31 Ağustos 2017 Perşembe

NASIL BİR ŞEY;YUKARIDAN BAKMAK?





NASIL BİR ŞEY; YUKARIDAN BAKMAK?
-----------------------------------------------------

  Bildik rüzgârlar başladı. Kuzey rüzgârları; sınamak ister yazdan çıkacak, hazırlanacak olan kış mevsimine tutunacak olanı.

  Büyük dalgalar üretiyor bazen Marmara. Özeniyor olmalı; Akdeniz, Atlas. Hint ve Büyük deryalara. Hakkı da yok değil; bu güzel alım ve çalımın bir de yüksek haykırışları…

  Çayımı içine kadar dayanabildim geceye teslim olmuş akşamın kuzey rüzgârına açık olan yerin masasına. Aynı bahçenin biraz kuytu köşesini seçtim. Tenhalık var soğuk rüzgârlar esince burada.

  Çoktan beri tanıdığım ve onun için yazı yazdığım çınarın altında ki küçük masaya oturdum. Yan tarafta; kapalı küçük yerde; pembe ve beyaz balonlarla süslenmiş mekan, küçük bir kızın doğum günü hazırlığı yapıldı. Gelecek olan konuklar ve yaşanacak küçük şölen için her şey hazır gibi görünüyor. Onlarla aramızda bir cam var sadece…

  Yanımda ki çınarın kuytuda olan dalları ciddiye bile almıyor rüzgârı. Kavak ağacı olsaydı; korkudan altına işetir insanı. Zannedersiniz ki, büyük fırtına dövüyor koca şehri… Bir arkadaş, bir dost-öncü var yanımda. John Berger… Onun kitabı, deneyimleri, yaşamın içinde kılcal damarlardan tutun da, hücrelere kadar meraklı bir bakış, anlama uzmanı…

 Bazen; çok bazen; yalnızlığın dayanılmaz çekiciliği, öğrenme merakı içinde olan bir öğrenci sessizliğine muhtaç ve minnet duyar hale getirdi beni. Bilinen manda bir sürü çığlık ve hiçbirisi gerçek yaşamın özüne, felsefesine ait değil… Ne acı bir teselli sunuyor herkes birbirine; hep, hiçliğin yatıştırma ve aldatıcı ninnileri…

 Küçük kız bir yaşını bitirecek. Derken iki, üç ve on beş olacak. Yaradılışın hürriyetini arayacak; ya donatılmış yüce bilginin, görgünün zarafeti, felsefesi ya da bilinen çokça tekrarlanan hırçınlıklar, kabalıklar ve küskünlüklerle başlayacak olan bir başka milyarlık tekrar…

 Küçük kızın doğul günün kutlanacağı alanla aramızda bir cam… Misafirler; büyük insanlar, temiz ve bakımlı haliyle gelmeye başladılar. Hepsinin yüzünde iyimserlik hâkim… Geçici barışın keyfini sürmeye gelmişler.

 Onlara; bize; yukarıdan, çınarın yükseldiği yerden; yaklaşık 5–6 metre öteden bakan bir insan… Yukarıda ki mekânın çalışanlarından. Merak ediyor aşağıda ki renkli eylemin kıyafetlerini, yiyeceklerini, sosyolojik hareketlerini.

 Her bakışında ona odaklanan gözlerim, onu mahcup bir geri çekilme eşiğine getiriyor. O aşağısını merak ediyorken, ben de yukarısını. Nasıl bir şey; insanlara-insancıklara ve tüm aşama yukarıdan bakmak?

