28 Nisan 2018 Cumartesi

HÂLÂ SANA İHTİYACIM VAR




Hoş geldiniz...



HÂLÂ SANA İNANCIM VAR
-----------------------------------------

  Ulusal basında, kültür sayfalarında bir haber; “ ABBA 35 yıl aradan sonra geri döndü” İçimde bir sevinç… Niçin? Neredeyse benimle yaşıt, delikanlılık zamanlarımıza denk geldiği, bir akrabayı, arkadaşı, dostu, kardeşi özler gibi özlediğim müzik grubunun kapımı çalıyor oluşunu mu hissettim?

  Tutkun olduğum bir grup değildir ABBA. Müzik kulağımın tamamıyla halk kulağı şeklinde kalması; ritmi, tınıları güzel olan her türlü şarkıda iç organlarımdan başlayan bir dirliği hissetmem; belki de özel olandan çok genel olana; tüm şarkı ve şarkıcılara açılan bir pencereden bakıştır benimkisi.

 Bu habere çok sevindim. Değeri, yüzyıllar ötesine varan binanın, doğala yakın onarılıp ayağa kaldırışına sevineceğim kadar sevindim. ABBA,35 yıl aradan sonra geri dönüyor. Aralık ayında kayda geçecekleri iki şarkıdan birisinin ismi; I Stil Have İn You…

 Şarkının sözleri, seslenişi oldukça anlamlı! Bizim öykümüzde; geçmişte de bu tür ilişkilerin mayaları mevcuttur. Yani Türk tipi komşuluk ilişkilerinde de ihtiyaç, muhtaçlık vardır komşuya, eşe dosta. Bir yudum su, yağ, tuz, hatta odunlukta ki balta bile ödünç alınırdı.

 ABBA 35 yıl aradan sonra geri dönüyor, haberine olan sevincim Gordion Düğümünü açmaya çalışanların, bu çalışma sonucu açma ümitlerinin heyecanına yakın bir heyecan gibi, mitolojik, efsanevi ve gizemli bir yoğunluk benimkisi…

Gordion Düğümü, hiç duymayanların bile duyacakları zamanda, heyecanlanacakları bir efsanedir. İçinde Kral Gordion, Kral Büyük İskender de olsa bile; hikâyeyi oluşturan Frigya kâhinleri ve insanlarıdır. İyi bir iz sürücü; değerli bir tarihçi; onları hiç ölmedikleri yerlerden; köy, kasabalardan bulup ortaya çıkartıp ellerinden bile öpebilir…

 Gordion Düğümü, kızılcık dallarından atılan sırlarla dolu bir düğüm… Büyük İskender kılıcıyla kesip atsa, bu düğümü çözen kral olsa bile; onun hikâyesi da ayrı bir trajedi veya kahramanlıklarla doludur.

 Laf aramızda; İnsan dostu olan Kral Gordion, aynı zamanda bizim sıklıkla dile getirdiğimiz Kral Midas’ın babasıdır. Hani kimseler duymasın diye fısıltı ile konuşulan “Eşek kulaklı Midas’ın) Efsanelerin güzelliği; içinde ki insan sırları, beklentileri, erişilmezlikleri dolu olmasıyla ilgilidir.

  ABBA’nın geri dönüşüyle, müziğe, alkışa, yenilenmeye, birlikteliğe duyulan özlemin henüz yaşarken 35 yıl sonra bir daha; bir daha kaidesine çıkıp, yaşamsal seslenişleri, ıslık seslerine kavuşma hasretidir…

Güven Serin 

27 Nisan 2018 Cuma

20 BİN FRANKLIK UTANÇ!


İstanbul Arkeoloji Müzesi-İskender Lahti





              20 BİN FRANGLIK UTANÇ!

OSMAN HAMDİ BEYE MİNNETTARIM

-------------------------------------------------------------

  Osman Hamdi deyince, sanata yakın olanlar dünyanın sayılı müzelerinden kabul edilen İstanbul Arkeoloji Müzesini akla getirirler. Yılda birkaç kez gidilse, sırları çözülemeyecek müze, içindeki eserler; Osman Hamdi’nin sanat bilgisi yanında, uzağı görme becerisinin eseridir de…

  Osman Hamdi’yi az bilenler ise Kaplumbağa Terbiyecisi eserini hemen hatırlarlar. Birisi Pera Müzesinin elinde olan, diğeri özel bir şahısta iki orijinal eser…

  Osman Hamdi tanındıkça daha anlaşılır, daha sevgi, saygı duyulur hale geliyor. Arkeoloji Müzesinin lahitler bölümünü gezdiğinizde bile, o günün şartlarında, Suriye’den, Lübnan’dan, Mısır’dan getirilen bu eserlerin büyüklüğü, güzelliği, zorluğu daha ne anlaşılır.

  Bu eserler arasında başyapıtlar var. Bunlardan birisi de Büyük İskender’e atfedilen o büyük eser; İskender Lahdi’dir.

  Bu değerli eser, halen yerinde duruyorsa; bunu Osman Hamdi’nin fedakârlığına borçlu olduğumuz kadar, kurnazlığına da borçluyuz. Yoksa Zeus Tapınağı-Sunağı gibi çoktan Almanya’ya gitmişti.

  Kayzer Wilhelm Abdülhamit zamanında ticari, siyasi ilişkiler için ülkemize gelmiştir. Sultanahmet’te bulunan o meşhur Alman çeşmesi de bu dostluğun esere dönüşmüş halinin sembolü olarak Almanya’da yapılıp, ülkemize getirilmiştir.

