30 Kasım 2017 Perşembe

KADIN KALÇASINA ŞAPLAK ATMAK

Augeste Renoir



KADIN KALÇASINA ŞAPLAK ATMAK!
--------------------------------------------------

  Kadın ve kalça, yan yana gelince biz erkeklerin gözlerinin yerinden çıkıp, dürtülerinden yayılan kanın sıcaklığı karşısında doludizgin olduğunu düşünüyorum.

  Aynı düşünceyi taşıyan Fransız ressam, heykeltaraş; günümüzden 150 yıl önce kadın kalçaları üzerine yapılacak resim için şu düşünceyi dile getiriyor;

“ Eğer tablodaki kadının kalçasına bir şamar aşk etmek arzusunu duyarsam, bu tablo artık olmuş demektir.”

  Bir kadın kalçasının güzelliği, yüceliği; bir sanat olayının ortaya çıkıp, ruhsal ve psikolojik olarak kabul görüşü; yani, zanaattan sanata dönüşümü de böyle bir şey olmalı…

  Yıllar önce; İstanbul Üniversitesi Avcılar yerleşke çay salonunda bir resim gördüm. O zaman uzunca baktığım resim, Fransız ressam, heykeltıraş Renoir’in olduğunu bilmiyordum. Bildiğim, hissettiğim tek şey; o tablonun karşısında ayrı bir hissiyat içinde sessizliğe, dönüşüme uğradığım.

 Sonra, hissettiklerimi, sıradan sanat görgüm ışığında gazetemizin köşesinde yazmıştım. Şimdi, Pierre Auguste Renoir’i tanımaya başlayınca, o resmin ona ait olduğunu öğrendim. Tekrar, yıllar sonraya, yine o tablonun sosyolojik, psikolojik, edebi anlatımına yaklaştım.

 Tablonun ismi, Tekne Gezintisi Öğle Yemeği Tablosu… Üniversite Yerleşkesinde bu tablonun kopyası asılıydı asılı olmasına, ama ismini, sanatçının anlatmak istediğinden çok, kendi anlatımımı aktardım gazete köşesine.

 Tabloda ki resim; hali vakti yerinde ki şehir insanlarını, birlikte çıktıkları tekne gezintisinde uğradıkları lokanta da yemek yerken, bir birlerine duyulan hissiyat, giyim, kuşam, yiyecek ve içecek zevklerinden tutun da, gün ışığının, gölge yerin insan bakışına yaratılan üç boyutlu çalışmanın zevkini görmek mümkün.

  Yemekte kimler yok ki? Bir defa, iyi düzenlenmiş, içki şişeleri, zengin meyve tabakları olan bir masa. Aynı zamanda sanatçının sonradan evleneceği sevgilisi Âline Charigot, küçük köpeğinle oynamakta.

  Bu tablo için kritik yapanlar şöyle söylüyor; “ Nazik Kaos”

Mavinin, turuncunun, laciverdin; renk ve desenlerin, ruh ve bedenlerin anlatımıdır bu eser…

 Güven Serin 


29 Kasım 2017 Çarşamba

MEŞE KRALLIĞI;ELMALI...


Elmalı-Malkara-Tekirdağ
Taş ve ahşap mekan;buranın marifetli insanları kadınları
tarafından işletiliyor.Marifet,lezzet ve samimiyet...


Kamera; Güven Elmalı

Taş mekanın içerisi...


Kamera; Güven

Arka planda ki dağlar;tamamıyla meşe krallığına aitler...


Kamera; Güven 
Meşe Krallığının misafiri olan sedirler;kırk yıl
önce ekilmişler bu topraklara. 


Kamera; Güven

Gezi,dağlar akla geldiğinde dostlar da 
geliyor; Erdem,Yunus Usta ve Bülent


Kamera; Bülent

Olmak,varlığını hissetmek;rüzgarı,yağmuru
hisseder gibi;yürüyüşe etki eden iradeyi,
beyin iletişimine karşılık veren,kol,
bacak,kalp,kan hücrelerini;hissetip
selamlamak,doğal dizilimin,seçilimin
ve evrimsel yürüyüşün yaşamlarını...
                                               

                                 MEŞE KRALLIĞI; ELMALI…


  Eski ismiyle Elmalı Köyü; şimdiki ismiyle Elmalı Mahallesi. Kırsal Kalkınma Projeleri içerisine olmuş; dâhil edilmekle çok çok iyi yapılmış değerli bir yer.

 Buraya Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi Tarımsal Kalkınma Dairesi Başkanlığının birçok hizmetinin yanında; onarılan taş mekân; şimdi turizmin hizmetinde. Muhtar Hasan Bey’in eşi Sebahat Hamının önderliğinde, mahallenin altı kadınından oluşan çalışanlarından üç kişiyi kahvaltı esnasında tanıdık.

  Yörelerimizin, yörelerimizin insanının her alanda başarılı olabileceğini görmek adına, sadece Elmalı Mahallesi bile önemli bir sorumluluk üstlenmiş. Bu diyar, yüksek rakımlı yaşam alanı geçmişi Rumlara kadar gittiği bilinse de; Romalı Latin şair Gaus Valerius Catullus’un gözüyle; binlerce yıl önce edebi dünyanın içine dâhil olmuştur.

 Latin şair, buradan söz ederken; Trakya’nın yabanıl ormanları diye konu edindiği dağların, ormanların diyarı; o zaman ki insan azlığı, teknolojik gelişimi sayesinde; ıssız, masalımsı, destansı ifadelerle anılmayı hak ediyordu.

 Şimdi, bu diyarlara, doğanın yakınlığı kadar, medeniyetlerin yakınlığı, yaklaşımı sağlandı. Elektrikten, suya, telefona, yola kadar her şey var… Bir şey eksilmeye başladı; İnsan… Tabiatın, meşelerin krallığı olan bu diyarlarda; insan kıt hale geldi.

  Var olanların bu değerli yerlerde kalması, kent dünyası için, nefes almak, ruhsal takviyeler adına şanstan öte, kaçınılmaz bir zorunluluk gibi görünüyor.

  Bu seferki sosyal, kültürel ve gezi mangamız dört kişiydi. Yunus Usta, bizi onurlandıran Mali Müşavir arkadaşımız Erdem Özcan ve Bülent Yorulmaz… Heyecan büyük; yöreyi tanımak adına, yaşayacağımız birçok şey; ilk olacak…

  Elmalı Mahalle Muhtarı Hasan Beyi önceden arayıp, dört kişinin kahvaltıya geleceğinin haberini verdim. Taş mekânın sobasından göğe odun dumanı yükseliyor; kalkınma hamlesini başlatmış olan temiz yüzlü kadınlarımız görevlerinin başında bizi bekliyorlar.

  Ahşap kapıyı açıp içeri girdik. Ahşap tavan, taş duvarlara yakışmıştı. Duvarların beyaz sıvası yerine, taşın izlerini de görmek daha iyi gelecekti! Ninelerimizin diliyle; içeride peçka yanmaktaydı. Bazı yörelerde Maşinga, Kuzine denen o muhteşem ateş, üretim aleti…

  Dikdörtgen biçiminde ki binanın, her iki kenarına konan sedirler; taş ve ahşap mekânla aynı amacın bütünlüğü içerisinde. Bize hizmet sunan kadınlarda; kırk yıl önceki insanlarımızın samimi, sadeliğini ve sıcaklığını gördüm.

