Sayfalar

29 Ağustos 2011 Pazartesi

ARINMA HESAPLARI

Kamera; Güven Sultanahmet Meydanı-İstanbul
Bazen arınma; taş, mermer bir eserin insan
eliyle bize sunduğu sanatta başlar.

Kamera; Güven Sultanahmet Meydanı/Camii
Gösterişli bir eser. Rekabetin mimaride, sanatta
olması ağlayacak kadar güzel..


Kamera; Güven Eski Şark Eserleri Müzesi
Tanrıça Bastet
Cinselliği, doğurganlığı, çocuklara şifa dağıtmayı,
dans, müzik, ay ve analık, aşk tanrıçası.


Kamera; Güven Eski Şark Eserleri Müzesi-İstanbul
Çift Sfenksli
Geç Hitit Dönemi M.Ö. 8 yy

El sanatı; belki de ruhun görünen yüzüdür.


Kamera; Tamer Kaptan Arkeoloji Müzesi İstanbul
Ey, taşa mermere hayat veren keskinin hünerli
elleri; sanatının önünde eğiliyorum.


Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi
Sidon Kral Nekropoli


Kamera; Güven-Pera Müzesi-
KARANLIK İNSANLAR 1882
Ressam; Konstantin Savitski


Kamera; Güven Pera Müzesi-İstanbul
NOEL FALI
Ressam; Nikolay Pimonenko

Ne sanatan, ne de felsefeden uzak durun. Hiçbir uğraş
için usta ve çok zengin olmanız gerekmiyor. Sadece
Tabiatın döngüsü ve hareketi gibi hem bedeninizi
hem de ruhunuzu harekete emanet ediniz.

Bayramlarınız, sanat tatında, dans, müzik, felsefe
tadında geçsin. Ayıpsız, günahsız ve korkusuz;
insanlığın doğum anındaki mis kokan
bebeğin masumiyeti gibi...

ARINMA HESAPLARI



 İktidar tarafının sözcülerine bakılırsa ülkemiz daha çok demokrasi, daha çok hukuk, daha çok huzur ve özgürlük içine girdi. Yılların kirliliği, temizlenmeye; yani arınmaya başladı. AB ülkeleri ve büyük müttefik ABD’ye göre de (idareciler) her şey yolunda; Türk topraklarında her şey normal ve güneş hâla doğudan doğuyor.

 Muhalefet tarafında olan ve kendini bu vatanın vatandaşı gören sorumlu insanlara göre de “büyük temizlik “ adı altında büyük hukuksuzluklar, adaletsizlikler, ekonomik getiriler yaratılıyor. Beklenen asıl temizlik bu değil. Hiçbir ayrım yapmadan, daha baştan kokmuş, kokular salan bütün kurumlar ve o kurumlardaki yanlış işlere bulaşmış insanlar adalet terazisine çağrılması beklenirken, yalnızca belli inancın, belli kurumların insanlarının büyük bir telaş içinde toplatılması, Türk Hukuk tarihine ayrı bir sayfa açıyor.

 Arınmanın tarafında olanlar, her şey yolunda, ülke düze çıktı derken; düze çıkmamış ülkemizin her geçen gün dışa bağımlı olması ve borçlanması ise muhalefetin; bizlerin çok önemli bir sorunu haline gelmiştir.

 Arınma nasıl olur? Ulus olarak birbirine yaslanmış; iç içe geçmiş; hangi inanç, renk, ırk içinden gelirse gelsin; adalet ve hukuk önünde eşit yargılanarak olur. Ülkenin zenginliği arterken, giderleri, borçları da azalarak olur. Her gün batırılan insanların “zavallı” hale düşmeleri, idarecilerin vicdanlarını yaralar ve akşam evlerinde mutlu gülümseme içinde olamayacak kadar vicdan azabı duymaları ile olur. Devasa işyerleri açılırken, küçük ve orta işyerlerinin de geleceği hesaplanarak olunur.

 Arınma hesapları yapılırken en çok bastırılmış duyguların, ayıplı düşüncelerin ortaya çıkan özürlü davranışları adına üzülürüm. En aydın dediğin insan bile yeri gelince; “bu kadar özgürlük olur mu? Hiç, parkta, sokakta da öpüşülür mü?” Azmış ve kösnül duygularımız apış arasına öyle bir yerleşmiş ki; öpüşmenin, pornografiyi çağrıştırdığına adanmış birer robotlar haline geldik. Öpüşmek kadar masum bir şey olabilir mi? Sevgiden beslenen bedenlerin ve yaratılışımızda olan çıplaklığın bizi bu kadar korkutuyor olması; inanılmaz bir eğitim eksikliğinin ve tıbbı sorunların işareti değil midir?

 Bütün alkışlar arınma için! Arıtılmış bölgelerde yalnız ibadet, yemek, içmek ve bol kazançlar elde etmek için! Hiçbir ibadet ve din; günlük hayatın değişimine, gelişmelerine karşı duramaz. Sizler, istediğiniz kadar gerçekleri sadece büyük kaleler içine hapsetmeye çalışın! Bu diyarlarda, gönül ve saygı esasına dayalı milyonlarca sessiz insan var. Birbirine “merhaba” derken, ne ırk, ne din, ne zenginlik hesabı yaparlar. Bu insanların, duygularını arınma adı altında bulanıklaştırıp, bu insanları farklı yönlerin tek taraflı algılamalarına itersek; sonu hüsranla bitecek olayların korkunç şahlanışına da tanıklık edebiliriz!

 Ben ülkemi; bu diyarları Cumhuriyet ile çok daha fazla sevdim. Ülkemin insanlarının, diğer insanlara hakaret etmeyişi, diğer insanların malına, mülküne, arazisine göz koymayışını düşünerek daha mutlu oldum. Ve ben, Meriç Nehri kıyısında, dağlardan, vadilerden süzülerek gelen suları ve bereketli milleri, ılgın ağaçları altından gözlemlerken; ülkemin, bir gün Atatürk’ün hayali olan; zengin, mutlu ve kendi kendine yeten; ilim, bilim ve sanatta öncü ülke olabilecek hayallerde sevdim.

 Bugün zenginlik diye sunulan, kulakları sağır eden araç gürültülü caddeleri, sokakları, az zenginliğin olduğu yavaş şehirlerin çoğaldığı, araçsız, kibirsiz, koşulsuz insanların bir araya geldiği ve çoğaldığı yaşam yerlerini tercih ederim.

 Şimdi arınma zamanı! Büyük dostlarımız ve soylu yandaşlarımız arınmayı tek taraflı ve bedenin kemiklerine işleyecek kadar sert ve devamlılık içinde yapmak istiyorlar. Ve bizler de arenanın büyük seyircileri; izliyoruz; tutkularımızı, arzularımızı, hayallerimizi dondurmuş; donuk heykeller gibi izliyoruz; yarının ne getireceğinin harika hesaplarını yapmadan…

 Sımsıcak ülkemin bereketli toprakları üstünde, donmuş, tırsmış, suskun bedenleri içinde üzüldüğüm bir şey daha var; “üzüm üzüme baka baka kararıyor.” Kara üzümler, büyük kararsızlıklar içinde artıyor, artıyor…

 M.Ö 30- Yaşayan ve çok güzel diye bilinen Mısır’ın kraliçesi Cleopatra, tam tamına 9 dil biliyordu. Zeki idi ama bilindiği gibi güzel değil; tam aksine çirkindi. Çirkin de ama zekâsı üst düzeydi; birleştirme, arınma düşünceleri de öyleydi. Roma ve Mısır imparatorluklarını birleştirip dünyaya sahip olmak istiyordu.