  Abdülhamit, Alman İmparator Kayzer’in ailesi, ekibini eşsiz bir cömertlikle ağırlaması; iki ülkenin dostluğu, kardeşliği adına Abdülhamit kesenin, ülkenin ağzını sonuna kadar açmıştır. Kayzer’in eşi, çevresi Abdülhamit tarafından hediyelere boğulur.

 İmparator Kayzer, eşi ve çevresi Arkeoloji Müzesini de gezeceğinin haberini verirler. Osman Hamdi, müzenin en değerli lahdi olan İskender lahdini derhal tahtalarla çevirtir; güya bakım yapılıyordur.

  Oysa gerçek neden; Kayzer tarafından beğenildiği anda Abdülhamit tarafından derhal hediye verileceğini Osman Hamdi biliyordur.

 Zeus Sunağı; hediye gibi, yine Abdülhamit zamanında 20 Bin franga Almanlara satılmıştır. 20 Bin franglık bir utanç gibidir; tarihin bilgisinden uzak kalışımız…

 Güven Serin 



26 Nisan 2018 Perşembe

BENİM HİKAYEMİ KİM ANLATACAK?





BENİM HİKÂYEMİ KİM ANLATACAK?
-------------------------------------------------------

  İşte tam da burada; yazgı, şans veya çok iyi dostlar giriyor devreye. Yazılan, çizilen ve onların yüce sevdalarından, arayışlarından haberi olan kimse ve kimseler…

  Lanetlenmiş kralın kuş olup, yıllarca uçması, hikâyesini anlatacak, vicdanını kanatan hüzne çare olacak kavuşum; bir kilisenin bahçesinde bulunan ağacın dalında son bulur.

  William Shakespeare,o sözcük cennetini yeryüzüne indirmiş şair bile bu korkuyu yaşamış olmalı! Bu yüzden Hamlet’in zehir dolu kadehi içince, onun acısına dayanamayan dostunun da içmeye kalması üzerine, yaptığı son bir seslenişi vardır;

“ Benim hikâyemi anlatmak için biraz daha katlan Horatio!” Gerçek manada Hamlet’in hikâyesi midir? Yoksa Shakespeare’nin mi?

  Tenin olmadığı yerde, sesin, ruhun gökyüzüne yükselemeyeceğini bilen bir şair-yazardır Shakespeare. Yakalamıştır insanın zaaflarını. İnsana dair bin bir çeşit hile ve kurnazlıkları; öyle bir çekip çevirmiştir ki; insan kaldığı sürece; Hamlet’in öyküsü, Ophelia’nın delirmesi, kralın hayaleti, amcanın soylu hileleri; her daim anlatılacak; duyrulup, sahnelenecek; çünkü insan buna yazgılı; haber verip, haber vermeye…

  Hikâye izleyip, hikâye anlatmaya; dilden dile, insana lazım olan insan kurtlarıyla, başka bir evrime tutunana kadar…

  Bir ses çınlıyor kulaklarımda; hangi zamana; zamanlara ait bilinmez; “ Teninizden ruhunuzu çalacaklar; ruhunuzu yok edecekler…” Bitmez insanın öyküsü! Çünkü evrim ve evrenin hikâyesi olduğumuzu bilim dünyası bilir sadece…

  Ya geri kalan? Değerli büyüklük? Manalıdır onların ki; sünneti, haç zamanlarını, evlilik, dövüş, barış, gurur, gösteriş, unvan törenleri çoktur; bitmez; ama tüketir büyük büyüklüğü…

  Dante ile Vergilius’un dolaştığı yerden bir ses ricada bulunur; Eleni bestelesin, Eleni yönetsin benim hikâyemi; der; gururdan, yüksek insan çıkarları ve korkularından sıyrılmış bir ruhun içinde, hüzünlü bir mutluluğu çoktan keşfetmiş halde…


 Güven Serin 



Eleni Karaindrou - Eternity and a day, at Concert Hall of Athens_Mosighi...





  İcat edilmemişti sözcükler;kötülük hüküm sürmüyordu daha ve tınılar;ezgiler,korkunç buluşmalar,tabiatın kavgaları veya yaşayacak olan gezegene doğru yol alışı;çoktan başlamıştı...




25 Nisan 2018 Çarşamba

SABAH KUŞLARI





SABAH KUŞLARI
---------------------------

  Bilir misiniz; kuşların sabaha ve alaca-karanlığa olan düşkünlüğünü? Alaca-karanlıktan önce ki karanlıkta başlar; Yuva kurmanın o büyük telaşı; onlara baskı yapan sanatsal içgüdü…

  Oysa bilmem ben! Hangi kuşun hangi sesi; ayırt ederim ancak; İsak kuşunun gece ötüşünü. Serçelerin şımarıklığını bilirim; kumrunun, duyuldu duyulacak olan ince, zarif kanatlarının sessiz sesini.

  Oysa bilmem ben; çobanın bildiği gibi çoban aldatan kuşunun ötüşünü. Karatavuğun; bülbülü ile sakanın ötüşünü ayrıt etmekte zorlanırım.