 Kazanacakları ücretten çok öte; paha biçilmez bir samimiyet, sadelik ve temizlik. Aynı annelerimizin, ninelerimizin, yenge, teyzelerimizin görüntüsü; hiç zaman akmamış gibi; tertemiz ve taptaze gözler önünde.

  Elmalı Mahallesi, on köy projesinden sadece birisi! Kalkınma adına, doğa sporları, organik yaşam ve turizm adına; Tekirdağ'ın Uçmakdere,Gaziköy gibi öncü kültür turizm koşucularından sadece birkaç yöremizdir.

  Tekirdağ insanı kendi değerlerini, coğrafyasını tanıdıkça, yöresinin paha biçilmezliğini, ulusal ve uluslar arası sahada, o büyük turizm, kültür yarışında çok önlerde olabileceğini de görecek, anlayacak ve geçen zamana üzülecektir.

  Elmalıya katkı veren bütün değerlere; değerli yönetici ve hizmet insanlarına ne kadar teşekkür etsek; yetmez!

  Yöreyle ilgili bir çalışma yapmış Canres Elektrik Üretim ve Fina Enerji. Yaptıkları çalışmayı da bir pano ile duyurmak için, yüksek tepelerin çamlarla, meşelerle buluştuğu bir yere dikmişler.

 Neyi anlatıyor bu çalışma? Yöre konusunda; benim, hepimizin ne büyük bilgi eksikliği içerisinde olduğumuzu; soylu cehaletimizi de anlatıyor.

 Yörenin tabi, canlı hayatına dâhil yapılan araştırmayı sunuyorum;

“Alanda bugüne kadar; 56 memeli hayvan,178 kuş,40 sürüngen,85 kelebek türü tespit edilmiştir. “

 Buranın insanına bile sorsanız; size iki kelebek ismi, yirmi memeli hayvan sayamaz! Yöremizin değerini, gizemini ve başka canlılar için de; turizm ve yöresel kalkınma yapı taşları bakımından ne büyük öneme sahip olduğunu anlatmak istedim…

Güven Serin 







28 Kasım 2017 Salı

BENİM HİKAYEMİ KİM ANLATACAK?


Kenneth Branagh,
onun yönetip oynadığı,Türkçe alt yazılı;ısrarla...



BENİM HİKÂYEMİ KİM ANLATACAK?
-------------------------------------------------------

 İşte tam da burada; yazgı, şans veya çok iyi dostlar giriyor devreye. Yazılan, çizilen ve onların yüce sevdalarından, arayışlarından haberi olan kimse ve kimseler…

  Lanetlenmiş kralın kuş olup, yıllarca uçması, hikâyesini anlatacak, vicdanını kanatan hüzne çare olacak kavuşum; bir kilisenin bahçesinde bulunan ağacın dalında son bulur.

  William Shakespeare,o sözcük cennetini yeryüzüne indirmiş şair bile bu korkuyu yaşamış olmalı! Bu yüzden Hamlet’in zehir dolu kadehi içince, onun acısına dayanamayan dostunun da içmeye kalması üzerine, yaptığı son bir seslenişi vardır;

“ Benim hikâyemi anlatmak için biraz daha katlan Horatio!” Gerçek manada Hamlet’in hikâyesi midir? Yoksa Shakespeare’nin mi?

  Tenin olmadığı yerde, sesin, ruhun gökyüzüne yükselemeyeceğini bilen bir şair-yazardır Shakespeare. Yakalamıştır insanın zaaflarını. İnsana dair bin bir çeşit hile ve kurnazlıkları; öyle bir çekip çevirmiştir ki; insan kaldığı sürece; Hamlet’in öyküsü, Ophelia’nın delirmesi, kralın hayaleti, amcanın soylu hileleri; her daim anlatılacak; duyrulup, sahnelenecek; çünkü insan buna yazgılı; haber verip, haber vermeye…

  Hikâye izleyip, hikâye anlatmaya; dilden dile, insana lazım olan insan kurtlarıyla, başka bir evrime tutunana kadar…

 Güven Serin 


27 Kasım 2017 Pazartesi

20 BİN FRANKLIK UTANÇ!


İstanbul Arkeoloji Müzesi

              20 BİN FRANGLIK UTANÇ!

OSMAN HAMDİ BEYE MİNNETTARIM

-------------------------------------------------------------

  Osman Hamdi deyince, sanata yakın olanlar dünyanın sayılı müzelerinden kabul edilen İstanbul Arkeoloji Müzesini akla getirirler. Yılda birkaç kez gidilse, sırları çözülemeyecek müze, içindeki eserler; Osman Hamdi’nin sanat bilgisi yanında, uzağı görme becerisinin eseridir de…

  Osman Hamdi’yi az bilenler ise Kaplumbağa Terbiyecisi eserini hemen hatırlarlar. Birisi Pera Müzesinin elinde olan, diğeri özel bir şahısta iki orijinal eser…

  Osman Hamdi tanındıkça daha anlaşılır, daha sevgi, saygı duyulur hale geliyor. Arkeoloji Müzesinin lahitler bölümünü gezdiğinizde bile, o günün şartlarında, Suriye’den, Lübnan’dan, Mısır’dan getirilen bu eserlerin büyüklüğü, güzelliği, zorluğu daha ne anlaşılır.

  Bu eserler arasında başyapıtlar var. Bunlardan birisi de Büyük İskender’e atfedilen o büyük eser; İskender Lahdi’dir.

  Bu değerli eser, halen yerinde duruyorsa; bunu Osman Hamdi’nin fedakârlığına borçlu olduğumuz kadar, kurnazlığına da borçluyuz. Yoksa Zeus Tapınağı-Sunağı gibi çoktan Almanya’ya gitmişti.

  Kayzer Wilhelm Abdülhamit zamanında ticari, siyasi ilişkiler için ülkemize gelmiştir. Sultanahmet’te bulunan o meşhur Alman çeşmesi de bu dostluğun esere dönüşmüş halinin sembolü olarak Almanya’da yapılıp, ülkemize getirilmiştir.

  Abdülhamit, Alman İmparator Kayzer’in ailesi, ekibini eşsiz bir cömertlikle ağırlaması; iki ülkenin dostluğu, kardeşliği adına Abdülhamit kesenin, ülkenin ağzını sonuna kadar açmıştır. Kayzer’in eşi, çevresi Abdülhamit tarafından hediyelere boğulur.

 İmparator Kayzer, eşi ve çevresi Arkeoloji Müzesini de gezeceğinin haberini verirler. Osman Hamdi, müzenin en değerli lahdi olan İskender lahdini derhal tahtalarla çevirtir; güya bakım yapılıyordur.

  Oysa gerçek neden; Kayzer tarafından beğenildiği anda Abdülhamit tarafından derhal hediye verileceğini Osman Hamdi biliyordur.

 Zeus Sunağı; hediye gibi, yine Abdülhamit zamanında 20 Bin franga Almanlara satılmıştır. 20 Bin franglık bir utanç gibidir; tarihin bilgisinden uzak kalışımız…

 Güven Serin 




25 Kasım 2017 Cumartesi

ÇOCUK OLMAMIŞ ÇOCUKLAR...

                                   




ÇOCUK OLMAMIŞ ÇOCUKLAR
-----------------------------------------
   

  Yol, Keşan’a doğru ilerliyordu. Daha doğrusu, yolu takip eden araç… Yanına oturduğum Çingene çocuk, çocuk olmayan yüzünde bir toparlanma, telaş yaşadı. Daha da büzüldü, zaten kendi tarafında oturduğu koltuğa.