 Sonuç; 9 dil bilen Cleopatra Batı Roma İmparatorluğu ile yapılan savaşı kaybedince kendini kobra yılanına ısırtarak intihar etmiştir. Arınmalar, yüksek beklentiler bazen şaşıyor ve son; yılanın güçlü zehri ile son buluyor; birbirine benzeyen binlerce son gibi…

Güven Serin






24 Ağustos 2011 Çarşamba

GARP CEPHESİ

Kamera; Güven-Anıtkabir-Ankara
Hiçbir gerekçe savaşı haklı kılmaz; söz konusu savunduğun
şey vatan,namus ve onurun değilse...

Kamera; Güven   - Anıtkabir
Türk Kadını; her yerde var. En acımasız savaşların
tükenme aşamasında bile taptaze ve yine var.
Türk Kadını; en büyük hakkı, benliği, onuru Cumhuriyet
ile kazandın ama Cumhuriyeti bu kazanımlar içinde
ne kadar koruya biliyorsun?..


Kamera; Güven Anıtkabir-Ankara
"YURTTA SULH, DÜNYADA SULH"
   Mustafa Kemal


Kamera; Güven-Anıtkabir
"ulusal benliği bulmayan uluslar, başka milletlerin
avıdır."
Mustafa Kemal

-Anıtkabir
Savaşa, öfkeye,hileye,kurnazlığa adanmışlık
tabiatın sunacağı ve insanın ortaya
çıkaracağı muhteşem güzellikleri asla
veremez. Tam aksine, barışa, sevgiye, aka, ilime,
sanata adanmışlık; isana sunulan gizemi muhteşem
huzuru, aşkı verecektir.

GARP CEPHESİ



 Garp Cephesi Kurmay Başkanı Asım Gündüz’ün Türkiye’nin onuru, halkımızın kurtuluşa giden yoldaki kahramanı Mustafa Kemal ile çok önemli anıları vardır. Birlikte okumuşlar, milletin kaderini birlikte yaşamışlardır.

 Asım Gündüz Kuleli İdadisine Kütahya Rüştiyesinden gelmiştir. Mustafa Kemal ise Manastır’dan gelmiştir. Asım Gündüz anılarında; “ Bizler yalnız derslerimizle meşgul olurken, Manastır İdadisinden Harbiye’ye gelen arkadaşlarımız daha çok uyanık, daha çok batıya dönüktüler. Onlar derslerinin dışında memleket meselelerini de tartışıyorlar, bu konuda fikirler öne sürüyorlardı. Mustafa Kemal’de bunlardandı.

 Mustafa Kemal, daha Harbiye’de öğrenim görürken şöyle konuşurdu; ‘ Milletleri uyandıracak olan fikir adamları, Devlet adamlarıdır.’” diyordu.

 Saray gülünç duruma düşmüş, kendini kurtaracak halde değildi. Millet viranlığın içinde, sudan çıkmış balığın son nefesini verir gibiydi. Asım Gündüz anlatmaya devam ediyor;

“ Mustafa Kemal her fırsatta bizlere konuşmalar sunuyordu. Bunlardan birisi de; “ Bulgaristan’ın bir milli şairi vardır. Bu şair, Bulgarları kurtuluş hareketine, silkelemeye çağırmıştır. Milletine, tarihine âşık olan bu sanatkâr kısa zamanda kitleye hâkim olmuş, şiirleri halkın arasında dilden dile dolaşmaya başlamıştır.


 Sırpların da gözü görmeyen bir şairi vardır. O da aynı yoldan yürüyerek milletine Milli duyguları, istiklal fikrini aşılamıştır. Şiirlerinde Miloş Koploviç’lerden, Sultan Murat’tan bahsederek toplumun hafızasına milliyet fikirlerini yerleştirmiştir. Onun bir şiirinde Sultan Murat’ın şu sözleri vardır;
‘ Hıristiyanlara zulüm etmeyiniz. Zulüm ve istibdat saltanatı ve hâkimiyeti parçalar.’

 Bütün milletlerin böylesi çırpınan aydınları vardır. Bizim de bir Namık Kemalimiz var… O, Türk milletinin yüzyıllardır beklediği sesi verdi.”

Mustafa Kemal daha öğrenip görürken milletimiz için, aydınların, şairlerin, yazarların önemini anlamış; bu önem sayesinde tüm ömrü boyunca sanatçılara önem vermiş ve yakın olmuştur.

 Bu dahi, kazanılacak hürriyetin sadece silah, top-tüfek ile yaşayamayacağını kurtuluş mücadelemiz başlamadan önce anlamıştı. O yüzden daha Harbiye’de okurken başka milletlerin şairlerinden, yazarlarından söz ediyordu.

 Bir millet kendi içinden çıkardığı yazarların, şairlerin önemi: depremleri ölçen sismograflar, denizaltılara yol veren sonarlar, uçaklara uçuş sağlayan radarlar kadar değerlidir. Onların sezgileri o kadar hassastır ki aynı hassaslık taşıyan duyguları ile söz olurlar, mısra, ışık, cesaret, ümit olurlar…

 Biz, bizliğimizi, millet milletliğini sıtma nöbetleri içinde yaşarken, bir kış günü 11 Ocak 1905, içlerinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu Harbiye öğrencileri okullarını bitirirler. Onları bekleyen acıların deryasına bir kurtarıcı gibi ilerlerler.

 Kurtuluşa giden yolda zalim devletlerin kibirli güçlerini yenmek, içteki uyuyan uyanıkları da püskürtmek için kaybedilecek zaman yoktu. Sonu nasıl olsa esaretle bitecek bir savaşın yangını ile beslenecek, büyüyecek ve zamanı geldiğinde bir milletin var oluşunu, yok oluştan çekip alacak insanların savaşıydı bu savaş.


Mustafa Kemal, viran milletin savaşlarla geçmiş yakın tarihinde Kurtuluş Savaşının dumanları tüter, hürriyetin ümitleri yeşerirken; “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.” Demiştir.

 Asım Gündüz Kurtuluş Savaşını yaşamış, Mustafa Kemal’i her durumda tanıma, anlama ve sevme fırsatını gönüllü olarak yaşayan onurlu bir askerdir.

Hatıralarında o zaman, yine kendi kaleminden dinleyelim;

“ Sakarya, bir milletin vatanı müdafaa için bulabileceği son çareydi, haysiyet ve kanıyla terkip edebilmenin zafer destanıdır. Ve onun tek yapıcısı; Mustafa Kemaldir.

 Şunu unutmamalı ki, Mustafa Kemal, canı kadar aziz bildiği her vatandaşının kanını vatan savunması için isterken, kendi öz varlığından büyük bir şey kaybetmenin acısını duyan bir insandı. Şefkatli, merhametli, müsamahalı, duygulu, affetmesini bilen, asla kindar olmayan bir insandır.”

 Vatana ve o vatanın milletine inanmak, güvenmek, insanın ruhunda saklı tuttuğu erdemin, o insanın vücudundan yeşermesidir. Vatan ve millet, hilelerle, cehalet ile korku ile savunulamaz, yaşatılamaz…

Güven  Serin
















22 Ağustos 2011 Pazartesi

KORKU

Kamera; Güven-İzzet Keribar
Fransiz Kültür Merkezi
Korkuları en fazla kim anlamaya çalışır
acaba? Onları ıslah edip, insan ruhu
ve bedenini duru bir su gibi arıtmaya
kim/kimler çalışır?
Elbette akla gelen ilk; ressamlar,
fotoğrafçılar.