  Sabah kuşları; ninemin sabahın alaca karanlığında kalktığı gibi; çılgın bir ses dansına, renk açılımına başlarlar. Soyludur kanatları. Gökyüzünün rüzgârlarını iyi tanırlar. Oysa sabah kuşları; çalıları, gür ormanı, sakin vadileri severler… Utangaçtırlar…

  İsak kuşu ise; geceyi… Gözlerinin keskinliğidir onu geceye bağlayan, Gündüzün şamatasına katlanamayacak kadar da duygulu, görgülü, öteden beri taşıdığı hikâyeleri vardır. Bir de uçsuz bucaksız…

  Ya sabah kuşları? Bir parça şımarık, hiç büyümek gibi dertleri olmayan çocuklar; Kederli bir kuş var mıdır? Kederi kendine iş sanan bir tek canlı; insan olmalı…

  Bir de kuzeyin, İrlanda'nın folklorunda lanetli bir kralın kuşa dönüşmesi ve ölene kadar tepelerden vadilere, vadilerden ovalara savruluşunun porsuk ağacına tünedikten sonra bir çobanın okuyla vurulup ölen insanın hikâyesi…

    Oysa her borç kapanır bir gün. Telaşı yoktur zamanın! Sabah kuşları gibi beslenme saatine, yuva kurma romantizmine yazgılı değildir zaman. Akışı bile yoktur. Varlıkların evrimleri, yaşam süreçlerini daha iyi kavramak adına serilir önümüze.

 Sabah kuşları; neşeden haber verirler. Şımarmanın, yaramazlık yapmanın, çalılıklar arasında sevişmenin hiçbir zararı olmadığını; üremek ve neslini devam ettirmekten başka…

  Ötüşü dür bülbülün, sabaha olan borcunu ödemesidir… Bir de Gelibolu bülbüllerini dinleseniz; sessiz savaş meydanlarında, bütün bülbüller gibi ötseler de; siz, ısrarla, bu bülbüller başka türlü ötüyor diye iddiaya bile girersiniz; sabahın şafağında; bir başka şafak hainini izlerken…

  Duyuyor musunuz sabah kuşlarının ötüşünü? Oysa bu sabah da duymadık; duyamadık sabaha kavuşmalarını. Neleri duymuş olabiliriz? Öfkeleri, kinleri, alacak-verecek hesaplarını… Ne çok şey duyuyoruz da, sabah kuşlarını…

 Bu yüzden yüzyılların, yani zaman dediğimiz kafirin eskitemediği mağaranın içinden seslenir Shakespare; “ Kulağını ver çevreye, sesini değil!”

Güven Serin 

24 Nisan 2018 Salı

BEN GENE SANA VURGUNUM;HEEY...


Kamera; Güven Kumbağ-Tekirdağ

Bir varmış bir yokmuş...Bir medeniyet varmış,
diğer medeniyetlerin hemen yakınında...

Şafaktan süzülen kızıllık;akıp giden sınırsız zaman
ve hiç durmadan genişleyen evren...
Ya insancık? Mülkiyetin deli ve divanesi olmuş
o muazzam şaşkın,budala canlı...

Kuşların en heyecanlı zamanı;yuva kurma
besteleri;büyük yarış...


Gezi arkadaşlarım; Yunus Usta ve Bülent...
Gücümüz,grubumuzun küçüklüğünden geliyor.
Oysa,ne çok insanla doğada şenlenmek ister insan...


Kamera; Bülent

Kumbağ-Tekirdağ

Leyaklar;yörenin öz çocukları mı;yoksa onların tohumlarını oraya
bir kuş mu getirdi? Bilinmez;yörenin yamaçları çoktan
kucak açmış bu çocuklara...


Kamera; Güven Kumbağ-Tekirdağ
Ben gene sana vurgunum...

Yamaçların bonkörlüğü,yaşama olan düşkünlüğü;
ben gene sana vurgunum;heeey...Heey...


Kamera, Bülent  Kumbağ-Tekirdağ

Tabiatın sofrası-masası,sandalyesi;yaşlı kayalar...

Heey;ben yine sana vurgunum;lay lay lay lay lay....


Kamera; Güven  

Deli bir ressam,fırçasını sürmüş olmalı bu diyara.

Kavak ağaçları;bir ağaçkakan sabah çalışmasını,
bu yılın yuvasını inşa ediyor...



Kamera; Güven     
Yunus Usta ve Bülent...


Kamera; Güven   Kumbağ

Önde ayva ağacı. Hemen arkada kavak;buğdaylar-ekinler...
Gün yine ışığı doğurdu;ışık yasladı kendini toprağa,yamaçlara,
tepelere...

Ben gene sana vurgunum;heeey...Minnetle Nükhet Duru;
selamla,muhabbetle... 


















20 Nisan 2018 Cuma

NASILSIN?





NASILSIN?
-------------------------

  Adettendir, meraktan ve alışkanlıktır; Nasılsın diye sormak. Kuru, buz gibi bir “iyiyim” cevabı verilse de hafif deşeriz. Deştiğimiz le kalır her şey… Kanattığımızla, yorup, üzdüğümüz le…

  Oysa nasılsın-dan önce ne çok şey vardır; insanı tahlil etmek için. Ne çok şey; arkadaşımızı, dostumuzu bilmek adına…

  Erkin Koray böyle bir anı irdeler şarkısında. Nasılsın Hemşehrim? Sorusuna; “şöyle böyle” der; geçiştirir, kendince. Barış Manço ise kendi felsefesiyle ikide birde sorulan; “ hemşehrim memleket neresi?” sözcüklerine okkalı bir cevap misali; “ Bu dünya benim!” diyerek geçişini yapar…

  Yine öyle bir zaman dilimi içinde bir nasılsın;kuruluğuna yazarlığın ve felsefemin diliyle cevap vermek istedim.