  Belli ki yaşamın şartları ona, çocuk olmadan büyüklerin davranışlarını, tepkilerini öğretmişti. Sağ elinin üzerinde kocaman bir yara kapanmaya yakın, kabukları yarı kaşınmış, koparılmış pembemsi çirkinlikteydi.

 Tekirdağ’dan gelip benim gibi Keşan’a gidiyor. Nerede kalıyorsun? Yurtta! Ailen var mı? Babam bonzai yüzünden hapishanede. Annen? Keşan’da! Görüşüyor musun? Bazen geliyor dolaşmaya.

 İsmi Cüneyt! Çocuk olmadan büyük olmuş; belki de kadersel bir zorlamayla büyümeye bırakılmış; itilmiş…

  Üst üste aynı soruyu sordum; Sizi yurtta iyi bakıyorlar mı? Evet! İki kez üst üste evet cevabı… Soğuk, sıcak olmayan bir evet… Araç Trakya’nın tarlalarının, dağlarının yakınından akıp gidiyor Keşan’a doğru.

  Cüneyt, birkaç kez üst üste hapşırdı. Cebimde ki mendil paketinden bir tane beyaz mendil çıkartıp Cüneyt’e uzattım. Çocuk olmayan yüzünde bir hayret; temiz giyimli bir insanın ona temiz bin mendil uzatması! Belki de ilk kez yaşıyordu bu ilişkiyi…

  Mendile uzun uzun baktı. Beyazlığının temizliğinde mi kayboldu? Yoksa onu bir hatıra mı kabul etti. Mendili, incitmekten korkan bir uğraş verdi. Mendile diğer elinle dokunup durdu.

  Elinin yarasını sordum. Motoru tamir ederken oldu, dedi. Çocuk olmadan, tamirci olmuş! Kim bilir daha neler oldu. Hangi eziyetleri gördü de ona devletin koruyucu eli uzanmış.

  Aracın ön koltuklarından birinde bir kadın telefonla konuşuyordu. Giyim kuşamına bakılırsa ev hanımı, kasaba kültürüne tutunmuş bir insan. Her cümlesinin başında, sonunda veya ortasında; “ Rutin” kelimesini kullanıyor; aşağı rutin, yukarı rutin…

 Keşen Otogarına indiğimizde İpsala’ya gidecek araçlara doğru ilerlerken arkamdan bir ses;

“ İyi günler ağabey!”

  Seslenen kişi, Cüneyt! Çocuk olmadan yaşlanan yüzün sahibi. Dönüp, iyi günler diledikten sonra, ona sahip çıkan Edirne Keşan Sosyal Hizmetler Merkezinin sıcak güvencesine ;bir teselli sıcaklığına dokundum;her şeye rağmen…

 Kurumlar, kuruluşlar daha da çoğalmalı ve önemsenmeli. Kendine yetmeyen, kaderin, yaşamın zalimliğini, vurgununu yiyen her insan; birinci sınıf insan düşüncesiyle ağırlanmalı. Uygar devletin, büyük milletin, mazluma, yetersiz olana, mağlup olmuş, kaybetmişe verdiği vereceği en hakiki itibar, yarar; onu sıcak bir yuvanın, samimi, sevgi dolu milletin bağrına almak…

 Cüneyt’e bir soru sormuştum; Okuyor musun? Evet ağabey! Ne olmayı düşünüyorsun büyüyünce? Polis!

  Bu kurumların korumaya alınmış çocukları, polis, doktor, hemşire, mühendis, öğretmen; kısacası yaşama hizmet edecek her türlü mesleğin sahibi olmalı. Sosyal, vicdani ve ilmi değişim, böyle şekillenirse, milletimizin büyüklüğü, manevi kültürü; bir destan gibi; yayılıverir, tüm puslu, fırtınalı zamanların üzerine.

 Güven Serin 



24 Kasım 2017 Cuma

SABAH KUŞLARI


Karatavuk Kuşu


SABAH KUŞLARI
---------------------------

  Bilir misiniz; kuşların sabaha olan düşkünlüğünü? Alacakaranlıktan önce ki karanlıkta başlar. Bilir misiniz; yuva kurmanın o büyük telaşı; onlara baskı yapan sanatsal içgüdü…

  Oysa bilmem ben! Hangi kuşun hangi sesi; ayırt ederim ancak; İsak kuşunun gece ötüşünü. Serçelerin şımarıklığını bilirim; kumrunun, duyuldu duyulacak olan ince, zarif kanatlarının sessiz sesini.

  Oysa bilmem ben; çobanın bildiği gibi çoban aldatan kuşunun ötüşünü. Karatavuğun; bülbülü ile sakanın ötüşünü ayrıt etmekte zorlanırım.

  Sabah kuşları; ninemin sabahın alacakaranlığında kalktığı gibi; çılgın bir ses dansına, renk açılımına başlarlar. Soyludur kanatları. Gökyüzünün rüzgârlarını iyi tanırlar. Oysa sabah kuşları; çalıları, gür ormanı, sakin vadileri severler…

  İsak kuşu ise; geceyi… Gözlerinin keskinliğidir onu geceye bağlayan, Gündüzün şamatasına katlanamayacak kadar da duygulu, görgülü, öteden beri taşıdığı hikâyeleri vardır.

  Ya sabah kuşları? Bir parça şımarık, hiç büyümek gibi dertleri olmayan çocuklardır onlar. Kederli bir kuş var mıdır? Kederi kendine iş sanan bir tek canlı; insan olmalı…

  Yüce yaşamın içinden didikler; ruhunu ve bedenini kefil sunduğu, ödeyemediğini-ödeyemeyeceğini sandığı borçlar için…

  Oysa her borç kapanır bir gün. Telaşı yoktur zamanın! Sabah kuşları gibi beslenme saatine, yuva kurma romantizmine yazgılı değildir zaman. Akışı bile yoktur. Varlıkların evrimleri, yaşam süreçlerini daha iyi kavramak adına serilir önümüze.

 Sabah kuşları; neşeden haber verirler. Şımarmanın, yaramazlık yapmanın, çalılıklar arasında sevişmenin hiçbir zararı olmadığını; üremek ve neslini devam ettirmekten başka…

  Ötüşüdür bülbülün, sabaha olan borcunu ödemesidir… Bir de Gelibolu bülbüllerini denleseniz; sessiz savaş meydanlarında, bütün bülbüller gibi ötseler de; siz, ısrarla, bu bülbüller başka türlü ötüyor diye iddiaya bile girersiniz; sabahın şafağında; bir başka şafak hainini izlerken…

  Duyuyor musunuz sabah kuşlarının ötüşünü? Oysa bu sabah da duymadık; duyamadık sabaha kavuşmalarını. Neleri duymuş olabiliriz? Öfkeleri, kinleri, alacakverecek hesaplarını… Ne çok şey duyuyoruz da, sabah kuşlarını…

 Bu yüzden yüzyılların, yani zaman dediğimiz kâfirin eskitemediği mağaranın içinden seslenir Shakespare; “ Kulağını ver çevreye, sesini değil!”

 Güven Serin 


HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR


HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR
------------------------------------------------

  Mustafa Kemal’in tüm hayatınca savunduğu felsefesinin bir karşılığıdır bu sözcük bütünlüğü. Tüm zamanlara aittir; eskimeyecek ve her daim, hakiki değerini koruyacak bir söylem; uyarı-hatırlatma…

  Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun 1953 yılında Cumhuriyet’e yazdığı bir yazı, aynı zamanda o yıllar Ankara’da yaşanmış bir gerçeğin hikâyesi üzerinedir.