 Bu bakışta bir papazın, kasabanın şerifinin, bir filmde ki kovboy bakışını aradım; yoktu. Bir ağanın kurnaz gücünü sordum; yine yok… Batmadan önce yılışık bir banker bakışı; o da değil… Bildik Trakya insanı; yarı ürkek ve mahcup… Aynı zamanda altlarda nelerin olduğundan haberdar olmak isteyen bir haberci…

 Yukarıdakinin bakışı, neredeyse bütün gece sürdü. Muhtemelen çoğunluğunda yakalandı; aşağıda ki gözlemciye. Her defasında geri çekildi; düşman diye koyunlara, yel değirmenlerine saldıran Don Kişot gibi dayak yiyerek değil; Trakya insanı mahcubiyetinde; suçüstü yakalanmış bir çocuk kişiliğinde…

 Yukarıdan bakan insanda daha ilk aradığım bir papazın bakışı? Niçin? Kaç papaz tanımıştım bu zamana kadar? Onların üzerinden dokunmak mı yüce dini-dinleri anlatırken insanlığı aldatan din adamlarına? Bir başka alt arayışın serüveni? Bileşenlerinden ayrılan bir başka oluşuma doğru yol alan imgelere tutunma saltanatına kabul edilmiş olmam?

 
 Güven Serin 
 


  

26 Ağustos 2017 Cumartesi

21.YÜZYILIN HOKUS POKUSU

                                                    



21.YÜZYILIN HOKUS POKUSU
---------------------------------------------


  Doludizgin geldi. Gelişi,20.yüzyılın başlarından belliydi; hızı son ana;20.yüzyılın bitiş zamanına saklamış… Belli ki uzay araçlarının, yararlanmak istedikleri; gezegenler arası sapan etkisi denilen bir kuvvet giriyor devreye; inanılmaz bir hıza ulaşıyor; ulaşacak insanlık.

  Biri, birileri çıktı sahneye. Hokus  Pokus;dedi. Dikkat edin; oyun başladı! Bu nasıl bir oyun? Teknolojinin doymak bilmeyen sürümü; sürümleri? Durdurulamayan yenilikler, insanı, insanlığı zorlayan gelişimler.

  Acaba? Büyük yalnızlığa bir çeyrek daha mı kaldı? Sosyal Dünya dediğiniz yere girince, gelişmelerin, insan ruhları, bedenleri üzerinde nasıl bir etkiye dönüştüğünü, Mars’a gidecek kolonide ki insan genleriyle uğraşan ilim insanlarının, aslında gensel değişimin dünyada başladığının farkına varmış olduklarını düşünüyorum.

 Bir günlük ömrü olan böcekler gibi yaşamaya başladık. Herkes yazar ve şair… Herkes fotoğrafçı, ilim insanı, siyaset bilici; sanırsınız ki beşeri bilimlerde uzmanlar haline geldik. Düşünülen o dönüşüm; sadece uzay sahnelerine ait sinemalarda olacak değil ya; bir hap yutturulup, her alanda bilgiçlik yapma becerisi; belki de bir ön hazırlığın deneme çekimleri…

  Herkes tiyatro oyuncusu, herkes şarkı söyler hale geldi. Sevinelim mi? Ömrü bir günlük böcekler gibi; sorsanız, kimse bir saat önce neyi okudu, neyi izledi, neyi paylaştı; bilinmezlik ormanı gibi bir unutkanlık çekinime doğru hızla akıyoruz.

 Patlamış büyük güneşlerden dağılan parçacıklar gibi; milyonlarca yol alacak oluşumun zerrecikleri; elbet bu büyük, onurlu başıboşluktan kurtulup, bir çekim alanı; değerli bir yörünge sahibi olacak!

  Ama ne zaman? Hiç kimsenin tam olarak bilgisi olduğunu sanmıyorum. Büyük sürgünün, geri dönüşü olmayan kaçışın başladığı kesin; bir günlük ömrü olan böcekler gibi; büyük telaş…

  Böceklerin telaşını anlarım! Üremeleri, nesillerini aktarmaları gerekir. İnsanın? Aktarılacak neleri var? En büyük şeyini; duyarlılığını, duygularını; anı ve hatıralarını kaybettiği an; karşımızda duran bilgisayar gibi, saymamın, istenileni aktarmanın, uygulamanın ve gerektiği an ışığını, ışığımızı birileri tarafından kapatılacak oluşumuz…


 Acaba, evrim bize büyük oyunu mu oynuyor. Yazgıyla uğraşan bilime karşı evrim! Kaderle uğraşım, hastalıklarla baş etmemizin, yer çekim kuvvetine meydan okuyup, artık dünyadan kademeli olarak ayrılma hazırlıkları içinde oluşumuz; evrimi kızdırmış olabilir mi?