  Nasılsın? İçimde ki faylar kırıldıkça tohum ekmekle meşgulüm… Nasıl yani? Öyle! (…) Yaşam, kuru sıkı atmaya benzemez. Sade ve her daim yaşatmaya dayalı oksijen sunar gökyüzü ve ormanlar…

  Sebep çoktur yaşamın ilerleyişine doğru yürümeye. Oysa yaratılan milyonlarca sorun, acı; korkunç bir yük oluşturur insancıkların medeniyetine…

  Sordukları sorunun cevabını almaya üşenen, duyduklarının altından kalkamayacağı için kaçış palanlarını; “dert etme kendine” kuru moral ile geçiştiren yürüyen yığınlar…

  İlim dünyası haykırmaya, cevap sunmaya devam ediyor; kırılan faylar öldürmez! Cehalet öldürür… Kırılan fayların geçtiği yerlere bir bakın; milyonlarca geriye. Vadiler, bereket fışkırır. Niçin? Doğa da, sanatçılar gibi faylar kırılırken tohumlar eker…

Güven Serin 

19 Nisan 2018 Perşembe

HIRSIZLAR MAĞARASI ve BİR FİLM (TANGERİNES)


Filmden bir kare; minnetle...



Dr. Muzaffer Şerif;minnetle...


                          HIRSIZLAR MAĞARASI ve BİR FİLM(TANGERİNES)


  
  Dr. Muzaffer Şerif’in kuramı; Hırsızlar Mağarası; yani, Gerçekçi Çatışma Teorisi, bir filmle, filmden öte insanlığın öyküleriyle iç içe, kendini ispatlayan, doğrulayan bir aşamadadır.

  Yönetmen Zaza Urushadze’nin ödüllü filmi Mandalinalar, Muzaffer Şerif’in teorisinden yola çıkılarak 1961 yılında iki gruptan oluşan çocuklarla (11–12 yaş) deney; Gruplar, Çatışmalar ve Sürtüşmelerin ortadan kaldırılması üzerinedir.

  Gürcistan Estonya ortak yapımı olan Mandalinalar (Tangerines) filmi, propaganda olmaktan öte geçer. Film, tam da burada sanatsal bir kimliğe bürünür. Gerçek sanatın özünde vardır; her yerde yaratacağı algı; aynıdır. İnsanın doğasında olan şey; doğal olanı algılamak; hissetmek…

 Doğamızda olan başka şeyler de var. Sınırlar çizmek; durmadan… Bölünmek, ele geçirmek ve üstünlük sağlamak. Yani en üste bulunmak… ABD Başkanı Trump yakın zaman önce konu Suriye olunca;”Füzeler geliyor; yola çıktı!” Ve büyük gösteri; füzelerle mesajını verdi.

  Bilinen şey; füzelerin insanlık için yola çıkmadığı… Tam tersi olsaydı; Mandalinalar filminde ki gibi; Ivo karakterine can veren ihtiyar; Lembit Ulfsak; Dr. Muzaffer Şerif’in teorisinin nasıl işlediğini eğrisiyle, doğrusuyla bize anlatacak, ispatlayacaktır.

 Bir film, film olmaktan öte geçer; gerçeğin en kaba, en kara, en katı yüzüne dokunursa; inanın bana; sesli ve sulu bir şeyler yapmanız mümkün. Yani; sesli ağlamanız… Bu ağlama, filmin ortaya çıkarttığı saf gerçekler olmaktan öte; içimizde gömülü olan suskunluklar, zavallı zalimlikler ve her şey; temizlenmek için kendini koy veriyor…

  Bugünün bilgi ortamında kimseye tavsiye yapacak durumda değilim. Yazının, yazmanın soylu hatırına, kendi gelişimimi, ruhsal ve bedensel sağılımı dengede tutma biçimi olarak gördüğüm bu uğraş; yaşadığımız şehre, bölgeye, ülkeye olan inancın borç ödemesine dönüşme teorisine dönmüş durumda.

 Kendimizi en çok sakınacağınız şeylerin başında geliyor; kirli bilgiler! Kitaplar, sinemalar ve daha nice reklâm, propaganda; Amerikan füzeleri gibi saldırmaya “neden” arıyor.

  Bu arada, yeterli eğitim, görgü, bilgi; yani sağlam ve dayanıklı bir sorgulama durumumuz olmadığı için 35 Avrupa ülkesi arasında yapılan araştırmada sondan ikinci durumdayız. Yani yalan, yanlış haberlere inanma ve kanma konusunda…

 Burada bu bilimsel gerçekleri hatırlatırken; seçici bir durum içerisinde en büyük yatırımın kendimiz olduğunu bir kez daha yazmak hassasiyeti içindeyim. Milyonlarca bilginin içinden çıkabilmek ciddi başarı istiyor. Bunların kaçta kaçı; doğru ve sağlam bilgidir? Bunun cevabını verecek olan; yine biziz…

  Bir kere şunu hatırlatmakta yarar var; ne bir kitap, ne bir film veya tiyatro, konser; zaman öldürmek için izlenmez, okunmaz… Ölmeyi baştan kabul eden bir düşünce; her an kandırılmaya zemin hazırlamaz mı?