  Bu hikâyeye göre, Ankara’nın köylerinden bir adam, başkente tanıdığı arkadaşına misafir gelmiş. O gün, ben Ankara’yı gezeceğim diyerek, kendi başına kentin caddelerinde kaybolmuş. Alıcı gözlerle, yeni yapılan binaları, yolları, müzeleri bir güzel dolaşıyor.

  Akşam olunca tanıdığının evine gelmiş. Dostu sormuş ona; “ Ankara’yı gezdin; bir sürü yapı gördün. En çok hangisinden etkilendin?”

  Bizimkisi bir parça düşündükten sonra; “ Mürşüd’ün Evini beğendim.” Demiş. Mürşüd’ün Evi dediği yer ise Ankara Dil –Tarih ve Coğrafya Fakültesi binası. Köylü en çok bu yapıyı sevmiş. Beğenmekte da haklı tabi; heybetli bir yapı…

  Köylünün okuma yazması olmasa da, bu binaya Mürşüd’in Evi ismini vermesi; mekânın alınlığında Mustafa Kemal’in sözcü kazınmıştır; “ Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Köylü ancak heceleyerek mürşit sözcüğünden bir anlam çıkarmış; burası olsa olsa; Mürşüd’ün Evidir diye isim vermiş.

   Bir hikâye; bir hatırlatma; aklın, duygulara hiçbir düşmanlığı yoktur. Akıl, doğuştan saf, bilgili ve deneyimli değildir. Tüm yaşamı boyunca, bilgiye, deneyime ihtiyaç duyar. Aynı zamanda, aklın insana sunduğu tercihlere; her tercihin kabul edilen bir yolunu bulur; ilimden beslenen akıl…


Güven Serin 

23 Kasım 2017 Perşembe

ÇALIN DAVULLARI





                                       ÇALIN DAVULLARI


  Bir Selanik türküsü; davullardın sesinde umut arayan bir sesleniş… Ezgisiyle, anlattığı hikâyesiyle, insanı anlatır. İnsanın gamlı ve bir o kadar gerçek olan hikâyelerini.

  Ölüme yakın, yolun sonunda fakat ölüme sesleniş; üç günlük sürenin isteme yüceliği… İsveç sineması, İmgar Bergman’ın yönetiminde Yedinci Mühür filmiyle aynı düşünce içerisinde; ölümü yenme, alt etme, bir parça zaman kazanma üzerine kuruludur.

  Türküde, sanatın içselliğine, samimiyetine güvenilir. Yitik olanların kurban hallerini, yitirilecek olanlara ölçü, teselli veya bir parça umut olması istenir. Oldukça zarif bir istek; büyük bir aşkın kayıp hali için yakılan bir sevda destanı.

  Ölümle, şarkının, türkünün aracılığıyla anlaşma yapılmak isteniyor. Sorgu ve sualsiz bir istek… Ölüme yalvarışta ki pazarlığın tek iteneği, sevdaya bırakılacak bir not, haber; belki de dokunuş…

  Bergman’ın sineması ise tam tersi. Düşünceyi, bize bastırılan korkuları, ayıpları, günahları soğruluyor. Ölüm karşısına dikildiğinde;” Benim için mi geldin?” diyecek kadar düşündürücü bir işlem…

  Ölümü temsil eden Azrail siyah giysiler içerisindedir. Hazır mısın? Diye sorar Bergman’ın filminde ki oyuncuya. Bedenim korkuyor ama ben değil! Derken, aklı, bedenin dışına taşıyan, taşmış bir kültürün sinema sanatıyla insana, insanlığa akışına da tanıklık ediyoruz.

  Ölümün meleği, öldürme adına kendine güveni tamdır. Bergman sinemasının satranç oyuncusunun da güveni tamdır. Ve satranç biliyor musun? Diye sorar ölüm meleğine. Çok iyi! Der. Ve ölüm meleğini satranç oynamaya ikna eder. Satranç oyununa ve kendi büyüklüğünün gücüne o kadar inanmış ki; ölüm meleği; kabul eder.

  Oyuncunun tek istediği; satrançta ölüm meleğini yenerse; ona bir süre zaman vermesi. Tıpkı, Selanik türküsü gibi; üç günlük süre, bir ömrün sevdasını kurtaracağı gibi, o büyük hissedişi, sıkıntıyı da bir kenara itecek gibi zaman kazanmak istiyor.

  İnsan, en çıkmaz anlarda yaratmıştır sanatın seslerini. Yüce ağıtlar; dayanılmaz acıların dağlayıcısı olurken; ilahiler, sızıları dindirme, yaraların akışını azaltıp, kapatma zamanı kazandırır.

  İnsan göçlerinin, uygarlık süreçleri, kırılma, değişim anlarının kesişme noktaları; en büyük olaylara, kayıplara, hüzünlere ev sahipliği yapmasının yanında; en hakiki sanatı da yeşertme haklarına sahiptirler.

  Bu hak; belki evrensel-evrimsel, belki de yaratıcının ince hesaplamalarından o büyük kadersel sonuçlarından birisidir. Hüzünlerin, özlemlerin, kayıpların fokurdadığı kazanlarda pişen yemeğin tadı tuzu ve yaşamsal önemi; insan ömürlerinden çok öte; kalıcı bir ebediyete yazgılıdırlar.

 İster Selanik Türküsünde ki çalan davullar şenliğine, şenlik olurken kazılan mezarların, dökülen suların gelenekselliğine dokunarak ölüme meydan okunsun! İsterse, sinema sanatı ve insan ustalığının, felsefe, sosyoloji ve ilimle ulaştığı yerde; dinlerin korku ve kayıplardan beslenirken, aranan sorulara verilmeyen yarı cevapların, aklın, arayışın peşinde koşan insana yetmediğini anlatsın; bütün akış insana çıkar.

  Bu oluşumun biricik sahibi, bütün kavramların, eserlerin anlaşılır, tanımlanır hale gelmesi; bilinen manada insanın yüce bir hafıza ve dil buluşundan, mucizesinden başka bir şey değildir.

  Ölümle satranç oynayan oyuncu; ölümü yenerse, canını kurtaracaktır. Nereye kadar? Neyi bulmak ister? İşte;İngmar Bergman’ın filmi bu sorulara cevap arıyor;

“Olabildiğince açık konuşmak istiyorum; fakat kalbim boş. İçim tiksintiyle doluyor. İnsanlara karşı duyarsız yaşadım. Şimdi bir hayaletler dünyasındayım. Tutsağım… Yine de ölmek istemiyorum. Neyi bekliyorum? Bilgi istiyorum. Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz? Benim gibi isteyen ama yapamayanlar ne olacak? Ya inanmayanlar? İçimde ki Tanrı’yı neden öldüremiyorum? İnanç veya varsayım değil; ben bilgi istiyorum.”

 Bergman’ın yönetmenliği, sinema eliyle arayışı bu yolda, büyük insan yolculuğunda birkaç adın atarken, türkülerde ki kestirme gidiş, derinlikten, yükseklikten değil de; o an ki yaşamın, yaşama ait; sevme, ölüm, özlem ve ayrılıklardan öte geçmiyor.

 Türküler bu yüzden dilden dile aktarılıyor. Basit ve duru, tartışılmaz derece açıkta ve sade bir ezgi tepsisi içinde sunuldukları için. Bergman’ın satranç oyuncusu ise zor olana; o büyük dünyaya açıklık getirmek üzerine; çanlar çalıyor, ölümler yaşanıyorken; anlamsızlığı, hiçliği kabul edilir bir anlayışa çekebilme cesareti içinde, doğru dürüst hiçbir bilginin, papazin, rahibin veremeyeceği cevabı arıyor.