Kamera; Güven-İ.Keribar
Fransız Kültür Merkezi
Korkun denen girdaba, cehennem
kazanına başka kim el uzatabilir?
Elbette, yazarlar, şairler...


Kamera; Güven Fransız Kültür Merkezi-İstanbul
Korku,bazen gözlere yansır; bakışlara yerleşir;
hayvancadır; çünkü hayvan sürüleri gibi sıkışmıştır
insanlık sürüleri; içiçe...


Kamera; Güven Fransız Kültür Merkezi
Bakışlar; insanı insan yapan; saklayamadığmıız
özün bakışları...

KORKU



 Gece yarısına 10 dakika vardı. Gecenin içinde ilerliyordum. Tekirdağ şehri gecenin büyük sessizliğinde yutulmuş gibiydi. Çöplerde nafaka arayan bir kedi, beni görünce korktu ve kaçtı. Hem da hayvanca bir korku! Önce güvenli mesafeye gitti. Sonra da benim hareketlerimi izledi: hem de hayvanca izledi. Tekir görünüşlü bir kediydi. Besili ve tüyleri parlak; belli ki şanslı bir hayvan…

 Kedinin benden korkusuna, kaçışına sevinemedim. Korkulan, kaçılan olmanın ürpertisi hayvancıdır; ürkütücüdür. Size bakan gözler bir hayvana ait olsa bile, korku taşıyorsa, insanlaşmakla meşgul ruhunuzu incitir. Beni de incitti. Ve beni anlamasını dileyerek seslendim kediye;


Benden korkma, ne olur benden kaçma dostum!”

 Zaten kedi de, insanları ve davranışlarını çok iyi tanıyor almalı ki, korkusu biraz sonra, çöp poşetlerinde değişik tatlar aramaya dönüştü.

 Kediyi korkutmak için özel bir şey yapmamıştım. Hızlı gelişim, 1.78’lik boyum ile kediye göre dev oluşumdu onu önlem almaya iten; kaçışın korkusu. Kedinin gözlerinde ki korku kaybolmuştu ama ben o korkunun içinde hapsolmuştum. Tıpkı Yunus’un Kör Kamil ismini taktığı bahçesinde duran korkuluk gibi; yürürken bile yürümez olmuştum. Beynim, korkuları tarıyordu. Tüm korkular damıtılarak hazneye dökülüyordu.

 Savaş ve göçleri yaşamış insanların korkuları sardı vücudumun her yanını. Korkulardan büyümüş çocuk, kadın gözleri gözlerimin içine, derinlere baktılar. Bakan gözlerde hiçbir Milet eksik değildi; Türk, Yahudi, Ermeni, Boşnak; Hırvat, Rum, Arap, Arnavut, Afgan, Hintli, Pakistanlı, Iraklı; sanki tüm milletlerin korku dolu gözleri olan çocukları, kadınları mahşer yerine; benim gecemin içine girmeyi tercih etmişlerdi.

 Savaşlar ve göçler; öyle korkular kazıdılar ki insanlığın beynine; izleri silinemeyecek kadar derinlere indi. Şimdi, savaşlar devam ederken, barış çığlıkları, barışa uzanan elleri daha fazla görüyoruz. Bir birini daha fazla anlamak için; folklorlarını, sanatlarını, müziklerini, hikâyelerini, masallarını paylaşmak isteyen insanlar…

 Eski savaşların en önemli nedenleri; güç ve ihtişam için daha fazla köle, altın, mal-mülk edinmekti. Şimdiki savaşların da en önemli nedenleri bunlar; daha fazla güç ve ihtişam için…

 Bir geçiş töreni yaşandı gece yarısına 10 dakika kala. Korkunun çan sesleri duyulmaya başladı. Geliyorlardı; atlı, yayan, tanklı, tüfekli, uçaklı, füzeli, kravatlı, takım elbiseli bol parfüm kokulu…


Nazımın hazır bekleyen borazancısı borazanı eline aldı;

“ Borazan gece yarısı çaldı. Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi. Şehre yaklaşan düşmanı verdi haber ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın. Borazan iç rahatlığı ile öldü. Ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber vermeden öldürülmenin acısını düşündüm.”

 Nazım Hikmet, Saman Sarısı şiirinde böyle sesleniyordu iç rahatlığı ile çalıp da ölen borazan için. Ya düşmanı haber veremeden ansızın ölenler… Ya da insanlık düşmanlarını başköşeye oturtup onların; hilelerini, düzenbazlıklarını adalet diye alkışlayanlar; YAŞARKEN ÖLMEZLER Mİ?

 Korkuların korkusuzluktan önemli olduğunu korkmuş insanlar gibi hissederek yaşadım. Korku, korkaklık değildir. Korkaklık başka bir şey! Her lafı alkışlamaktır korkaklık. İnsan olmanın önemini kavramayıp düşünmeyi günah saymaktır. Dünyanın da bir cennet olabileceğini asla kabul etmeyip, kendi cehennemimizi yaratmaktır; korkaklık. Korkarız çünkü güzel olan, iyi olan emek ister. Çaba ister, barışı yaşatmak; diğer insanlar ile birlikte tabiatı sevmek; disiplin, kararlılık, sevgi ister…

 Korku başka bir şeydir! Nafakasını arayan bir kedinin, küçük bir serçenin, karıncanın insan denen devi görünce yaşama tutunmak adına bir tarafa kaçmasıdır. Korku, insan denen vahşinin, kendi vahşetini uygularken; ona karşılık veremeyecek çocuğun, kadının; insanca korkması; o caniyi daha iyi görebilmek için gözlerini olabildiğince büyütmesidir…

 Korku çok başka bir şeydir. Korkusuz ve kendini kahraman zanneden canilerin korkusu şöyledir: Onlar, iktidar, zenginlik, güç kaybetme korkusunu paranoyak hale getirirler. Diğer insanların korkusu ise; ruhları ve bedenleri ile ters düşmeyecek onurlu bir yaşam sürebilme telaşlarındandır. Tabiatın hızla katledilmesi, diğer uygarlıkların yok oluşu gibi, yok olacağındandır esas korkunun erdemli sahiplerin endişesi.

 Korku, karşı konulamayacak, savunma yapılamayacak vahşetlerde dünyaya bir armağan gibi masalımsı hikâyeler bırakır. İnsanlık, insanlaşmaya uğraştıkça; masum gözlerin bakışları ve o bedenlerin çığlıkları hep yanımızda; yanı başımızda bize bir şeyler anlatmaya çalışır.

 Tıpkı önceleri evimizin başköşesinde oturup, kerpiç evlerimize zarar vermeye çalışan fareleri korumakla meşgul kedinin, şimdi çöplerimizi temizlerken yaşadığı bir anlık korkusu gibi; korkularımız; bizi dengelemeye, vicdanımızı insanlaşmaya davet etmeye çalışacaklardır…

 Güven Serin













20 Ağustos 2011 Cumartesi

AĞIR ADAM

Kamera; Güven Ganoslar-Tekirdağ
Bir gece daha günü kavuşuyor. Karanlık kendi
kavgasını güne devrediyor;hiç bitmeyecek
kavgalar; kimi için kahramanlık oluşturacak, kimi
için se iğrenç bir vahşet...

Kamera; Yunus Ganoslarda bir gece(ilkbahar)
Gece, sonsuza uzanan gizemli bahçesini
milyarlık gezegenin, milyarlık döngüsünde birkez
daha yaşatıyor. Doğurmaya bıkmamış bir
tanrıça gibi kimbilir daha neler doğurmak için
uğraş veriyordur!