 Biz yine Dr. Muzaffer Şerif’e dönelim! 1945 yılında bir Amerikan uçağına bindirilip ülkesinden nazikçe koparılan bilim insanına! O yıllar ve izleyen zamanda; bize sığınan Alman bilim insanlarını da nazikçe çalan ülke Amerika değil midir? Onları kaçıran ülke; bizim ülkemiz! Nice büyük uygarlığı kaçırdığımız gibi…

 Dr. Muzaffer Şerif Ödemiş doğumludur. Psikoloji alanında eğitim görmüştür. Bugün gelinen noktada dünya çapında tanınan birisi olması; Amerikan vatandaşı olmasına bağlıdır. Bütün imkânlar önüne serilmiş! Bir teki hariç; ülkesinden uzaklarda bırakılmak…

 Mandalinalar filmi ayrı bir güncelleme yapıyor. Yakın zamana25–30 yıl öncesinin komşu savaşlarını; Gürcü ve Abhazların öyküsünü ve anlamsızlığını Ivo karakterine can veren yaşlı adamın ölene kadar unutmayacağımız duruşu ve içimizde ki derinlerde ki fay kabuğunun kırılışını duymanız, büyük sarsıntıyı hissetmeniz an meselesi…

 Çingeneler Zamanı filminde ki çingene kadın; Ljubica Adzovic nasıl etkiliyorsa insan ruhunun dip kısımlarını; Ivo isminde ki yaşlı Estonyalı da öyle…

 Sinemanın sanata dönüştüğü an;100. Maymun Teorisi de kendi içinde dönüşüm yaşıyor. ;Aynı anda, milyonlarca insana izletsen; milyonlarca ortak hissediş yakalar; o büyük fayın kırılışının seslerini; büyük, göksel, anıtsal bir korunun ağıtları biçiminde tarihe kayıt edebiliriz.

 Film ve Dr. Muzaffer Şerif’in öyküsü devam edecek; etmeli de! İnsanlığın bu büyük bilgi girdabında, devasa okyanuslarda; bu tür filmlerin, teorilerin oluşturduğu yaşam adacıklarına ihtiyacı var…

  Filmi ve teoriyi iyi anlarsanız; bu büyük derya içerisinde sığınacağınız adaya da adım atacaksınız. Bir farkınız olacak bugünün yerleşimcilerinden; pafta, parsel, işgal, intikal ve ölüm için değil; size ait bir yudum yaşamın kırıntılarının bile farkına varmış olduğunuzun muazzam zaferi içinde ada esintisine, kuş ve rüzgârın sesine doğru yürüyeceksiniz.

 Güven Serin

  


18 Nisan 2018 Çarşamba

DOĞAL BİR FENOMEN(GÖRÜNGÜ)


                                     


DOĞAL BİR FENOMEN
---------------------------------


  Meğer bilmediğimiz ne çok şey varmış! Bazı insanların; özellikle cellât ve  bazı ilim insanların haricinde çok az insanın bildiği özel, gizemli olaylar…

 Bu işin bilimsel tarafı ortaya çıkmadan önce kim bilir neler üretildi bu konuda? Sabırsızlandığınızı biliyorum. Hangi konuda? Bir insanın idamı; yani asılma anında, çok hızla kırılan omiriliğin, insan bedeninde oluşturduğu fonemenden söz edeceğim.

  Bilirsiniz; dizilerde, sinemalarda, basında rastlamışsınız; bazı ülkelerde insanlar birbirine kızınca, hakaret karşılığı olarak parmak işareti yapar. Cinsellik ve yaptırım içerir. Acı vermek ister karşıda ki insana…

  Ya ölü bir bedenin yanında, çok yakınında ve sizin ellerinizle öldürülmüşse? Her şey bitti, bütün günahlar temizlendi derken; o kişinin tenasül organının dimdik hale gelişine ne dersiniz?

  Muhtemelen birçok cellât, lanetlendiğini düşündü. Bir ölünün tenasül organının, her şeyin bittiği, salındığı bir anda, ortaya çıkıp karşınızda dikilmesi hiç de normal bir şey değil…

  Bu olay,20.yüzyılın başında İrlanda edebiyatına yansımış; bir edebiyatçının yeteneklerinin, görgü ve bilgisinin ne kadar çok olursa, anlatacağı öykülerin de zenginliğinin o kadar geniş ve derin olacağı bellidir.

 Bizim Joyce de öyle bir insan; yani zengin olanlardan! Tıp okumuş; mitolojinin en sapa yerlerinde dolaşmış, biyolojiden haberi var. Sanki hiçbir şeyi pas geçmemiş gibi…

  Bu konuyu o aydınlatınca bende rahatladım en azından… Yoksa kimbilir neler uydurabilirdim! Yalan bir haber mi, yoksa evrensel veya tanrısal bir ceza mıdır, cellât veya cellâtlara?

  Gelelim, ölen kişinin aletinin; af edersiniz, tenasül organının ölünce niçin dimdik olduğuna! Bu işin Latince anlatımı; carpora cavernosanın! Bu işi ortaya çıkartan bilim insanı da; Herr Profesör Luitpold. Joyce böyle bilgilendiriyor.