  Yaşamın anlamını. İnanmanın sadeliğini, kararlı olanını. En masum olan, en içten paylaşımların, yaşamların kalıntılarını; mazeretlerin, bitmeyen kurnaz çıkarların çok ötesine taşarak…

Güven Serin 

Selanik Türküsü ve Hikayesi



Bu yüzden güçlüdür türküler;sessiz sedasız ve kıpırtısız;dudaktan dudağa,kültürden kültüre akıp dururlar...

22 Kasım 2017 Çarşamba

SOLUK YÜZLÜ DOSTUM!



SOLUK YÜZLÜ DOSTUM
------------------------------------

  Görmeyeli kim bilir kaç ay olmuştu. Çalışkanlığına, hatta iş düşkünlüğüne şapka çıkarttığım dostlarımdan. Sadece iş düşkünlüğü mü? İşini en iyi yapma aşkı; öteden beri onun merkezinde, felsefesinde…

  Tanıyalı onu; çeyrek yüzyılı çoktan geçti. İnsan psikolojisini, sosyolojik etkileri, gençlik isteklerini en iyi bilen ve anlayanlardan. Çünkü öteden beri insanın içinde bir insan uzmanı haline gelmiş öğretici bir kimliğe sahip.

  İşini, insanı sevmesinin yanında, bu işlerin karşılığı olan kazancı da çok iyi sevmeyi, sevmenin hatırına iyi yapıyor. Ülke genelinde tasarruf yapanlar yüzdesi; % 10 gibi açıklandı. % 1’e de düşse, benim dostum her daim onun içinde olacaktır.

  Enerjisi bu işe adanmış olan dostumu görünce tanımakta zorlandım ilk önce. Bir solukluk, zayıflık neyin nesiydi. Bir yas, üzüntü, kayıp geçişine şahitlik mi yapıyor? Hayır; merhabaya merhaba, sohbete sohbetle karşılık verdi. Yine bildik sorgulaması; benim kazancım ve insandan öte insana dönüşen sohbet; yine onun arzusuyla, en iyi kazanmaya kadar geldi.

  Bu sohbet şunu gösteriyor; dostumun dünyası, kazan kazan üzerine… Buna kimse itiraz etmiyor; çünkü uyurken bile işine katkı sağladığına inanıyorum. Dünya malına, ölçülerine göre en iyi kazancı hak ediyor.

 Ama dostum; yüzün niçin soluk? Niçin az önce mezarından çıkmış bir canlı gibi dolaşır da, en ince kazanç ustalığını, insan faydasını düşünürken, kendi yüzüne bakmayı düşünmez sin?

  Belli ki, bir kıskaç, bir suskunluk onu kemirmeye başladı. Yoksa bir çaresizlin vurgun yeme hali mi? Çünkü istekler karşılandıkça, bir bir hazlar alındıkça, akıp gider zaman. Be ne demektir? Yaşam da akmış, hücrelerimiz de yaşlanmış, ölümleri, yaşamlardan daha fazlalaşmıştır.

 Pusuya yatmış hastalıklar; içimize yapışmış hırslardan da beter, aynı şeritlerde iki dost gibi, bütün kazancımıza, sağlığımıza, ruhumuza hükmetme şarkısını söylerler.

 Sevgili dostum; yüzün niçin soluk? Niçin? Dünya ölçeğinde ki yaşamın nehirleri ne çok insan taşıdı; kuzeyden güneye, doğudan batıya ve farklı farklı ara yönlere. Ne büyük kazançlar altüstü oldu da, yine insanın deryalardan alınma arzusuna ölçek, bir teselli, yön, yöntem olamadı…

  Truva’nın kuşatılması, sadece Helena için mi, yoksa o büyük uygarlığın zenginliğine karşı duyulan yağmanın albenisi mi? Böyledir zenginliğin çekiciliği! İştah kabartır. Gölgeler sarmaya başlar çevremizi.

 Dostum, yüzün soluk! Bir şeylerin ters gittiğini anlayamayacak kadar işine dalmışsın. Biliyorum; yüksektir morali kabarık mülklerin artması, çoğalması; akarken çeşmenin suları doldurduğumuz küplerin dolması.

 Ağırdır be dostum; bütün bu zenginlikleri saklamak ve gizlemek. Çile doludur; haydut, harami dolu olduğu kadar; ihtiyarlık, hastalık, yalnızlık doludur…

 Güven Serin 



SEKİZ DAKİKA DA DEĞİŞİM...



SEKİZ DAKİKADA DEĞİŞİM
------------------------------------

  Telefon faturamı ödemek için ilgili işyerine gittim. Kapalıydı. O esnada, masum yüzlü bir kız geldi. Oranın çalışanıymış. Cama elleriyle vurdu. Kapının açılması anlamında bir işaretmiş! Kapının panjuru otomatik olarak açıldı.

  Kapı açılırken genç kıza ; “ Kaçta açılıyor?” diye sordum. Saat dokuzda, cevabını, biraz mahcup ve bir parça masum dille söyledi.

  Saatime baktım; açılış için tam tamına sekiz dakika var. Yoldan geçen araçlara, kaldırımdan akıp giden insanlara baktım sekiz dakika boyunca. Hemen her günkü telaş ve koşturmaca…

  Sekiz dakika sonra; dakik olarak otomatik panjur açılınca, işyerine giren ilk müşteri ben oldum. Faturamı alacak kadının, az önceki masum görünüşlü genç kız olduğunu zar zor anladım. Niye diye soracak olursanız; öyle bir makyaj yapmış ki, en az yirmi yaş almış…

  Yüzünü kaplayan kremin kalınlığı bir yana, pudranın soğuk, olgun, yaşlı görüntüsü ayrı bir yana…

  Az önceki mahcup, saf genç kız hali de gitmiş; emreden ses tonuyla; nakit mi, kartla mı diye sordu. Nakit olunca, yine aynı, soğuk, kaba sesle; telefon numaramı istedi.


  Sekiz dakikada, seksen yıllık değişim yaşanmış gibi; kendi mevkiini; değişimin meğerse biraz makyaj, biraz rütbeyle; onunda diğer kurumlarda gördüğü ses tonuna bürünmüştü. Sizin anlayacağınız, üzüm üzüme baka baka kararan, hatta karartan milletin bol makyajlı haline döndük. 

21 Kasım 2017 Salı

ANLATAMADIKLARIMIZ


Kamera; Güven  Ganoslar-Işıklar-TEKİRDAĞ

Anlam yükleme yapamadıklarımız;ismini bilmediğimiz
nice ot,çalı,ağaç,böcek,kuş;ne çok şeyler;yaşamın
var oluşu adına,ne büyük suskunluk içerisinde
var ediyorlar,bizim keyif çattığımız gezegenin
ikame hakkını...


Kamera; Güven   Ganoslar-Tekirdağ

Suskunluk;sadeliğin,ışığın izdüşümleri;
ne büyük çeşitleme;galaksiler kadar uzak bizlere;
oysa ne çok yakınlar...


Kamera; Güven  Ganoslar

Bir zanaatkar; Yunus Usta..Aynen,
yaban otları,çalıları ve toprağı kadar
sade ve yaşama hizmet etme aşkıyla
dopdolu..





ÖZKAN HOCANIN YENİLGİ HÜZNÜ...