  Ya, Homeros’un tanrı ve tanrıçalarını? Olimpos tepelerinden gökyüzüne kaçtıklarından bu yana; birkaç bin yıllık birikmiş hesabın ödeme zamanını mı hatırlatıyorlar?

  Olabilir mi? Issızlaşan köyler; gözümüze baka baka; ıssızlaşacak kasabaları ve kentleri anlatıyor olmasın?

   Büyük tükenişle birlikte büyük kaçış; uzaysal dünyaya sığınma isteği, büzülen, sıkılan ruhlarımıza bir çare gibi tanıtılıp, ölümsüzlüğü hayal ederken, uzun ömrü yakalayan insanın, üreme ve üretimden de vazgeçip, sadece tükenişe, uzayın o saf boşluğuna; esas olan kayboluşa doğru açılacak oluşu… Evrimin ve evrenin biricik dünyanın artık boşaltılma zamanının geldiğinin; bizlerden, biz zavallı insan ve insancıklardan bıkmış olduklarının kanıtı mıdır?

  Oyuncu çok! Ya seyirci? Olmazsa o büyük topluluk, değerli yorumcuların göksel alkışları; neye yarar herkesin oyuncu veya yönetmen oluşu?

 Güven Serin 




25 Ağustos 2017 Cuma

BABA ve ANNE FİGÜRLERİ





BABA ve ANNE FİGÜRLERİ
----------------------

  Anne ve baba algısı, biyolojik olmaktan çok ötedir. Bir ömür sürecek, manevi, psikolojik ve sosyolojik örtünün, yeryüzüne lazım olan yağmurları, güneşleri gibi, bir doğal alış-veriş, solunum, fotosentez gibi gerekli bir muhtaçlık içindeyiz.

  Baba ve anneliği, despot bir beklenti içinde, baskı aracı, terbiye silahı olarak görmek ne kadar gereksiz ve eğri duruyorsa, baba ve anneyi, yok edin, çağdaşlaşıyoruz diye evrimin insan yavrusuna hediye ettiği en güzel anıtsal kaideyi, anıtıyla birlikte kırıp, yok etmek de o kadar eğri, büğrü bir kayıp; trajedi…

 Boşluğa düşen insanların, doyum içinde doyumsuzların, büyük ateşler içinde donanların psikolojik ve sosyolojik durumları iyi incelenirse ortaya çıkacak en önemli boşluklardan birisi de baba ve anne eksikliğidir.

  Geçmiş uygarlıkların insanları; tanrı ve tanrıçalarını yeryüzüne indirmişlerdir. Kuralları, varoluş, ayakta kalma ihtiyaçlarını tanrıların kâhinler, rahipler aracılığıyla isteklerine göre, kurbansal, tinsel bir süzülüş içinde o büyük kapılardan, dehlizlerden çıkıp bugüne gelmişlerdir.

  Tanrılar, dağlardan havalanıp yok olmuşlardır. Bugünün dinlerinin tanrısı, biricik ve ulaşılmaz; kitabı ve peygamberi olan, günümüze kadar ulaşmış; insanlığın önünde bir dizginleme, fren, hatırlatma ve uyarı kurallarıyla doğmuş; yeryüzü ile gökyüzü arasında, ulaşılmazlığın köprüsü olmuşlardır.

  Anne ve baba ise, ulaşılmazlığın, gökyüzünün değil, yeryüzünün tinsel, maddesel bütün gerçekleriyle çocukların karşısında; çok yakınında dururlar. Dokunulur, sarmalanır, aciliyetin cankurtaranı, pisikolojik danışmanı, yeryüzünün can suyu gibi bütün sıradanlıklarıyla, yüce bir evrimin, en hakiki evrimle gerçeğinin son aşamaya gelmiş mükemmeliyeti, sanatsal duruşudur onlar.