Kamera; Yunus Ganoslar-Tekirdağ
Sevdamız bir
Uzun bir bakış
Ey Memleket
Ey soylu düş
Ömrümüze girdi oturdu kış.


Kamera; Yunus  Ganoslar-Tekirdağ
Tamer Kaptan bu oyunda, epey hırpaladı beni.:))
Çiçekçi kadın; " çiçekler ne kadar hırpalanırsa
o kadar iyi büyür demişti." Hırpalanmak iyidir,iyi...


Kamera; Güven  Ganoslar ve Dostlarım
Yunus ve Tamer Kaptan


Kamera; Yunus -Ganoslar
Zorlu bir bahar yolculuğuydu. İki esaslı düşüş
yaptım uçurumun hemen kıyısında. İki taze ölüm
yaşamanın yaşama arzusu ile kurtuldum. :))


Kamera; Güven
Zorlu tepelerden sonra zeytinliklerle süslü bir vadi.
Biraz soluklanma ve sonra; ağır ağır süzüldük
çoktan kaybolmuş patikaların belli belirsiz
izlerini bulma umutlarıyla.


Kamera; Yunus

Önde zeytin ağaçları arkasında yâr
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim
Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim
Yâr Yâr...
B.Rahmi Eyüpoğlu


AĞIR ADAM



 Eski insanların biz çocuklar üzerinde oluşmuş bir ağırlıkları vardı. Bu ağırlık çok kilolu ve çok sert, kavgacı olduklarından değil; yerine göre söz söyleyip, bizleri çocuk ruhlarımız içinde saygıya layık görmelerinin de etkileri büyüktü.

 Ağır adam olarak hatırladığım bir sürü insan var geçmişte kalan. İlk sırada olanlar; dedem ile ninem elbet. Ağır insan olmayı, hoşgörü ve üretkenlik içinde olmalarından dolayı hak ediyorlardı. Sadece hoşgörü mü? Değil elbet! Diğer komşularına, diğer insanlara da saygı duyup, onların haklarının da önemli olduğunu bilerek yaşamalarından…

 Bende “ağır adam” olmak için neredeyse 30 yıllık alışkanlığım olan hızlı yürümeyi, çok kısa bir zaman için bıraktım. Ter içinde kalan ve her an bir araç altında ezilme riski olan bedenim; çok kısa bir süreliğine ağır adam gibi yürüdü şehrimin ağır işleyen mimari gerçekleri içinde.

 Ağır adam olmak ne kadar zor ve ne kadar da zevkli bir şeymiş. Bir kere, kan-ter içinde kalmıyor, her gün geçtiğiniz cadde ve sokakların birçok fark edilmemiş ayrıntısını fark ediyorsunuz. Bu duygularla ağır ağır yaklaştım manava doğru. Seyyarları ağır adımlarla geçtim. Vergi vermeyen seyyar esnafa para kazandırmak yerine, vergi ve kira veren manava kadar ağır, ağır ilerledim. Aynı ağırlıkta Kolordu Caddesine geçtim. Ağır adam gibi yürüdüm. Caddemin içinde, her tarafın araç parkına çevrilmiş olduğu yolda, ağır, ağır yürüdüm. Dershane binasının hemen yanında yaşayan, iki çınar ağacının ağır gölgesini de serinledim. Hâlbuki her gün geçiyordum bu caddeden. Bu koyu gölgeyi öyle hızlı geçiyordum ki, gölge olduğunun bile farkına varamamışım.

 Ağır adam, tıpkı bir kaplumbağa gibi zorlanarak ilerlerdim caddenin içinden. Ağır yürümek, sürekli hızlı yürüyene oldukça zor gelen bir iş! Yoruyor insanı, ağır adam gibi ağır, ağır yürümek. Ama atılan her adımın duyulan her hücrenizin meraklı yönetmeni tarafından gözlendiğini fark edince iş değişiyor. Hasan Efendi Caddesine çıkınca, 1 No’ lu sağlık ocağının yanındaki büyük çınarları selamladım. Onlar fark edilmeyecek gibi değillerdi. Oranın, o bölgenin efendisi, kralı gibidir o çınarlar. Yanında bulunan birçok esnafın kurtarıcısı; aynı zamanda kış ayları, karga kolonisinin kışladığı yerlerdir.

 Ağır adam olunca, ağır ağır yürüyorsunuz caddelerde. Sokakları, ağır ağır geçiyorsunuz. Ve çık hızlı yürüyüşünüzün dalgın koşturması içinde selam vermeden yanından geçtiğiniz birçok dostunuzu, arkadaşınızı üzmüyorsunuz. Çünkü ağır adam olunca, tüm çevrenizi görüp, selam veriyor, hiç gülümsemeyen insanlara ağır ağır gülümsüyorsunuz!

 Ilgıt ılgıt esen rüzgârla birlikte midemi ağır bir şekilde beslemiş adam erdemi ile geldim taş bedestenin arka bahçesine. Ahmet ağabeyin aceleci çırağı daha oturmadan ne istediğimi sordu. Çay dedim; bana bir çay getir. Çayın yanında bir de sigara tüttürdüm; her zamanki sigaradan ve her zamanki acemi içişten…

 Ağır adam yürüyüşü ve felsefesi ile taş binanın çiçek bahçesine oturmak da ayrı bir gurur veriyor insana. Bedenim de ağırlaşmış, yücelmiş gibi; ülke insanımın ağır adamlara, ağır ülkelerine ve dillerine olan aşkları gibi ağır ağır içtim çayımı. Sigaramın dumanı bile uyum sağlamıştı bedenime; dumanı, ağır ağır çıktı, uzay boşluğunun altındaki göğe doğru.

 Ilgıt ılgıt esen rüzgârın bedenimi yaladığı ağır adamlığın rolü içinde düşündüm filozofu. Yüzyıllar öncesinin filozofu; kendisine demirden bir fener almış. Kapısının önüne asmış. Sabah uyandığında fenerinin yerinde olmadığını, çalınmış olduğun anlamış. Filozoflar ama gerçek bilgeler; ağır adamlardır. Bir şeyi irdelemeden, karşı çıkıp tavır almazlar. O da öyle yapmış; fenerini çalan insanın, çalmasında bir kusur olmadığını görmüş. Bir şeye sahip olursan, o bir şeyin çalına bileceğini anlamış. O çalınan nesne, sizin için ne kadar önemliyse o kadar acı çektiğinizi de anlamış olmuş. Bizim filozof, ağır adam anlayışı içinde bu sefer kendisine topraktan yapılma bir fener almış. Çalınma korkusu içinde olmadan, onun için önemi olmayan toprak bir fener…

 Çelişkilerle dolu ve ağır adamlara, ağır ülkelere ve dillerine özenti içinde yaşam içinde yaşamlar oluşturmaya çalıştığımız ülkemde hızlı yaşamlarımızı, hızlı tüketimlerimizi de ağır adam mantığı içinde dinledim. Çıkan ses; kargaşa, lanetleme, isyan ve güvensizlikten başka bir şey değildi.

Ağır adam felsefem çok az bir süre içinde olsa bana, ruhuma yapışmış sanki tüm hayatımın ilk anlarından beri birlikte yaşamış gibi ağır, ağır geçtim viran evlerin yakınından.