                                ÖZKAN HOCA’NIN YENİLGİ HÜZNÜ



  Yiğit namıyla anılır derler ya; Özkan Hocayı da anmaya; Özkan Papatya olarak başlamak isterim. Aynı zamanda değerli rakibime büyük önem verip, saygı duyduğumu da başlangıcın notu olarak, son söze yakın bir ciddiyet içinde söylemeyi borç biliyorum.

  Özkan Hocayla tanışmamız; yıllar öncesine; elbet yüzyıllar öncesine gitmese de, epey zaman olmuş. Yer; tenis kortları. İsmail Hoca ve Bülent’in büyük fedakârlığıyla; güzel iki sezon; tenis sporu ve sosyalliğin en samimi bağlarının yeşerip kök salması adına…

  Tekirdağ İl Gençlik ve Spor Müdürlüğünün Tenis Kortları, nice insanı, rakibi, rakibeyi birbirine yaklaştırdığı gibi, bizleri de bütünün bir parçası haline getirdi. Bilirsiniz; parçaların yeri ayrı; bütünün ise apayrıdır.

  Bütünden kopuk insanları sıkça görüyorum çevremizde. Ne yapsalar nafile! Kimi, kas yapmak için gece gündüz çalışıyor; nafile! Kimisi, kendine borsayı iş haline getirmiş; yalnızlığından kurtulmak ümitleriyle; nafile!

  İnsanın olmadığı yerde, hiçbir şeyin anlamı yoktur. Kavramların babası da, anası da insandır. Bu yüzden kavram ırmakları insana doğru akar. Düşünsenize; tek bir insan yaşadığını bir ada da. Bütün servetleri o adaya yığsak; nafile. Bütün kariyerleri, başarıları ona adasak; nafile…

  Biz, yazımızın konuğuna; namı diğer hocamız; Özkan Papatya’ya gelelim. Deseniz ki neyi anlatır Özkan Hoca? Satranç! Derim… Satrancın babası, dedesi değil ama torunudur, demeyi yanlış bulmam.

  Hocalığı, sınıftan, öğretilerden ve onların birlikteliği olan, tüm dünyanın imrenerek saygı duyduğu satranç oyunu, oyuncusu ve hocalığına kadar çıkmış. Satrançla dolu bir yaşam; aynı zamanda yaşam çeşitlemesi olan tenis, tavla…

  İşte, tam da burada bizler giriyoruz devreye. Ortak noktamız, tenis oldu. Sonra, satranç ve tavla… Bu bileşenlerin sosyalliği, eğlencesi; aynı iş ortaklığı, seyahat etmek gibi bir şey! İnsanın bütün zaafları, görgüsü, düşünce biçimi ortaya çıkıyor.

  Çıkmakla kalmaz; bir bir dökülürler etrafa. Özkan Hocamızın satranç marifetine, tenis anlayışına diyecek bir şey yok. Gel gelelim; yakın zamanda ona tavlayı bıraktıracak yenilgiyi alınca; “ Artır bu tavlayı oynamayacağım!” diyecek kadar yenilgiye öfke duyan, başarının arzusu, iliklerine kadar işlemiş bir insanı; yenmek, mağlup etmek; ayrı bir güzellik…

  Öteden beri tavla oyununu severim. Çünkü tam da bizi anlatır tavla oyunu. Bizim kültürümüze şıp diye yapışmıştır. Çok kafa yormak gerekmez. Gürültü, patırtı; oldubitti maşallah! Kadar çabuk, kazanma ve kaybetme üzerine kurulu bir eğlence oyunu.

  Özkan Hocamız için, kayıp ister tavladan, ister tenisten; hele bir de es kaza satrançtan gelirse; dayanılmaz olur. Kontrolden çıkabilir o zamana meydan okumaya; yemin etmiş insan.

  Dedim ya; tavla oyunu bizim oyunumuzdur; bu diyarın eğlencesi. Rakip sağlam olursa; yani iddialı; Özkan Hoca gibi; galibiyetin tadına doyum olmaz. Bütün masrafı, ödemeyi siz yapsanız, cebenizde ki son kuruşu bile verseniz; gam çekmezsiniz.

 Özkan Hoca bu; son aldığı büyük tavla yenilgisi, tavlayı oynamama kararını çıkarttı ortaya. Sonra, ne olduysa oldu, daha oyun sona gelmeden; beyin nöronlarında şu çözümü bulmuş;

 “ Ben son galibiyetlere bakarım! Bu oyundan önce ki iki oyunda ben galip gelmiştim!” Bu harbin, kargaşasın altından ancak bir satranç ustası böyle çıkar.

 Laf aramızda dostlarım; Bu Özkan Hoca; neredeyse iki yüz yıl ömür için ant içmiş. Yahu, Himelaya’da yaşayan Budist rahiplerin 130–140 yıl yaşadığını duydum da; 170 küsur yıl, hele bizim diyarda, bu kadar hengâme içinde yaşama andı, arzusu ilk kez duyuyorum.

 Özkan Hoca; nedir; diye sorsanız; satranç derim. Düşüncenin, düşüncenin hükmüyle, değişime, bir çam ağacı gibi her türlü yüksekliğe, taş, toprağa tutunma sanatına; zanatıyla, şartlarıyla, titizliğiyle; hepimizin yaşamına bir etki, renk, kültür katan insan derim…

  Birde, sağlam tavla oyunum karşısında, yenilgileri hazmetmeyi öğrense! Zor rakip, her daim yenmek isteyeceğiniz cinsten. Onu yenince, galibiyetin şenliği, kıtlıktan çıkan bir insana sunulan sofra gibi; soylu mazeretler ve değerli hüzün; var olasın; sayın hocam…


 Güven Serin 

20 Kasım 2017 Pazartesi

BENİ AFFEDİN




BENİ AFFEDİN!
-------------------------

  Bir şair, destansı düşüncelere erişme gücü, deneyimi varken, yaşamın içinde kalmak isteyenlerin olmazsa olmazı olan yaşama veda ederken; böyle bir ayrılık notunu niçin yazsın? Bir af dileyiş; o büyük ayrılık zamanı dahi; nezaketin ruhuna dokunmak, ayrı bir ibretsel felsefe değil midir?

 Bir iz sürücü gibi izini sürmek, son vedasını, notunu yazdığı yere; İstiklal Caddesi; başağa Sokak 13 numaraya gitmeyi hissettim. Ne bulacağım gittiğim o yerde?

  Tamamlanmamış göçün hikâyesini mi? Yitirilmiş insanların manevi kırıntılarını; bir saygı gereği; af dileyen, içinde insan sevgisini yitirmeyen insanın yıllar önce, büyük kararı verdiği yerde; bir anıtsal duruşu; ona yazılacak bir ağıt, bir şiir, küçük bir sesleniş cümlesinin okunuşunu yapmak mı?

  Sosyal Ekince; yitirdiğimiz, ölüme kendi elleriyle giderken dahi, sevdiklerinden özür dileyen bir insanın edebiyata, insanlık uzamına, ebedi bir yolculuk başlatmış sanat insanı…

 Bizler; henüz yaşamdan ayrılmamış olanlar; af dileyen bu insanların manevi ve maddi kişiliklerini, felsefelerini, sanat ve sosyal anlayışlarını yaşatmak için ne kadar hazırız acaba?

  Bir acıma, ayrı bir tamamlanma veya yaşamın kayrılmış tarafında kalmanın kurnaz bir tebessümü; hiçbir zaman sanatın erişmek istediği uzama; yani, sevginin, dönüşümün, birleşimin hedefine ulaşamayacak.

