağır yaşam yükünden kurtulmuş olduğu, ağırlığı olmayan ruh haliyle oğluna gerçeği anlatmasını, niçin ülkesine dönmekte geciktiğini sorar. Şifasız bir hastalık yüzünden mi, yoksa okçu Artemis’in görkemli oklarından birisi mi? Diye ardı ardına sorular sorar. Kocası soylu Laertes’i de sorar.

  Beden çoktan ölmüş olsa da, anneliğin eşsiz dönüşümü, her halde evlada, sevdiklerine uzanma isteği, destanlar sayesinde insanın bildik bütün gaflet örtülerini kaldırmak ister…

   Annesinin sorduğu soruları cevaplayan Odisseus, annesine nasıl öldüğünü sorar ve ağırlıksız haldeki anne cevaplar:

—Ben de ölüp gittim ama ne kaderimi takip ederek,

Ne keskin nişancı Artemis’in görkemli oklarıyla,

Ne de herhangi bir hastalıktan.

Ey şanlı Odisseus, yalnız senin acındır beni bu hale getiren,

Soylu oğlumdan ayrı kaldığımdan bu yana

Hep senin düşüncen var aklımda

Ve o düşüncelerdir benim tatlı ruhumu bu hale getiren.

   Destanlarda ve farklı dünyalarda birbiriyle buluşan anne ile evladının birbirine olan sevgileri bu konuşmalarla yeryüzüne inmiş, edebi dünyanın vazgeçilmez eserleri arasına girmiştir.

   Ya bugünün tahlisiz anneleri? Evladı, kendisinden öte dünyaya giden, ağıt yakacak dermanı, yardımcısı olmayan anneler: - Evlatlarına, birkaç yudum teselli ve gelecek nesillere bir ders olacak seslenişleri nasıl yorumlayıp, anlatıp yayacak?

   Görünen o ki, koşuyoruz; çık hızlı bir şekilde. Ama bilginin, görgünün, edebiyatın mı, yoksa tüketim ile tükenmenin peşinde mi: - Bilmez haller içindeyim…

 Güven SERİN 


 

  



1 Ocak 2024 Pazartesi

YENİ YIL,HOŞ GELDİN: 2024

 


Kamera; Güven Tufan Bey

Kamera; Güven Hayvan Sevgisi

                                             HOŞ GELDİN YENİ YIL: 2024

 ( Hayvan Sevgisi )

  Sanıyorum hoşluğu, heyecanı, saygı ve sevgiyi hatırlatan bu dileğimiz, ülkemizdeki birçok aile, insan için pek hoşluklar getirmeyecektir…

  Nasıl bir ülke haline geldik biz? Neredeyse her gün ölümlerin farklı tutarsızlıkları, korkunç halleri yaşanırken, insanın, hoşluk yolculuğunda “HOŞ” bir ruh içerisinde olması mümkün mü?

   Tamam, yine de “Hoş Geldin Yeni Yıl” diyelim, ama neyin hoşluğunu dileyelim? Mesela çiftçiler için neleri isteyelim? Hayvancılığımız için? Emeklilerimiz, işçilerimiz için? Küçük esnaflarımız için? Çalışanlarımız için? Kiralara yetişemeyen, çalıştığının neredeyse yarısını ve düşük maaşlı olanlar neredeyse hepsini kiralara ayırıyorsa; bu hoşluğun seslenişini duyacaklar mı?

   Şans oyunları oynanan küçük dükkânın her akşam önünde geçiyorum. Bu küçük dükkânı işleten insanın dışarıya yansıyan tarafı tamamıyla mütevazılık, tebessüm üzerine…

    Sürekli etrafta bulunan kedilere, köpeklere, kuşlara yiyecek, su taşımakla meşgul! Ya onun dükkânına hoş zenginlikler aramaya gelenler; özellikle akşam saati, sıraya girenlerin yüzündeki hoş ifade?

  Özellikle bu küçük, yaşlı dükkânın yanından geçerken adımlarımı yavaşlatıyorum. Hoş yüz ifadeli insan yüzlerini, duruşlarını görmenin halden hale geçmiş törenine şahitlik ediyorum. Her kupon yatıran, düşlerinde milyonların umutlarını taşıyan bir tebessüm içinde; zannedersiniz; “ A zengin oldu, a olacak bir halde…”

  Ne güzel şey değil mi; hoşluğu, birkaç saatliğine yaşayıp sonra yine o büyük hayal kırıklıkları içinde; “ Bir defa ki sefere!” deyip, birkaç gün sonra tekrar aynı şans ritüelini yaşamak…

  Oysa şans oyunları oynanan dükkânı işleten kişinin ( Tufan Bey) duruşu, yaşam şekli, zenginlik üzerine değil; kendi kendine yetmek ve etrafındaki canlılar için bir şey yapmak sadeliği, basitliği üzerine kurulu. Onu ne zaman bir kedi besler, bir küçük kediyi severken izlesem, şans oyunları bekleyen yüzlerindeki hoş ifadeler taşıyan insanlardan daha huzurlu bir hal içinde görüyorum.

  Neden mi? Çünkü kedilere su, yiyecek taşır, onların başlarını okşarken, onların doğal hallerini izlerken, maddi anlamda zenginliğin düşlerini kurmayı çoktan bırakmış. Belki de reddetmiş… Ya nedir biricik isteği? O manevi hak ediş adımlarının ne kadar değerli-eşsiz ve somut olduğunu biliyor da ondan…

   Tamam, yine de hoş düşünceleri, ümitleri ve dilekleri elden bırakmayarak; “ Hoş geldin yeni yıl: 2024 “ diyelim…

   Hoşluğu kaybetmiş, ailesinde, yuvasında bin bir sorunlar yaşayan, sadece yaşamak için yiyecek bulmaya çalışan insanları hiçbir hoş dilekler yeterince tatmin etmeyecektir…

   Hoşluğun kalıcı huzuru; yaşamın her evresini, her rengini, tatlarını diğer insanlar gibi onurlu bir şekilde hak edebilecek, yaşadığı her türlü talihsizliği oturmuş, kök salmış Cumhuriyet kurumlarıyla aşabileceğini bilmek; o ülkenin en talihsiz insanına bile hoş bir umut, ümit olur! Girilecek her yeni yılın başında da, sona erecek her eski yılın son anlarında da, insan ülkesine, değerlerine, benliğine sapasağlam sarılır; hoş umutlar içinde…

  Bu debelenme artık sona ermeli.21.yüzyıl, Türkiye Yüzyılı, halen çocuklarımızın açlığı, insanlarımızın evsizliği, öğrencilerin yurt bulamayışı, sürekli değişen Milli Eğitim programları tartışılıyorsa, hoş gitmeyen bir şeyler var demek değil midir?

   Hoş geldin yeni yıl: hoş geldin 2024…

 Güven SERİN