27 Haziran 2018 Çarşamba

BANDIRA BANDIRA ( ARŞİV-2008)


Kamera; Güven Göztepe Oyuncak Müzesi

Fazla mı büyük olduk ne? Çocuklar hiç yok muşçasına
hep büyük meseleler?...


Kamera; Güven Göztepe Oyuncak Müzesi



Kamera; Güven 

Avrupa Diyarından gönüllü olarak oyuncak müzesine
gelmiş,çocuklara,çocuk olmayı öğretiyordu...

Şimdi,uçsuz bucaksız bir evrende geziniyor ruhu...


Kamera; Güven Göztepe Oyuncak Müzesi
Oyunlar,çocukların bir parçası;büyük olma
telaşına bir ön hazırlık misali...
BANDIRA BANDIRA

  Sunay Akın’ın bin bir emek ile oluşturduğu Oyuncak Müzesini gezdik. Müzenin her katında sevgi, çocuk, güleçlik ve müzik var. Biz gelmeden biraz önce, Sunay Akın ayrılmış. Güzel ve bakımlı eşi, sevgisini, dikkatini ve vaktini müzeye ayırdığı belli! Her katı, iç yoğunluğunun taze duyguları ile dolaşıyor. İncitmeden uyarılar yapıyor görevlilere.

Sunay Bey burada mı?

“İşi vardı çıktı. Öğleden sonra gelecek” diyordu gülümseyen sevgi dolu yorgun yüz.
Sitemde yayınlamak için, fotoğraf çekebilir miyim?
“Lütfen flaş kullanmayınız.” Sunay Akın’ın eşi kendi işine dönerken, bende kendi işime: aç olan beslenmeye yöneldim. İlkönce fotoğraf makinemi doyurdum. Sonra da, meraklı beynimi mekânın lezzetine doğru yönelttim. Sımsıcak mekân, beş kattan oluşuyor. En alt kattaki dinlence yeri: hem çocuklara hem büyüklere bilginin insanca tatmine ulaşan öğrenimsel doluşunu ve boşalışını sunuyordu. Müzenin tüm köşeleri çocuk kokuyor. Anı ve hatıra kokuyor.
“Gel be insan, sende gel “ seslenişini çocukça yapıyor. Oyuncakların kimi, 100, kimi 70, kimi de 40 yaşlarında. Nice el değmiş, nice göz izlemiş onları. Korkulu savaşların sıcak mutlu yüzlerinin karamsar bakışlarını da, izlerini de anlatıyorlar kimi sizlere.

  Müze, Göztepe’ye, Göztepe de müzeye öyle yakışmış ki, birbirinden ayırmak ne mümkün! Fazla yüksek olmayan ev ve sitelerin bahçeleri vardı. Bakımlı ve yeşil bahçeleri! Her bahçede sıra sıraya dizilmiş ağaçlar vardı. Düzenli ve sıradan medeniyetin içinde, tüm curcunaya karşın; yaşama ve doğaya bir armağan gibi sunulmuş ağaç ormanlar…

  Yeşilin yok oluş kültürü içinde, medeniyetin tam göbeğinde ormana açılan bir koridor güzelliğindeydiler ağaçlar. Genç ağaçların yanında yaşlı ağaçların varlığı da dikkat çekiciydi. Belli ki, bu ağaçların, güzel yeşilliklerin seveni ve koruyanı vardı bu diyarlarda… Metin’e sesleniyorum;
Gel dostum sana bir şeyler ısmarlayayım. Amaç, müze çıkışı daha fazla kalıp oyalanmak keyifli diyarın masalımsı yöresinde… İki keşkül söyledim bütçemin delinmesine inat. Pahalı olan keşküller, usta işi olmanın lezzetini sundular.

 Uygarlığın doğa ile barışık olduğu Göztepe’den yürüyerek, sağa sola bakarak ayrıldık.Nicedir giymediğim spor ayakkabılarımın sol olanı, sol ayak parmaklarıma eziyetin en keyiflisini veriyordu.”Şöyle bir dolaştım şehri” şarkısının uyumlu mırıltıları ile Bağdat Caddesi içinden Kadıköy’e doğru akıyoruz.Şimdilik boş ve hoş ve sakin caddenin derinliğinde kayboluyoruz.Bol güneşin cömertliğinin kısılmış gözleri, ezilmiş ayakları ile mutlu bir görüntünün eşliğinde , rotamızı Haliç’e , Sütlüce’ye Miniatürk’e çeviriyoruz Dünya markası ve mirası olmuş , olabilecek ve gönüllere iz barakmış eserlerin maketleri ile kucaklaştık.Dev cüsseli , ölümü yenmiş gerçek heybetlerinin kokularını ve selamlarını hissettik.
Anıtkabir’i, Süleymaniye’si, Ayasofya’sı, Mostar Köprüsü, Malabadi Köprüsü, Efes Harabeleri, Artemis Tapınağı ile daha niceleri: geçmişten bugüne “SES “ veriyorlar, bir şeyler söylüyorlar. Biraz eğilmek yeterli, biraz… Gün sonuna geldik. Tabi ki aç olarak, yorgun olarak. Beden görsel gereksinimlerini doyuma ulaştırırken, yaşamsal mineral ve vitaminleri için “AÇIM” diye sesleniyordu.
Metin, gel burada gözleme yiyelim. Metin, isteksiz bir cevap verdi;
“Sulu yemek yiyelim. Şöyle, bandıra bandıra olsun arkadaş.”
Peki, Metin, sulu yemek arayalım. Bandıra bandıra yiyelim dostum. Dünya insanı turistlerin bol olduğu Sultan Ahmet Meydanına geldik. Bandırarak yiye bileceğimiz yemeğe ulaşmadan önce, ne gördüysek özendik. Kestaneciyi, Mısırcıyı özenerek geçtik. Bandırma dönüşü uğrarız sözünü verdik.

   Aradığımız sulu yemeği bulduk. Siparişimizi verip, hak edişin çatal ve bıçağına sarıldık. Sulu yemeklerimizin oldukça çabuk bitmesi, ne kadar aç olduğumuzun tanığıydı. Kalan birkaç dilim ekmek, “bandırma” kültürünün habercisiydi. Kopardığım bir parça ekmeği tabağımda kalan yemek parçalarına bandırmaya başladım.

 Hey mübarek bandırma hey! Sen olduğun sürece kimse aç kalmaz diyerek bandırdım. Tanrım bandırdıkça bandıracağı geliyor insanın…
Baktım ve gördüm ki, aynı işi Metin’ de yapıyor. İlk önce yemek tabağını bandırdı ve temizledi, sonra da salata tabağında kalan birkaç yağ damlasını ve havuç kırıntılarını bandırdı. Ne de tatlı bandırıyor, ne de güzel şapırdatıyordu.
 
Bandırmanın soylu kültürüne, minnetle; doymuş olarak. OH BE dedik. Sen olduğun sürece kimse aç kalmaz be bandırma. Bandırılan ekmeğin ağza gidişini yaparken, parmakları yalamak ta: lezzete lezzet katıyordu…

Güven Serin 

  





2 yorum:

deeptone dedi ki...

bandırma müzesi hehehe :)

GÜVEN SERİN dedi ki...



Bandırmanın en harika yanı;parmakların bir kısmının emilmesi;tanrım;yağ bulaşmış o parmağın ağza girip çıkması;tabağın soylu temizliği:)) Aç kalmamak adına;yıllar sonra gördüm ki,midesel açlık bir yana;ruhsal,bedensel,beyinsel açlık çok çok daha bir yana...