 Güven Serin 




18 Kasım 2017 Cumartesi

SANTİMANTAL KİŞİ

                                                     



SANTİMANTAL-İÇLİ KİŞİ
----------------------------------


  Öğretilerin; yani kitapların, kitaplara can katan yazar, şair, filozof, ilim insanlarının sundukları karşısında, yetmeyecek ömrün hüznünü yaşıyorum. Ne büyük bir akış; var ediş, düşünce eylemleri…

  Bugün bir, hatta birkaç kelime ve deyim daha öğrendim. Ne yazık ki günlük hayatımızda kullanma, kritik yapma alışkanlıklarımız, imkânlarımız az olduğundan; öğretilerin büyük çoğunluğu unutulup gidiyor.

  Yine de heyecanlıyım. Santimantal kişinin, içli, duygulu kişi olduğunu biliyorum artık. İrlanda edebiyatının, İrlanda kültürünün kendi yazarlarının anlatım ve halk dilleri açısından bize yakın olduğunu da hayret ederek öğreniyorum.

  Halk dilinde bir söylem vardır; ikinciye evleneceklere; “ Sakan ah; dul bir kadının eski eşi imam ise evlenme!” Bunun ne anlama geldiğini tam olarak, dile getirmesek de, herkes aşağı yukarı biliyor.

 İrlanda kültüründe ise aynı söylem papazların başına geliyor. Şu sunuma, değerlendirmeye bir bakın hele;

  “ Dillerimiz öyle dışarı çıkmıştı ki; tıpkı bir fırt çekmek için yanıp tutuşan abazan papazların dilleri gibi üç karış dışarıya uzanmıştı.”

  Görünmezi, bilindiği halde, dile getirilmeyen gerçekleri, bir şekilde halk; kendi çeşitlemesini, mizahla, şakayla, kalıcı hale getiriyor.

  Abazan Papaz’ın anlatımı, çok yakın bir süre önce dinlediğim bir başka abazanlığı pekiştirmeme yardımcı oldu. Hızla büyüyen kurumlarımızdan; eğitim dünyalarımızdan birisi. Oraya iş yapan, orasıyla içli dışlı bir arkadaşımın anlatımı karşısında; şaşırmadım dersem yalan olur…

  Halkın değişiyle; koskoca adamlar; gördükleri her dişinin peşinden koşuyor; yani, abazanlık niyetiyle göle maya çalıyor. Keşke hoca Nasrettin gibi bir maya işi olsa! Gülerdik… Bu hale ancak ağlamak gerekiyor.
Bunca imkân, iletişim çeşidi, sosyallik dururken, ilk gülümseyişe, ilki görüşe; bir çağrı abazanlığı yapmak; Santimantal; yani içli insanları üzüyor.


 Güven Serin 



14 Kasım 2017 Salı

ZAMAN ASLA ÖLMEZ





                                                 ZAMAN ASLA ÖLMEZ


  Before the Rain filminin başlangıç sözleridir bu sözler;

“ Zaman asla ölmez! Çember yuvarlak değildir” Bir açılım, bir anlam ki; Sonsuz…

  Film, Fransız İngiliz ortak yapımı! Çekildiği yer; Makedonya; Ohri yakınlarında. Daha yeni geldiğim diyarlar. Dağlarından, ormanlarından, insanlarından ve sularından; çok yeni geldim…

   Bu filmi izlemem gerektiğinin notu; masamda, beynimde çoktan kazınmışken; izlememe engel olan şey neydi? Bir bilinmezlik; çemberin yuvarlak olmayışı… Zamanın da ölmediği… Filmin karakterlerinden Makedon fotoğrafçı, ülkesine-köyüne 16 yıl sonra geri dönüyor. Kabul görmüyor; bizden değildir, deniyor…

  Ya ben; neredeyse 140 yıl sonra; büyük dede ve ninelerim adına gidiyorum. Onaylayacak makamlar onaylıyor; sınır kapılarından kolayca geçtim. Bütün korkulardan, sorulacak sorulardan öte; doğum günüm bile kutlandı; Makedon sınır kapısında görevli tarafından.

  Filmin çekildiği kilise; Sveti Jevan Kaneo;Ohri,Üsküp;kısacası Makedonya da ona benzer,neredeyse aynısı yüzlerce kilise-manastırdan birisi; Rum ve Ermeni mimarisinin ürkünç güzel örnekleri…

  Neyi anlatıyor film? Elbette daha çeyrek yüzyıl önce yaşanan savaşı! Gözyaşlarını, sürgünleri, korkuları…600 yıl bir arada; camilerin, kiliselerin, manastırların; kısacası göklere; tanrıya yakarışların neredeyse aynı çatı, rüzgâr altında yaşandığı büyük kırılmaların sadece bir bölümünü…

  Bu diyarlara gitmiş olanlar veya hiç gitmemişler. Tıpkı, ne zaman okuduğumu ve kimin tarafından söylendiğini bilmediğim bu sözcü de yanlarında getirsinler;

  “ Dağlara gitmeden önce; o yöreyi iyi tanıyın! Hiç farkına varmadan nadide bir çiçeğin üzerine basar da geçersiniz! Haberiniz bile olmaz!”

 Bu filmi, dikkatlice, durdurarak izlemeyi; izlenme önerisini edebi, sosyolojik bir sorumluluk içinde yapıyorum.

  Bu yazı, filmin çekildiği yerlerin anısı; daha çok taze… Kulağıma gelen halk türküleri ve filmin müziği; şimdi bütün kapıp zamanlara, gözyaşlarına ve zamanın asla ölmeyecek oluşuna; bu insanların kendi elleriyle yaptıkları ve Makedon gümrüğünden aldığım yereye ait; bir bardak brandyi yudumluyorum.

 Boğazımdan mideme inen büyük sıcaklık… Küçük bir yudumun, kapanmayacak olan çemberin sonsuza uzanan akışı gibi; iç organlarıma ve çok hızla beynime ulaşan; ibadet çağrıları; kimi ezan, kimi çan şeklinde…

  Oysa yazarın aradığı şey; insan sesleri… Bakışları… En cılız, en çirkin ve en korunmasız olanlar…

  Şimdi silahlar sustu. Kayıplar çok büyük. Neredeyse yüzyılı aşan insan derecikleri, ırmakları ve sel olup akan büyük balkan türküleri-ağıtları…

 Sanatın korkusu veya çekim kuvveti burada başlar. Ya kaçar, ya yüzleşirsin. Pılıyı pırtıyı kaçmanın zaferine de ulaşmak senin elinde. Kalıp yüzlere kazınan derin çizikler içinde ki yüzlere bakmak ve bakışlarından utanç duymak…

 Hiçbir onurlu balkan yoksulluğu, insanın doymazlığına, vurdumduymazlığına boyun eğecek kadar aşağılara inmez. Gururundan vazgeçmiş görünse de mahcubiyetinden asla…

  Ohri’de yaşayan Fuat Hayrettin Bey, doğma büyüme oralı… Muhtemelen kökleri yüzyıllar ötesine; büyük dedelerimizin geliş zamanına…

  İşte, yılların suskunluğunu bozan bir sesle; “ Bırakıp gittiniz bizi buralarda” demesini, söz verdiği bütün ruhlar, gözyaşları, ağıtlar için de yapıyor; üstelik tam olarak kime seslendiği, niçin seslendiği; belli belirsiz…

 Güven Serin 
 


7 Kasım 2017 Salı

GÜZİN İLE SÜLEYMAN'IN HİKAYESİ




GÜZİN İLE SÜLEYMAN'IN HİKÂYESİ
-----------------------------------------------------------

   Mikro, nano teknolojiler tüm dünyaya hâkim olmaya başladı. Evrimin işleyişini, hücrelerimizin yapısını, bu özel dünyayı anlamlandırırken daha iyi anlama imkânı bulabiliriz.