 Ağır adımlarla, ılgıt ılgıt esen rüzgârında esintisinin keyfi içinde çok acelesi olan ve durmadan gürültü yapan araçların yanından ilerledim. Doğanın ağırlığını, uzayın muhteşem ağır yaşamını da bilerek; hızlı oyunlarımız, hızlı aşklarımız, dostluklarımız geldi geçti; esen rüzgârın geçip gitmesi gibi…

GÜVEN SERİN







17 Ağustos 2011 Çarşamba

NASIL BİR ŞEY ACABA

Kamera; Güven Antalya

Kamera; Güven Antalya
Bir asker ve 100 yaşını çoktan aşmış Çitlenbik ağacı.
Çitlenbik ağacının yanında bir tabela var. Tabelada
şunlar yazıyor;
çitlenbik, hatırladın mı beni? Yetmiş sene evelini,
arkamıza grubu alarak fotoğraf çektirdiğimiz, sana
aşıklar ağacı dediğimiz günleri?
Görüyorum, kökün hâla toprakta, gövden boşlukta,
farkındayım; sende yaşam savaşı veriyorsun,
benim gibi, bu yaştan sonra...

Çitlenbik ağacının hemen arkası, muhteşem uçurum
ile Akdenizin uçsuz görüntüsü;bir birlerini beslercesine
gizemle kucak açıyorlar.


Kamera; Güven Alanya Kaleiçi
Kaleiçinde, viran bir kilise. Taş ve tuğladan
yapılmış. Burada da yıllarca yakarışlar, dualar
yapıldı. İlahiler okundu. Bu binada da insanlar
iyilik, hoşluk, huzur için göklere avuç açtı.


Kamera; Güven Kaleiçi-Antalya
YASEMİN ÇİÇEKLERİ
Yaseminler, büyülü ve gizemli kokular saçıyor;
hissetmek istediğiniz, dönen girdabın içinden
sizi alıp, düşlerinizin içindeki cennete koymasını
istediğiniz kokulardan. Bu güzel kokular,
Kaleiçine öyle bir yayılmıştı ki, bir hayvan gibi
koklaya, koklaya aradım yasemin çiçeklerini.

NASIL BİR ŞEY ACABA?



 Gecenin karanlığından sabaha ”gün içine” ilerlerken düşünceniz ile samimi bir dostluk kurmak istemek nasıl bir şey acaba? Yürürken kendinizi, size ait olan bedeninizin kemiklerini tek tek saymaya kalksanız, sizi insan yapan o kemiklere yaslanan dokuları ve dokuların içindeki milyarlara bölünmüş hayatları süzseniz ince ince; zeytinyağın süzülüşü gibi temiz ve ferah bir koku yayarak…

 Sonra, düşünceniz ile birlikte centilmence savaşmaya başlasanız; ucunda ölüm olmayacak; değişim ve öğretiler ile dolu savaşlardan yeni başlangıçlar yapıp, yepyeni topluluklar oluşturacağınızın sonsuz gülümsemesini de yapsanız; nasıl bir şey olurdu acaba? Sanırım iyi çok iyi bir şeyler olurdu. Ama iyi bir şeylerin, iyiliğe açılan kapıları; her zaman yeraltı krallarının acımasız askerleri ile tutuluyor. Onları geçmek; at’ın önündeki eti, it’e yetirmek, it’in önündeki otu da at’a yetirmek; çok özel hünerler, masalımsı şanslar gerektiriyor…

 Bir rüya görmeye kalksanız, rüyanızın içinde her türlü rengi, cümbüşü, şehveti, yükselişi ve tekrar yere dönüşü; insan denen canlının en ulvi güzel duyguları ile süsleseniz; bir rüyanın anlatımındaki korkuyu bile yaşar, o rüyayı kılıktan kılığa geçirerek resmetmeye çalışırsınız. Rüyalarımızın bile ayıplarla sarıldığını, düşüncenin çoktan bize ait olmayan ama bizmiş gibi bizim içine girmiş iblislerin olduğunu anlayıp; “hadi oradan, terk et beni; ben, ben olmak istiyorum” dediğinizde, iblisin iki büklüm gidişini ve sizden özür dileyişini görmek; nasıl bir şey acaba?

 Sonbaharı bilen ve ondan haberdar olan çocuklar gibi; düşüncenizi alıp sonbaharın olduğu, en özgürce yaşandığı kırlara getirseniz ve o karlarda onla birlikte uçurtma uçursanız; nasıl bir şey olurdu acaba? Uçurtmanın nazlı bir kız gibi süzülüşü, ara sıra size gel değişi, sizin yanınızdan ayrılacakmışçasına rüzgârı kendi dostu sanıp, onla birlikte göklerin derinlerine yükselmek isteyişi; toprağa basan ayaklarınızı, toprak kokan bedeninizi çılgına çevirir. Çıldırmışlığı korkunun, dehşetin tarafında hissetmez; tam aksi, güzelliğin, yaratıcılığın tarafında görür; gülümsersiniz; toprak kokan gülümsemelerden…

 Düşüncenizden zarar gelmeyeceğini, sizin dostluğunuza, ricalarınıza evet diyeceğinizi bilip, düşüncenizi bir eşeğe bindirip yürütseniz; ağır ağır… Eşekteki düşüncenizin günün güneşi altında terlemeye başladığı anda, üzerinizden geçen uçağı görseniz! Ve diğer düşüncenizi o, uçağın içine, serinliğe, kahve keyfine yollayıp, kadın kokuları içine yollamış olmanın erkeksi keyfini tatarken; eşeğin üzerindeki düşünce ile uçağın içindeki düşüncenin kavga etmeden, hayatı anlamış ve anlamlandırmış bir şekilde yol alırken, eşeğin üstündeki düşüncenizin bağıra bağıra türkü söylediğini duysanız! Uçağın içinde bin bir konfor içindeki düşüncenizin ise, kulağına takmış olduğu kulaklıklardan başka müzik dinlene özgürlüğünün olmayışına da gülümser; rekabetin, değişimin ve değişikliklerin ne güzel seçenekleri ve kısıtlamaları olduğunu da anlamak nasıl bir şey acaba?

 Anne, babalığa balıklama atlayıp, çocuklarınızı bebekken, bebeğin gülümsemeleri, masumiyeti ile severken; kızınız büyüdükçe korkularınız, çekincelerinizin artması; sizi rahatsız edip, onlarla başa çıkabilme filozofluğuna soyunsanız. Aynı zaman içinde, erkek çocuğunuz büyürken, övünme ve gururlanma yaşamanızı, kız çocuğunuz büyürken duyduğunuz korkular ile dengeleyip; her ikisinin de birer insan olduklarını anlasanız! Kız ve erkeğin farklı beden yapılarına rağmen, sizin az önce hissettiğiniz ve bedeninizi, insan yapan kemiklerinizin ve kemiklerinize sokulmuş dokuların, milyarlarca hücrenin onlarda da bulunduğunu anlayıp; evlatlarım derken bile kayırma yapmayışınızın adaletini görüp, işte o zaman yaşam içindeki adalet dağıtıcılığını, savunma hakkına kavuşmuş olduğumuzu anlamak nasıl bir şey acaba?

 Meslek sevgisi ile kazanma tutkusunu düşünceler ile parçalara ayırıp sonra tekrar birleştirirken mesleğimiz içinde işlediğim bahçenin güllerine, karanfillerine, yaseminlerine bakıp; su içinde yüzen kemik ve dokulardan oluşmuş bedeninizin daha bir insan olup; Koklamayı, seyretmeyi, seyrederken cennetin ne kadar yakında olduğunu bir kurbağa, Ağustos böceği sesinde anlamlı hali dönüştüğünü bilmek nasıl bir şey acaba?