  Gelim ölüm anına; idam sırasında; omirilik kopması, ani kırılma yaşanınca, bir uyarılma oluyor; yani yumuşak dokulara dolan kan sayesinde hızlı bir kabarma yaşıyor. Tenasül organı da bu trajik olay karşısında, dibdiri bir vaziyet alıyor. Sanki son bir istekte veya cellâda haddini bildirme dikilişi yapıyormuşçasına…

 Bu görüngü(fenomen) karşısında; vay canına be! Dedim. Bilginin, öğretilerin sonu; ucu bucağı yok…

Güven Serin 


16 Nisan 2018 Pazartesi

HAYAT SUYU



HAYAT SUYU
Büyük İskender Fars edebiyatına göre hayat suyunun peşinde koştu;yani ölümsüzlüğün ama başaramadı. Bunu başaran iki kişi; Hızır ile İlyas...
Şehrimizde 2017 yılı içerisinde yapılan heykellerden birisi mültecilere adanmıştır. Onların öyküsünü anlatır. Onların aradığı ölümsüzlük değil,tam aksine,yurtlarını bırakıp gittikleri Avrupa Medeniyeti,daha insancıl yaşamaktan başka bir şey hiç değildir.
Bu eserde ki hayaletimsi kişiler,kayık bir türlü hedefe ulaşamayan Akdeniz'de batan teknelerde boğulan insanları anlatır...Öykü,isimler,kıtalar değişse de;2350 yıl önce doğu da aranan hayat suyu,bugün batı da aranıyor.
Güven Serin






HESAPTA OLMAYAN-KÖRÜN TAŞI




KÖRÜN TAŞI-HESAPTA OLMAYAN
---------------------------------------------------------



   Celal Üster, yazı hayatında ki 50. yılını yine bir üretimle taçlandırmış. Körün Taşı ismi kitapta;50 yıl boyunca gazete ve kitap eklerinde yayınlanan çalışmalarını bir araya toplamış. Bu değerli haberi Ceren Çıplak Drıllat’ın köşesinden öğrendim.

 Öğretilerin sonu yok! Celal Üster’in yazı, edebiyat hayatında ki 50 yılı, 80 çeviri yapması, onları Türkçeye kazandırması, okuyucuyla buluşturması apayrı bir değer, ödül ve onur…

 İşin bir başka gerçeği; Bu yazar; Celal Üster 50 yıl boyunca yaptığı çevirileri sol elin işaret parmağıyla yazarak yapmış. Yani daktilonun tuşlarına dokunan tek parmak; sol elin işaret parmağı olmuş.

  Üretmenin biricik zevki, on parmak varken, bir parmağa düşen koca bir ömrün edebi, felsefi yükü; coşkusu… Diğer parmaklar bir başka alanda görevlerini fazlasıyla yapsalar da, sol elin işaret parmağının ayrıcalığı hiçbir parmağın göremeyeceği kadar fazla ve değerli.

Görgünün, bilginin vazife aşkının mazeret üretmek yerine tek bir parmağın bile neler yapabileceği, anlatabileceği ortada…

  Kitap oluşturulurken arkadaşı Semih Poroy’da boş durmamış. Kitaba katkı vermek için bir karikatür çizmiş. Kitap kapağında bir adam ve önünde daktilosu duruyor. Daktilonun da tek tuşu var; yazarın tek parmağıyla yazmasına uygun bir anlatı…

  Elli yıl boyunca çevirilerden ne öğrendim sorusuna, Celal Üster şöyle cevap veriyor;

“ Kendi daracık dünyamın ötesinde koskoca bir dünyayla tanıştım, en iyi yazarların düş evrenlerine yelken açtım, yarattıkları karakterlerin ruh derinliklerinde yolculuklara çıktım. Daha ne olsun?”

  Bu kitabı henüz okumadım. Hissettiğime gelince; sadece elli yıl, sol elin işaret parmağının emeklerini değil; yüzyıllar, hatta binlerce yıl ötesine uzanacağınız bir derinlik; yer çekimini zorlayan bir yükseklikle karşı karşıya kalacağız.

 Yetersizliğimizi, yetmezliğim izi, kuru; kupkuru sancılarla meşgul olurken, harika ömür ve ömürleri nasıl da bilinçsizce yok ettiğimizi görüp korkup kaçacağız

 Güven Serin 




12 Nisan 2018 Perşembe

Fazıl Say - insan insan / Muhyİddİn Abdal (Lyric)





  Değerli bir eser;ısrarla dinlenecek güzel bir süzülüş;belki de ruha bir sızma çalışması;değerli ve kıt olana...

BİR RESİM,BİN FİKİR...


OSMAN HAMDİ


OSMAN HAMDİ-PERA MÜZESİ
                                             

BİR RESİM, BİN FİKİR

  
Yaklaşık 2,5 metre boy,1,5 metre eninde ki tuvale 1906 yılında bir resim yapıldı. İhtiyar bir adam; beli hafif öne bükülmüş, üzerinde dervişlerin giydiği kırmızı bir kaftan… Başında ki kalpak Mardin yöresi insanını hatırlatan türden…

  Günümüzden 112 yıl önce yapılan bu resmin yolculuğu da ayrı bir hikâye… İhtiyar adamın hemen önünde ayakları dibinde ki kaplumbağalar önlerinde ki yeşilliklere değil de yaşlı adamın ayaklarına bakmaktalar. 