 Anne ve babalarımız; yok etmeye çalıştıkça, karanlık bir karamsarlığa bürünüp, yüce cezaları çekerken farkına bile varmadığımız, muhteşem, nadide şeyler; henüz vakit varken, gayri, anlasak iyi olacak…


 Güven Serin 


24 Ağustos 2017 Perşembe

KİTAP DELİSİ(BİBLİOMAN)




KİTAP DELİSİ (BİBLİOMAN)
----------------------

  Doğan Hızlan’ın kitap dünyasına, okuma kültürüne hediye ettiği çalışmalarından sadece birisi… Bir kitap delisinden söz eder çalışmasında. Okuyunca sizin de şaşıracağınız, hatta vay be! Diyeceğiniz bir haber aktarımı…

  Kitap deyince akla gelir o meşhur söz; “ Sakın kimseye kitap vermeyin, ben kütüphanemi dostlarımdan aldığım kitaplarla kurdum.”

  Kitap aşkını görüyor musunuz? Siz asıl, şimdi yazacaklarımı bir anlayın! Staven Blumberg isminde bir kitap delisi. 1991 yılında yakayı ele vermiş. Yirmi yıla yakın kaçış; yani kanunları alt etmiş.

  Bugüne kadar 23 Bin 600 kitap çalmış. Değeri, 10 milyon dolar… Amerika’da 45 eyaletin hırsızlık dosyaları onun ismiyle anılıyor.

  Gerçek bir kitap delisi; sanırım kırılmayacak bir rekora imza atarken, bu delilik ona pahalıya patlıyor. Kitap deyince; kitap seçme geliyor aklıma. İnsanı azmedeceği, özümseyeceği, güne, yaşamın içine olumlu, üretken eyleme dönüştüreceği bilgilerin kitaplarını seçmek de ayrı bir kitap kültürü…


Güven Serin 

21 Ağustos 2017 Pazartesi

DOYAMADIM YAŞAMAYA




                                  


DOYAMADIM YAŞAMAYA
-------------------------------------

  Onun için Boğaziçi’nin simge profesörlerinden birisi diyorlar. Dile kolay; kırk yıl shekaspeare’yi anlatmış…20 seneden fazla İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı; akıl ve sanatın yolu Mustafa Kemal ile kesişmiş.

  Ayşe Arman yine çok iyi bir iş çıkarttı. Gazeteciliğin yüz akı olacak bir röportaj… Oysa can çekişiyor aziz ve azize medya…

  Oya Başak, öncelikle kendinle barışık bir insan. Yaşama hiç doyamayanlardan… Barışık insan doyamaz yaşamın ince derinliklerine. Ve bu yüzden onu anlatacak eserin ismi; Kahkahanın Derinliği ismini taşır. İzzeddin Çalışlar’ın yazdığı, bir ömrü anlatan yaşamsal seslerin çalışması…

  Röportajında bu işin, bu çalışmanın derinliğini, yaşam felsefesinin büyük kargaşaya meydan okuyuşunu da anlıyorum. Bir gün oldukça hasta yatağında yatmaktadır. Bir arkadaşı gelir yanına;

  “ Ölüyorum” der. Arkadaşının verdiği cevap; “Saçmalama! Her şey rastlantı Oya’cım! Yanlış numara! Deyip telefonu kapatacaksın.” Bu konuşma, altyapısı felsefe, şiir, edebiyatla dolu insanın; o an verdiği bir kararın da başlangıcıdır; “ o an, ölmekten vazgeçtim!”

  Bu dayanak, bu seçim hakkı; ruhsal olandan fiziksel olana; yaşamın kendisine ulaşan bir bağlantı, bolluk, bereket, şans; kaderin seçeneklerine dokunmak gibi bir şey…

  Yıllarca verilen Beşiri Bilimler dersi, bu dersin pratik karşılıklarına yaşamın içinde dokunmak; işte böyle bir şey; yaşamsal ve kahkahanın derinliklerine kadar ulaşma bilgeliği…

  Yaşamaya, yaşamı yaşatmaya o kadar büyük bir ihtiyaç var ki bugünün ülkesinde. Altı ayda kullanılan depresyon ilaçlarının sayısı 33 milyonu aşarken; nasıl bir işkence, nasıl bir can çekişme, yaşayan ölüler ülkesine dönüşümü de bir parça anlatmış olabilir miyim?