 Önce tüm sevgisini, tüm çabalarını verip, yoruldukça kabalaşan, kabalaştıkça hatalar yapan, ellerin şifa dağıtırken narkozlu bedenleri bir cellât gibi öldürdüğünü düşünüp, o cellâdı kovalamayı büyük bir vicdan sorumluluğu içinde yapmak; nasıl bir şeydir acaba? Pansuman ettiğiniz bedenin, hayat verdiğiniz kriz içindeki donuk canlının, dokuları parçalanmış insanın, dokularını dikiş-nakış yapan temiz ellerin marifetleri ile birleştirseniz. O marifetli ellerin, yüzyıllara yayılmış ruhlarını da yakınınızda görüp, yorulmuşluğun dinlencelerini, sıkıştırılmışlığın, hep sizden beklentilerin mesafelerini hesaplamayı bir mühendis titizliğinde öğrenmeniz de iyi bir şey olmalı; iyi bir şey…

 Şimdi, yaşadığınız şehir yağmuru anlamaya, yağmuru insanca yaşamaya izin vermeye bilir! Rüzgârı, yeli, fırtınayı anlamanızı engelleyen devasa binalar, korkunç beton binalar çevrenizi kuşatmış da olabilir. Güneş, uzayın derinliklerinden çıkıp gelen ve her tarafın beton, asfalt olduğu şehrinizde size düşman bir enerji gibi görünmesi de doğal. Asıl sorun; bütün yanlışlıklar, bütün rezaletler, bütün hilebazlıklar yapılırken; siz nerede duruyorsunuz. Ağır ağır kirlenirken şehriniz, doldurulurken denizleriniz, önleri kesilirken ırmaklarınız; siz, mimarinin, ekolojinin neresinde siniz?

 Siz, bir tek düşünceyi bile korkulu bir felsefe; günahkâr bir canlı gibi görürken; iki düşünce, üç ve dört düşünce ile var olup çoğalmayı çoğaldıkça birlikte şarkılar söylemeyi hâla gâvur işi görürseniz; insanlık çığlığı atıp, şikâyet, isyan edip, yardım çığlığı dilemeniz NASIL BİR ŞEY ACABA?

GÜVEN SERİN
























16 Ağustos 2011 Salı

VİRA BİSMİLLAH

Kamera; Tamer Bey   Yeniköy Yakınları
Yunus'un el emeği, göznuru bahçesindeyiz.
Yunus'un arkadaşı; korkuluk Kamil
Kamil tuhaf birisi; gözlerimin içine bak Kamil,
dedim; ama Kamil bir türlü gözlerime
bakamadım. Ben, kızdım, ulen Kamil,
fotoğraf çekiyoruz, gözlerimin içine bak lütfen!
Dediysem de Kamil gülümsedi; gözlerim mi
var be adam, gözlerine bakayım, demez mi! :))


Kamera; Yunus
Kamili Tamer Kaptan da sevdi. Sanırım,
Korkuluk Kamil de bizi sevdi.Elimi uzattım,
kolumu zor aldım arkadaş. :))
Kamil'e ve Yunus'a kolay gelsin, deyip
yolumuza devam ettik.


Kamera; Güven  Uçmakdere Yakınları-Tekirdağ
Deniz e Balıkçı
Deniz dinginliğin tadını çıkarmakla meşgul.
Balıkça da akşam yiyeceğini.
Deniz maviliğe bürünmüş. Balıkçı ise,
mavi ümitlere.
Deniz, şevkatli bir sevgili gibi! Balıkçı,
sabırlı bir derviş gibi...



Kamera; Güven Gaziköy-Tekirdağ
Daha önce yaşamış, bu diyarlarda yanık
türküler söylemiş, bu diyarları bizden fazla
sevmiş Rumlardan kalma bir çeşme.
Şimdi, çeşme başında su dolduran ince belli,
nokta benli, güzel bakışlı kızlar yok.
Çeşme hüzünlü...
Çeşmenin mermer kaidesine şöyle bir yazı
kazımışlar;
Allahın Adına
Bu çeşme, ben Allahın kulu
Georgios Tzefr tarafından kendi  paramla
tekrar yaptırdım. Sene 1817
Ve ben; bu çeşmenin tarih kokan,
sevgi kokan, yaşam kokan
hüznü içinde hüzünlere
karışan ben...

Kamera; Güven  Güzelköy-Şarköy-Tekirdağ
Ağaçlar arasında, taş evlerin denize bakışına
kendi bakışlarım ile karşılık verdim. Bugün ile
geçmiş arasında bu diyarlarda yaşamış
soluduğu hava, baktığı deniz ve gök
maviliğinde mutlu olmuş, acılar ile
olgunlaşmış insanlara, bir selam
söyledim; fısıltı ile; sessice...


Kamera; Güven
Ormanlı Köyü  Yakınları-Tekirdağ
İlyaz Bey ile Ekrem Bey, İlyaz Bey'in fidan
bahçesi için su projesi hakkında konuşuyorlar.


Kamera; Güven   Ay Doğuyor
Gün, gece ile buluşurken ay doğmaya başladı.
Dolunay, muhteşem bir kadın gibi gülümsedi;
tepelerin ardındaki denizin üstünden.
Ay doğuyor; tüm ölümlerin, tüm kargaşanın
doğduğu gibi; ay da doğuyor; ümitler, düşler
ve insanı insan yapan gülümsemeler, sevgiler
için; AY DOĞUYOR...

VİRA BİSMİLLAH



 AKP’nin 10. Yıl kutlamaları yapılıyor. Başbakan da kutlamaların başlaması nedeniyle bir konuşma yaptı. Başbakan konuşmasına;

 “Biz yola çıkarken ‘Vira Bismillah’ diyerek açıldık denizlere. Bu yollar, bu sular tehlikelidir geri dönün, çıkmayın diyenler oldu. Biz korkmadık. Daha o zaman; ilk başlarda söyledik; ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak dedik.’ Kibirli olmayacağız dedik. Bize inananlara, güvenenlere ve en son seçimde % 50 oy veren halkımıza teşekkür ediyoruz.”

 Eğer ki başarı sayılarla, sayıların en fazlasını almak olarak da başarı kabul ediliyorsa AKP’nin aldığı oylar ve iktidarda kaldığı süreler başarıdır. Kutlanmaya değer… Ama başarıyı birçok etmeni de içine alarak incelemek gerekirse; toplumun sosyal gelişmelerini, eğitimini, şehirciliği, mimariyi, sanatı, felsefeyi, bilimsel gelişmeleri de içine koyacak olursak ve bir de aksayan adaleti de düşünecek olursak; başarmak istenenlerin aksadığı, geciktiği de bir gerçektir.

 Biz de başbakan Recep Tayip Erdoğan ve arkadaşları gibi “Vira Bismillah” deyip şehrimizin köylerine, beldelerine gezintiye çıktık. Gün, güneşin aydınlığı içinde; otlar; özellikle güneye bakan otlar; güneşin sararmışlığı içindeydiler. Ganos Tepeleri her zaman ki gibi yine büyüleyiciydi. Buralarda tarif edilen güzelliklerin dışında başka güzellikler de var. Belki de bir ömür geçse, tarifini edemeyeceğimiz, formülünü tam bulamayacağımız muhteşem ve gizli-gizemli güzellikler…

 Yolumuzun üzerindeki yerleşim yeri Mermer Köyü! Artık köy demek bile mülkün değil. Birkaç hane; belki de hayatlarının en tenha zamanlarını yaşıyorlar. Modern sanılan kentlere göç eden, göç etmek için özendirilen gençler; göçmen kuşlar gibi çoktan gitmişler. Mermer Köyünün çıkışında Yunus’a da uğradık. Yunusun dere kıyısındaki kulübesi ve bahçesi; Yunus’un emeği, meşguliyeti ile yan yana duruyorlar. Doğal domatesler, mısırlar; Yunus için toprağın doğurganlığının, toprağın insana sunduğu en güzel ödülün, en büyük anlamını taşıyor.