 Sırtında bir davul; nakkare veya kudüm olduğu sanılar ve arkasına uzanan ellerinde bir ney; üflemeli bir çalgı aleti. Sırtında ki kırmızı kaftan ve 64 yaşında olduğu halde beli bükülmüş yaşlı bir adam, kaplumbağalara eğitim vermekten öte; düşünceli…

  Bedeninin yaşlı oluşundan mı, yoksa yılların yorgunluğu, bıkkınlığı mı; bu duruşta her şey saklı… Bir vazgeçme veya küçük bir umudu alevlendirecek dervişane bir duruş… Bu resimde ki figür; Osman Hamdi'nin kendisi;64 yaşında; ölümünden dört yıl önce yapmış olduğu tablolarından birisidir.

  Osman Hamdi bir yıl sonra bir kopyasını daha yapmıştır. Kaplumbağa Terbiyecisi en tanınan eserlerden birisidir. Bir de en pahalı olanlardan… 1906 yılında yapılan tablo; tam olarak hangi yolculuklardan geçti bilinmez! Bilinenler ise ayrı bir anlam taşıyor; insan sosyolojisi, psikolojisi adına.

  Resmin tasvirini yapacak olan insanın; sanat, tarih, sosyolojik bilgisi ne kadar fazla, derinse eser de o kadar çok kapı aralayacaktır. 1906 yılının başlarında yapılmış olsa da, resmin geçtiği yer; Bursa Yeşil Cami'nin ikinci odasıdır.

  Eski, sıvaları dökülmüş bir oda; aynı zamanda Osman Hamdi'nin yaşlı ve yorgun halini anlatıyor. Yeşil Caminin üst kat odası viran lığı simgeliyor ama üzerinde taşıdığı sanatsal izler; Türk taş işçiliği, çinileri ve eski uygarlıkların yapılarından alınan taş ve sütunlar; kadim geçmişi bir arada, büyük bir sükût eşliğinde karşı karşıya getiriyor.

  Osman Hamdi’nin eserini Yeşil Caminin üst odasında yapması, Yeşil Caminin tarihsel ve sanatsal bir karaktere bürünmesinden mi, yoksa bu caminin yapılmasına öncülük etmiş, desteklemiş Çelebi Sultan Mehmet’in varlığımızın sebebi sayılan fetret devrini sonlandırıp, Osmanlı İmparatorluğunun yola devam etmesi için ortaya koyduğu büyük çabaları da mı öne çıkartmak istiyor?

  Hepsi, sanata, sanatçıya; tarihe olan düşkünlüğümüzün düşlerinde saklı… Eserin bulunduğu alan;1419 yılının Aralık ayında tamamlanmış; Külliye olarak hizmete açılmıştır. Günümüzden 600 yıl önce külliyelerin toplumların hayatında, önemli yerleri vardır. Sosyal, kültürel, eğitim ve dini amaçları bulunan bu yerlerin birisi de Bursa Yeşil Cami ve Külliyesidir.

 Osman Hamdi seçtiği eseri, diğer eserler, anlatmak istediği hikâyesini diğer öyküler; yaşanmışlıklarla harmanlamış bir filozoftur…

  Belki de kendi zamanında ki çöküşe dikkat çeken, yaklaşan sonu; kaplumbağaların ağırlığı, duraklamaları ve çok şey öğretilemez; terbiye alamayacak canlılar oluşlarına, harcanacak çabaların nafile bir çaba oluşuna da dikkat çekmek istiyor…

 Bu ülke, bizler; Osman Hamdi gibi değerlere çok şey borçlu! Bugünün paha biçilemez İstanbul Arkeoloji Müzesi de öyle! Müzenin alanına gittiğimizde, onun düşüncesini, anlayışını yansıtan çok şeyin serpiştirildiğini, ülke insanına ve dünya uygarlıklarına akacak bir medeniyet kavgasını, uğraşını sanatı, felsefesiyle verdiğinin ayak, el, düşünce anlatımlarını görebilirsiniz.

 Yolunuz Pera Müzesine uğrarsa; orada bir eser bekliyor olacak sizi. Pera’nın hangi inanç ile kurulduğu; Suna İnan Kıraç Vakfının da Osman Hamdi yolu ve yolculuğunda ayrı bir öncü olduklarına da tanık olacaksınız.

 Aynı zamanda, bu resme-esere bakarken, Bursa Yeşil Camine, oradan Türk taş oymacılığına, hat sanatına, ahşap oyma sanatına, çini işlemeciliğine ve geçmişte kalan uygarlıkların izleri olan camiye konmuş sütunlara kadar…

  Bu cami ve külliyeyi yaptıran Çelebi Mehmet’in çabalarını, ileri görüşlülüğünü de pekiştirme, zenginleştirme ihtiyacımız doğacak…

  Bir resim; bin fikir demek, düşünce kısırlığından, kabalıktan, düştüğümüz kara girdaplardan kurtuluş demek; yaşamın iksirlerinin, bilinmezler inin açığa çıkışına tanıklık etmek veya onlara dokunmak el sürmek anlamını da taşımıyor mu?

 Güven Serin  



11 Nisan 2018 Çarşamba

TAM YOL İLERİ


Destek,protesto bu kadar mı güzel anlatılır-yapılır?

Sayfalar dolusu söz söylense,yeterli olmazken;
bir çizgi-karikatür bu dönemi olduğu gibi
bütün dönemlere taşıyacak beceriye sahip.
Musa Kartı kutluyorum... 


10 Nisan 2018 Salı

DİXİ ET ANİMAM LEVAVİ


Kamera; Güven Mürefte-Şarköy



 DİXİ ET ANİMAM LEVAVİ 
------------------------------

  Dünya insanı hayvan isimleriyle insana seslenmeyi seviyor. Trakya insanı ise daha da seviyor. Neşeden, şamatadan kırılıp geçen grup; yan masada bulunan 5–6 kişi; yanlarından az önce ayrılan genç adam için “Engerek Yılanı”yakıştırmasını yaptılar.