  Soylu kararlarınız sizin seçeneğiniz. Ya karaları bağlayarak, her daim kapkara bir yalnızlığı kovalayıp duracak, ya da, en dramatik ortamlardan dahi, yaşam kırıntıları çıkartıp, elimizden gelecek en iyi becerilerle onun birer can simidine, belki bir tekneye, bir limana çevirecek imzayı atarız; belki; niçin düşlemeyelim?

   Niçin denemeyelim? Engel olan kimdir; içimizde ki zavallı tabuların utangaçlığı, bir şey olmaz diye bizi durmadan hapsettiği ruhunun kıçına bir tekme vurma zamanı gelmedi mi?

 Güven Serin 






TRAKYA İNSANI CÖMERTTİR


Tam bir Trakyalı tiplemesi;teşekkürler...




TRAKYA İNSANI CÖMERTTİR
---------------------------------------

  Eğitim, doğum kontrol konularından en iyi dereceye ulaşan Trakya insanı, şimdi de ölüm törenlerinde en iyi yiyecekleri sunma telaşı içinde…

  Daha beş on yıl önceye kadar, ölünün ardından bir helva geçerliyken, şimdi, pilav, hayran, tatlı üçlemesi; yakın gelecekte bu menün çok daha ileri, iştahaçıcı seviyeye geleceğini gösteriyor.

  Süleymanpaşa Belediye Başkanımızın kış günleri, ikram çeşmeleri de bu bonkör Trakya insanı hissiyatıyla ortaya çıkmışa benziyor. Yazın, ikram çeşmesinden çorba akmıyor. Bunun yanında, yakın gelecekte Tekirdağ halkı; yazın da ikram çeşmelerinin, soğuk su, limonata, soğuk hayran vereceğinin ümitleriyle ikram çeşmesinin yakınında ki ağaçların gölgesinde bekleşiyorlar.

  Ölüm törenleri, düğünler; hepsi, Trakya insanının insana verdiği değeri ortaya koyma, var olan zenginliğin paylaşımı adına yapılıyor. Yoksa değil mi? Şüpheniz varsa; ya şimdi konuşun! Ya da ebediyete kadar susun…

  Cenaze kalkmadan önce imam;”hakkı, helalliği” sorar. Ve hep bir ağızdan, isteksiz bir korunun helalliği yükselir gökyüzüne. Helal edilmiştir edilmesine ama bir sürü şey çıkar, ölünün ardından. Küçük, büyük alacaklar; ev halkına duyurmak için gizliden gizliye, haber uçurmalar…

  Trakya insana cömerttir. Uysaldır! Uysaldır; dönüşüme yatkındır. Ölüm törenlerini bile beslenme, şükür etme ev sahipliği görgüsüne çevirdi.

 Biraz muziplik olsun diye şöyle bir düşünceyi kaleme almak istedim. Ölüm törenlerinde; özellikle yoksulların ölümlerinde, geriye kalan sağlar; çoluk, çocuk, eş için; her katılandan bir miktar yardım parası toplanma âdeti, cömertliği yapılsa; ortaya ne çıkar?

  Pilavı, ayranı, tatlıyı yedikten sonra; en az 50 TL’lik bir yardım beklense; bu törenlerin insan kalabalıkları ne hale gelir? Acaba, cenazeyi taşıyacak birileri çıkar mı?

 Her cömertliğin arkasında bir siyaset, ince bir sosyoloji olması; yine insanın değerli bir gelişim keşfinden başka bir şey değil gibi anlaşılıyor. Camilerin serin klimalı mekânlarında, elektrik, su, imamın parası cemaatten istense; zaten dolmayan camilerimizin gerçek cemaatleri nasıl da gün yüzüne çıkar; daha az olanın daha simimi görüntüleriyle karşılaşırdık…

  Trakya insanı cömerttir; artık ölüm törenleri, bir çeşitten, üç çeşide, çok yakın zaman sonra; lüks otellerde ki gibi; açık büfeye dönüşeceğini düşünmeye başladım. Belki de katılanlara ayrı bir çekilişle seyahat, araba bile verecek Trakyalı insanlarımız çıkacak.