  En küçük, görünmez parçacıkların ne büyük işler yaptığını, boyutunun sınırsızlığını, kâinatın boşluğunu doldurma, galaksilere görsel, bilgisel ulaşma deneyimleriyle taçlandırmaya başlayalı epey oldu.

  Bazı şairler ve yazarlar; büyük resme, o muhteşem panoramaya bakarken, mikro dünyaya da bakmak isterler. Görünmeyeni görünür kılmak, duyulmayanı duyulur, dokunulmayanı dokunur; hissedilir yapmak; onların işidir.

  Şairin sözüyle; Hadi bakalım!

  Güzin, hamama gider. Süleyman da öyle! Güzin bacağını uzatır; Süleyman boş durur mu, bacaktan öper. Süleyman bu; nice uzanan bacak görmüş. Uzanışının ve geri çekilişinin anlamını, mikron düşüncelerde, ince beyin kıvrımlarında saklı tecrübelerden biliyor.

  Birazcık, azcık derken, o güzel bacağın sudan, hamamdan çıkacağını biliyor Süleyman. Süleyman erkekler hamamında. Güzin ise kadınlar… Düşüncenin, düşe dönüşümünü, düşün mikron kanalcıklardan geçip, insan denen canlının hareketine yansıması değerli ve vazgeçilmez bir iştir.

 Süleyman bu; vazgeçer mi? Az namussuz olmadığı biliniyor. Yapacağını yapacak, sudan çıkacak bacağın, bacağa hareket sunan mikro dünyanın, yeryüzü sunumuna, nazına, çekiciliğine; yani Güzin’e ulaşacak.

  Üstelik enflasyon parasıyla otuz liraya aldığı şapkasını başına geçirip Eskişehir’in yolunu tutacak…

  Ya sonra? Bu soru sorulur mu; işin içinde Süleyman varken? Elbet, hür hamamlar denizine girecekler. Bildiğiniz, yani düşündüğünüz gibi; ikisi birlikte…

  Cemal Süreya,1955de yazdı bu şiiri. Mikro ve nano dünyanın başlamasından önce; girdi insan bedeninin içine, nöronlarına, içgüdülerine, düşlerine; uzandı; içten içe kendine.
   

 Güven serin 

6 Kasım 2017 Pazartesi

VURUN ABALIYA



                                              Rizeli Çoban Hamdu Sema




VURUN ABALIYA

En çok hakaret ettiklerimizden birisi de çobanlık mesleğidir. Niçin? Belki de göçler, çok hızlı terk edişleri, bize, bizi anlattığı için; şehirli özentinin, tescilini yapmak için...
Oysa şehirli olmak da çobanlık gibi, uzun bir süre, deneyim ister... Apartmana, yalıya taşındım; kenti oldum! Olunmuyor...
Çobanın, kâhyaya dönüşen binlerce yıllık sürecini, insanları yaşatan geçmişini; kuzuyu, koyunu, keçiyi kurttan, çakaldan, ayıdan koruyuşunu; soframızın en güzel yiyeceklerini; peyniri, yağı, eti, sütü, postu bize getirişini bilmediğimizin, unutmuş olmamızın cehaletini örtmek için de olabilir...
Fakat Rizeli kız çoban Hamdu Sema'nın ikiz doğuran keçisini sır çantasında taşıma hikâyesi hepimizin başkahramanı olmuştur.
Bir çoban kız; üstelik keçiye koyuna kokuyor. Niçin binlerce insan onu kahraman yapıp paylaştı? İçimizde ölen yaşamların sızılarına, çığlıklarına bir parça derman olması için... Belki, bir anlığına susturuyoruz, kaçtığımız olan bütün değerli şeylerin, şiirsel, onursal, masalımsı ruhlarının seslerini!
Faruk Nafiz'in Çoban Çeşmesi, edebi olarak, sonsuza yazgılı;
Derinden derine ırmaklar ağlar
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi
Ey suyun sesinden anlayan bağlar
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?
Güven Serin


4 Kasım 2017 Cumartesi

OHRİ...


Kamera; Güven Ohri

Manastırlar diyarı...Düzen,estetik,doğanın çağrısına
cevap vermiş,insan mimarisi,mühendisliği...


Kamera; Güven   Ohri

İnsanı insan,bizi biz yapan;mahalle ve sokak
kültürleri...Bahçesi,kırmızı damları ve birbirini
işiten,gören insanların yaşam izleri...


Kamera;Erdinç Bey

Ohri,deyince akla gelecek en önemli insanlardan
birisi; Fuat Hayrettin.
Turizm,yaşam tecrübesi;dopdolu...


Kamera; Erdinç Bey

Ohri;ağaçların diyarı;suların olduğu kadar ve
dağların...


Ohri Arnavutluk gezisi sırasında çay arası...

Erdinç Bey,Ben,Fuat Hayrettin...






3 Kasım 2017 Cuma

TAŞ BİR KULE




TAŞ BİR KULE

  Bir kule; bildiğimiz gibi; taştan ve üzerinde ki şapkaya benzeyen kırmızı damı. Bu kulenin bir farkı; gözetlemek amaçlı değil. Düşünmek, düşünceye yön veren şeyi; yazı sanatını ortaya çıkartmak amaçlı kullanıldığı için ünlendi ve şenlendi.

  Burada, Montaigne’nin Denemeleri yazıldı. Dünyanın, insanın sırrını arayan bir düşünürün, şairin diğerlerinin aradığı şeyi araması…

  Giriş katı; dua odası; orta katı kütüphane ve yazı masası, en üstte ise yalnız bir döşek; yatmak için. Belki de arınmak; insanı süsleyen şeylerden; gösterişten, mülklerden veya bedene hapsolmuş ruhu kurtarma çabaları…

  Montaigne’nin yaşamı birçoğumuza göre; “tuzu kuru” yaşam algısıyla kesişse bile, düşüncenin erdemi, sırrı hemen her yerde ortaya çıkabileceğini gösteren kanıtlarla doludur. Bir bakmışsınız hiçbir şeyi olmayan Sokrat’da, her şeyi olan Goehte’de veya Montaigne’de, taş bir kulede sürgün verir yeryüzüne.

  Latin şair, Vergilius’u unuttuğumu sanmayın. Bizim Orhan Veli’yi, İlhan Berk’i, Cemal Süreyya’yı, Nazım Hikmet’i de…

  Taş kulenin tavanı, yıldızlarla süslü. Açık bir gecenin parlak yıldızları! Neyi anlatıyorlar; hangi denemenin izdüşümü onları oraya monte etti? Sonsuzluğa açılan kapının penceresine bakma isteği? Yoksa düşünce de sonsuzluk gibidir; her daim gelişmeye, yol almaya devam eder. Korkmayın!

  Taş kulenin ağır kapısı gıcırdıyor içeri girerken büyük düşünürü. Onu orada ağılamaktan, onunla konuşmaktan dolayı ses veriyor.

 Başka bir ses daha duyuluyor, daha kuzeyde, daha soğuk yellerin estiği yerde; İrlanda da;

“ Artık ağlama, yaslı çoban, artık ağlama/Yas tuttuğun Lycidas ölmedi, zira/Sudan örtünün altına batmışsa da…”

Güven Serin