 Yolumuz uzun; Yunus’a “kolay gele” deyip, beş arkadaş; Ekrem Beyin şoförlüğünde yola devam ettik. İkinci geçiş yerimiz Yeniköy oldu. Burası da terkedilmişliğin viran görüntülerini taşıyor. Direnen 5–10 hane olsa da, bu kadar eski köylerin; özellikle doğanın içinde, doğanın büyüleyici güzelliklerinin çok yakınında olan bu eski köylerin eriyip gitmesi; sadece köy yaşantısının kente akması olsa; kültür değişimi, sosyal tercihler olarak yapılsa; gam yemezdim. Buraları eski Rum Köyleri. Zamanın, özenerek yapıldığı köyler. Buralarda mutlu insanlar yaşamış. Hayalleri, umutları, şarkıları, inançları, şarapları, pekmezleri, zeytinleri, peynirleri, sütleri olan insanlar…

 Yeniköy, Yamaç Paraşütü yapılan tepelere yakın olması nedeniyle gün içinde hareket yaşıyor. Burada iyileştirme ve bir takım geri dönüşler olsa; iç turizme dayalı güzel olanaklar yakalana bilinir.

 Yeniköy’den hiç durmadan Uçmakdere köyüne geldik. Tepelerin kuşattığı, tabiatın içine gizlediği; etrafı kaleler ile çevrili bir yer gibi. Yaşlı çınar ağaçları, taşı, ahşabı, toprağı ve kekik, ıhlamur kokuları ile sizi karşılayan Uçmakdere Köyü de boşalan, terk edilen, kentli olmaya özendirilen köylerimizden birisi. İpek böcekçiliği, bağcılık ve tütün köylünün elinden alınınca; birer açık hava müzesi gibi olan bu köyümüz de sessizliğe gömülen; önlemler alınıp özendirici çözümler üretilmese, yakın bir gelecekte köy olmaktan çıkıp, mezra olacak köylerimizden. Zaten geçtiğimiz her köyün okulu kapatılmış. Sağlık Ocakları kapalı! Görüntü, duyguları olan insanları hüzün yağmurları ile ıslatmaya yetiyor.

 Yeniköy, Uçmakdere Köyü, Gazi Köyü; köylerin, kentli olanlara üretim yapması, doğal güzellikler içinde doğal yaşam süren insanların tanıtılması, unutturulmaması adına; acilen alınacak önlemlerle yaşatabilinir.

 Uçmakdere Köyünün hemen girişinde yaşlı, heybetli Çınar ağacının hemen arkasında, Rumlardan kalma 140 yıllık çeşme; turizme kazandırılmayı bekliyor. Her tarafı talan eden hazine avcıları, buralarını da yok etmeden; tarihine, doğasına, insanına önem veren yöneticilere acilen duyuruyorum.

 Gazi Köyünün durumu ise tam bir trajikomik bir tiyatro oyununa dönüşmüş. Kısa süreliğine uğradığımız Gazi Köyünde muhtar; Ercan Gürbüz, Aza; Ali Gürbüz ile sohbet ettik. Bir “ah” söyledik; bin “ah” işittik.

 Gazi Köyü, denizin kenarında, güneşin ve zeytin ağaçlarının, üzüm bağlarının kokusunun deniz ile buluştuğu bir yerde. Arkadaki tepelere yaslanan evler; çaresizliğin türküsünü söylüyor. Muhtar, Ercan Gürbüz’ün anlattığı gerçek; hüzünlü bir gülümseme yaşamamı sağladı. Köylerinde bulunan tarihi çeşmenin, turizme kazandırılması gerektiğini konuşurken; Muhtar Ercan Gürbüz ile Aza Ali Gürbüz acı acı gülümsediler.

 Köyleri 1990’lı yıllarda SİT alanı olarak kabul edilmiş. O gün, bu gün; köyümüzde bir tek çivi çakamıyoruz, diye dert yanan Muhtar ve Aza Ali Gürbüzü dinleyince şaşırdım. SİT alanı olarak kabul ettikleri yer için hiçbir çalışma olmadığı gibi, insanlar kendilerine ait mülklerinde herhangi bir değişim de yapmakta zorlanıyorlar.

 Doğal olarak, köyde yaşamayı kabul edecek veya kalan gençlere yeni bir ev yapılmak istense; BURASI SİT ALANIDIR; ev yapamazsınız kanunu, kuralı karşı geliyor. Peki, köylü ne yapacak? SİT alanını diğer köylüler gibi terk edecek; sessizce; kentli olacak…

 Gönüllü kurulmayan kentlerimizin hali ortadayken, zorla göç etmiş, hâla aklı ve gönlü toprağında, dağında, taşında olan insanlar kentlere ne kadar fayda sağlayabilir? Kentlere ne kadar uyum gösterebilir? Sanırım, Vira Bismillah diye yola çıkan ve hızla büyüyen iktidarımızın bu konularda yaptığı araştırmalar, alacağı çözümler de vardır.

 Sayın Valimiz, şehrimin sayın ve soylu işadamları; Yeniköy, Uçmakdere Köyü, Gazioğlu Köyü acilen ilgi, alaka, samimi çözümler bekliyor; belki de sizi de mutlu edecek çözümler buradadır…

 GÜVEN SERİN






13 Ağustos 2011 Cumartesi

NUH DER, PEYGAMBER DEMEZ

Kamera; Güven- Rahmi Koç Müzesi-İstanbul
Zeytin Sepetleri.
Zeytin ve zeytinyağı, insanlığın felsefeye,sanata,
aşklara, savaşlara ilgi duyduğu zamanlar kadar eski
zamanlara ait.

Kamera; Güven-Rahmi Koç Müzesi
Zeytinyağı İmalathanesi
Üretim yerlerinin kendine has ruhu, kokusu
muhteşem duyguları anlamanızı sağlar.


Kamera; Güven-Rahmi Koç Müzesi
Zeytinyağ şişeleri
İmbikten geçen her damla; insanın ruhunu arıtacak
öğretiler gibi ışıldıyor.


Kamera; İlyaz Bey-Rahmi Koç Müzesi
Zeytinyağı İmalathanesi
Zeytinlerin, büyük çarklar arasındaki ezilişini,
mutluluk çığlıkları çıkararak zeytinyağına
dönüşmelerini duyuyor gibisiniz...


Kamera; Güven-Rahmi Koç Müzesi
Nazım Hikmet / Z. Livaneli


Saat dört yoksun
saat beş, yok
Altı, yedi, ertesi gün
Daha ertesi
Ve belki kimbilir...
(...)
Kitap okurum
İçinde sen varsın
Şarkı dinlerim
İçinde sen
Oturdum ekmeğimi yerim
Karşımda sen oturursun
Çalışırım,
Karşımda sen



                                 NUH DER PEYGAMBER DEMEZ



 Neşe saçmaktan çok, sıcaklık, yapışkanlık ve ter yaratan güneşin erişemediği taş mekânın gölgelik alanında dinlenmeye gittim. Bedestenin arka bahçesi olan bu yer; Ahmet Bey tarafından işletilen çay ocağının hemen yanı; ön bahçesi. Güneşin görkemli yapışkanlıkları arttıkça gölgelerin de müşterileri artıyor.