 Bu söze, benzetmeye o kadar çok güldüler ki gülüşlerinde ki eziyeti, alçaltıcı imhayı anlamamak mümkün değil…

  Oysa az önce genç adam yanlarında, şimdi onlardan yüz metre ötede bir başka işle meşgul oluyor, duruşunda artistik bir görüntü ve diğerlerine göre daha genç oluşu; benzetmeleri engerek yılanına kadar uzandı.

  Popüler arkadaşlıkların zoraki birliktelikleri, altyapı, görgü, sağlamlıkla beslenmediği sürece, bu serüven her daim aynı şamatalı gülüşlerle, halk değimi; dalgalarla geçmeye mahkûm…

  Ciddi görünüşlü, temiz-pak üstlerimizle, hiçbir şekilde ciddi olmayan tutarsızlıklara yelken açarken, hızla yalnızlaştığımız, fakirleştiğimiz de ortada. Toplumsal faaliyetler, insani tutarlılıklar yok olmaya, kemirilmeye başladı mı, ona dur diyecek yeterli faaliyetleri, duyarlılığı da çağırmıyor, ona emek harcamıyorsak; kendi cezamızı kendimiz kesiyoruz da haberimiz bile yoktur…

  Engerek yılanına benzetilen genç; yılanın soğukluğu, zehirliliği, kıvraklığı ile cezalandırılır, üstüne üstelik harika bir cümbüş konusu oluyorken, grubun üyeleri çok iyi biliyor ki; içlerinden birisi uzaklaştığı an; bir başka benzetme de kendisi için yapılacak…

 Son sözümü Latinlerin bize bıraktığı mirastan yapacağım; “ Dixiet animam levavi”, “ Söyledim ve ruhumu rahatlattım.”

 Güven Serin 






9 Nisan 2018 Pazartesi

LP - Lost On You (Türkçe Çeviri)





İstanbul'dan Laura Pergolizzi;sesi,felsefesiyle geçti gitti...

DOĞA UYANIYOR;KİRAZLAR ÇİÇEK AÇTI


Kamera; Güven

Bir bölge;üç iklim...Tekirdağ yöresinin Ege iklimine kur
yaptığı yer; Mürefte Bölgesi;kiraz ağaçları;çok çalımlı
ve alımlılar...


Kamera; Güven 
Önce havaya,sonra suya ve daha sonra karaya
düşen,gönderilen üreme hakkı...Duyumsamışlar
değerli ısınmayı;köklerden dallara ve o mucizevi
meyveye doğru;yolculuk başlamış.




6 Nisan 2018 Cuma

KALABALIĞIN PARÇASI OLMAK!






KALABALIĞIN PARÇASI OLMAK
----------------------------------------------

  Kalabalıkların ucu bucağı yok gibi şehirlerimizde. Kırk yıllık göçler, plansız şehirler; insanların en güzel zamanlarını bile sıkıntıya sokan, araç gürültüleri, trafik tıkanıkları; yaşamı, yaşamlara ait değerli kentlerimizi yaşanmaz hale getirdi.

  Yolun sonu görünmüşe benziyor. İmkânı olan; bu güzel yerlerden sıvışmanın, kaçmanın yolunu; yollarını arıyor. Ne garip bir çelişki! Mimariye, mühendisliğe, felsefeye, sanata duyulmayan saygı; sadece inşaat sektörüne duyulursa; ortaya çıkan koca bir kaos…

  Bir oyunda; Çehov’un bir çalışmasında göze çarpan bir konuşma;

“Doktor, yurt dışında en çok hangi şehirden hoşlanıyorsun? – Cenova’dan. Neden?- Çünkü orada sokakları dolduran kalabalıkta insanı çeken, etkileyen bir şey vardır. Akşamüstü otelinden çıktığında, sokakların insanla dolduğunu görürsün. Sen de bu kalabalığa karışır, onunla kaynaşır, belirli amacın olmadan, gelişigüzel dolaşır durursun. Kendini bu kalabalığın parçası hisseder, evrensel bir ruhun varlığına inanmaya başlarsın…”

  Sakin olma zamanı gelmedi mi? Şehirlerimizle, zanaat ve sanatla barışma zamanı? Doğayla, ormanlarımız, vadilerimizi, su yollarımız, denizlerimiz, ırmaklarımız ile ilmi, gönüllü bir sürece tutunmak zorundayız.

  Yoksa doğanın ve yaratıcının hiç acelesi yok. Yok, oluş ve yok ediş hakkı saklıdır… Bu büyük kandırmaca, yağma olayı;21.yüzyıl ile son bulmalı! Denendi ve görüldü; en büyük, en zorlu, en aşılmaz kaleler, krallıklar yıkılıyor; çürüyor…

  Oysa ustaca, hünerle yapılan nice yapı; 3,4,5 bin yıl öteden bugüne el, kol uzatıyor… Bir hikâye-duruş sergiliyor…

 Bağış Erten, bütün bu kargaşanın içinden sesini duyurmaya çalışıyor; “ İyi Gazetecilik Yavaştır!” diyor. Yavaş, sakin, doğrulamış, irdelemiş, kanatlanmış haberlerin tadını damağımıza sunuyor.

   
Güven Serin