 Bu durumdan Ahmet Bey oldukça memnun! Emeğinin, alın terinin karşılığını alan her insan gibi mutlu bir şekilde ileriye, daha ileriye bakıyor. Benim oturduğum küçük sandalyeli, küçük masanın hemen önünde beş kişilik bir gurup var. Çok hararetli gündem tartışması yapıyorlar. Aslında konuşan iki kişi! Geri kalan üç kişi, donuk bir yüz; sessiz bir heykel gibi hiçbir duygu belirtisi göstermeden hangi tarafın tarafsız bölgesindeler hiç belli olmuyor.

 Usta ellerin sanatçı düşüncelerinden çıkmış heykellerde ruh gördüm de, dinleyici rolündeki bu üç insanda ruh göremedim. Acaba, bu kadar ilgisizlik, bu kadar pişkinlikler, tarafsızlıklar ruhların geri dönmesine mi neden oluyor!

 Konuşan iki kişiden genç ve bıyıksız olanı karşısında duran ve inanılmaz bir şekilde tekrarladığı sözden anladığım kadarıyla adı Mustafa. Mustafa isimli gurur abidesi adam, karşısındaki adamın tam tersi, bıyıklı ve oldukça kibirli bir duruşun son temsilcisi gibi! Karşısında duran bıyıksız adam; neredeyse telef olmak üzere! Mustafa ağabey, dediği kişiye öyle dil döküyor, öyle ince, derin ve kendince sır denen konulardan örnekler gösteriyor ama Mustafa ağabey dediği gurur abidesi; son sözünü hep aynı tonda, hep aynı pişkinlikte, “ tamam ama suçları olmasaydılar içeri alınmazlardı.” Diyerek, neredeyse karşısındaki insanı canından bezdiriyordu.

 15 dakika için gittiğim, çay ve sigara molası verdiğim Ahmet Bey’in mekânında, ilk kez ikinci sigaramı ve çayın ardından limonatayı yudumladım. Geleli neredeyse bir saat olmuş, dinlediğim gurubun tartışması; Mustafa ağabey denen adamın ikna edilmesi mümkün olmamıştı. Bıyıksız adam, asker emeklisi olduğu anlaşıldı. Mustafa isimli şahıs da sivil iradenin pişkin temsilcisiydi. Birisi, elbette suçu olan, cezasını çeksin; burnundan fitil fitil getirilsin ama tam da terfi zamanı böyle şeyler yapılıyorsa, bu işlerden korktuğunu söylüyor. Böyle adalet, böyle hak dağıtılmayacağını anlatmaya çalıştı Mustafa ağabey dediği gurur abidesine.

 Sanki güzelim ülkemiz boydan boya ikiye ayrılmış; bir tarafta gerçek adaletin, hukukun teslimini bekleyenler duruyorken, bir tarafta arenada yenilmiş savaşçının öldürülmesi için ölüm çığlıkları atan seyirciler gibi; tutuklanan her askerin, yazarın, sivilin muhakkak suçlu olduğuna inanan bir topluluk duruyor. Asıl önemli olan da, bu toplulukları izleyen hakemler; inanılmaz bir keyif içinde birbirlerine göz kırpıyorlar. Sanırım içlerinden şöyle söylüyorlar;

“ gördünüz mü gururlu Türklerin halini! Mangalda kül bırakmazlardı; üretmekten çok tüketirlerdi! Şimdi birbirlerine düşürdük; ayıklasınlar bakalım pirincin taşını!”

 Ne diyeyim; üretmemek adına, aklın yolunu seçmemek adına, gerçek manada eğitimleri, bilim ve sanat ile buluşturmamak adına yerden göğe kadar haklılar.

 Çay bahçesinde ilk kez bu kadar mola verdim. Mustafa ağabey dediği şahıs ile Mustafa ağabeyini ikna etmeye çalışan bıyıksız adamın hazin hikâyesi oldukça tanıdık bir hikâye aslında. Toplumumuzun neresine giderseniz gidin; derin bir oh çekenler, iyi oldu, deyip sık sık içeri alınan askerleri demokrasi adına yuhalayanlar, bir tarafta da sorunun asker, sivil, yazar-çizer olmadığını, vicdan ve sezgilerimizde eksik bir şeylerin kaldığını anlatmaya çalışanlar var.

 Sonuçta bıyıksız asker emeklisi adam, Mustafa ağabey dediği gurur abidesi ve ruhsuz bir heykeli andıran adamı bir gramlık, bir milimlik bir ikna ve sağduyu çizgisine getiremedi. Artık konuşmaya enerjisi bile kalmamıştı. Mustafa ağabeyi ise, sandalyesinde inanılmaz bir rahatlık, pişkinlik içinde; peşin satan esnafın, veresiye satan esnafa bakışı gibi inanılmaz bir rahatlık ve kararlılıkla; “suçlu almasalar içeri alınmazlardı!” sözlerini tekrarlayıp durdu.

 Aklın ve felsefenin hukuk ve adaletin durma noktasına geldiği bu zamanda yüzyıllar öncesinin filozofuna seslensem bana ne derdi acaba? Ey Epektetos lütfen konuş benle ve bu durum açıkla. Beynimin derinliklerindeki sezgimin gücü, okuduğum kitabın (Söylevler) bilgileri ile birleşince Epiktetos tekrar bu zamana dönüp sesleniyor;


“ Akıl yürütme eyleminin son amacı nedir? Doğru önermeler üretmek, yanlışı ortadan kaldırmak ve doğrular hakkındaki bulanıklığı gidermek!”

 Ama parçalara bölünmüş doğrular ve eğriler, hiç tamamlanamayacak bir bulmacaya dönüşmüş durumda. Gizem, gizlilik; halkın çok ötesine, hakkın ve hukukun çok ötesine çıkalı çok zaman olmuş… Şimdi, hak ve adalet kovalanırken; inanılmaz haksızlıklar, adaletsizlikler de kendi davasını haklı çıkarma peşinde; arenanın ateşli seyircisi önünde kendi tarihlerini yazıyorlar.

 Sıcağın dayanılmaz etkisi boy gösteriyor. Düşüncelerim bulanıklık ile berraklık arasında gidip geliyor. Bir şeyler oluyor; bir değişime, dönüşüme tanıklık ediyoruz; gelecek çağlarda ki insanların merak edecekleri ve değişimlerin; toplumsal çöküntüler, kentsel patlamalar ile başlayacak değişimlerin merak edilesi zamanında ben bu tarihi gelişmelere tanıklık ediyorum. Tanıklığımın arkadaşı Epepketos’u seçiyorum. Epektetos yine anlatmaya başlıyor;

 “Neden yine de tembel, kayıtsız ve durgunuz? Neden çaba göstermemek için bahaneler üretiyoruz ve kendi acınası durumumuzu görmezden geliyoruz? Görme yetimden de vazgeçmem olanaklı değildir. Fakat iyi adam kimdir diye soracak olursan, sana iradesini görünüşlere henüz teslim etmemiş bir kişiden başkasını gösteremem.”

 Çay molam oldukça uzun sürdü. Kemal ile Ümit adını taktığım ağaçlar, sıcağın muhteşem enerjisi altında keyif mi, keyifsizlik mi gösteriyorlar belli değil. Ama derinlerde olan kökleri, dışarıda olan sımsıcak yapraklarına serinlik desteği verdiği de bir gerçek.

 Molanın bittiği anda, masamdan kalkarken asker emeklisi bıyıksız adam, Mustafa ağabey dediği gurur abidesi bıyıklı adamı bir saniyelik zaman diliminde bile ikna edememişti. Benimse aklımda arkadaşım Epiktetos’un söylediği son cümledeydi;


“iyi adam kimdi diye soracak olursan, sana iradesini görünüşlere henüz teslim etmemiş bir kişiden başkasını gösteremem” sözleri çınlıyordu kulaklarımda…

Güven Serin