  Cömerttir Trakyalı! Aydoğdu Mahallesine çıkıp para dağıtır. İnsanlıktır önceki amacı; sonraki ise siyasi beklenti; çok ince bir hesap; saç telinden bile… Aynı insan; cömert efendi; Aydoğdu Mahallesi çingene çocuklarının da eğitimde üniversiteye, her türlü meslek sahibi olmasını bir türlü ve ısrarla gündeme getirmez… Cömerttir; puslu, dumanlı, bol söylemli ve beklentili bir cömertlik…

Güven Serin 

19 Ağustos 2017 Cumartesi

VAH GRİPİN VAH!


VAH GRİPİN VAH!
------------------------------------------

  Yılların ilacı; girmediği ev yoktur gripinin! Ninelerimizin, annelerimizin, babalarımızın; hatta tüm tanıdıkların kullandığı kocaman bir hap…

  100 yaşına yaklaşan Ayşe Ninem, halen gripin hapını, büyük kolisiyle aldırıyor. Bu düşkünlük, muhtaçlık, çare bulmaktan öte, belki de büyük bir alışkanlığın psikolojik, ruhsal yönünü de belli ediyor.

  Yolumun üzerinde; Süleymanpaşa merkezde olan eczaneye uğradım. Yılların kalfası; Hasan’a seslendim; “ Gripin istiyorum.” Diyerek… Sonrası; bu ilacın yeni nesil tarafından kullanılıp kullanılmadığını sordum.

 —Yok, be ağabey! Yeni nesil böyle şeyler kullanır mı? Kocaman diye mi? Tabi! Şimdi onlar daha zarif, daha küçük hapları tercih ediyor.

Benim aldığım gripinleri yeni nesilden birisine versen; bu ne yahu? Diye gözleri pörtler… Hasan, gripinin satışı, tercih edilişini en iyi bilen eczacı kalfası olarak; “ Bir süre sonra gripin üretilmez! Yok olur.” Dedi.

 Ne çok şey var hayatımızda değişen; yokluğa karışan. Kara sabandan tutun da, öküz, at arabalarına kadar… Komşuluk ilişkilerinden, akrabalık, aile içi ilişkilere kadar; özgürlük, teknoloji, yeni yaşam algıları, hepsinin üzerini silip süpürüyor.

  Daha kırk yıl önce; çiftçinin kullandığı tohumlar beğenilmez olmuştu. Çok az verim alınıyor diye. Daha fazla almak için, daha yeni tohumlar geldi. Gübreler… Ve bununla birlikte soylu hastalıklar; acil ve genç ölümler…

  Dört tane gripin aldım. Ayşe Ninemin hatırına! Bir parça algınlığa iyi gelir düşüncesiyle. Doktora gidip zaman harcama tembelliğini, çıt kırıldım şeysinin delikanlılığa sığmadığını düşünerekten; bir de tarif edindim; soda, limon ile şifaya daha yakın olacağını…

 Güven Serin 



17 Ağustos 2017 Perşembe

KAYNANA,GELİNE KARŞI...






KAYNANA, GELİNE KARŞI…
--------------------------------

  Bu tür ilişkilerde, psikolojik durum çok önemlidir. Birisi oğlunu kaptırdım, oğlum boyun eğdi derdine düşmüş, diğeri; “size ne oluyor? Bu bizim hayatımız! Kocam, yalnız benimdir!” inancıyla, oya işler gibi işler gün ve gecenin içine yayılan sosyolojik örtüyü.

  Oturduğum mekânda akşam vakti. Gün, henüz gecenin içinde eriyip gitmemiş… Yan taraftaki masaya; üç aile geldi. Üç masa birleştirildi özenle. Denizin hemen dibinde; deniz ise sakin bir çizgide… Yunuslar, kıyıların temizlenişine, şenlik havasında dolanıyorlar; Tekirdağ sahilinde…

  Üç aile; üçü de birbirlerine akraba… Baba, anne; kızları, oğulları; elbette, damat ve gelinleri… Büyük ittifakın hemen yakınındayım. Büyük ayrılığın, destansı pusuların, alt etme oyunlarının da çok yakınında; her söylemleri; masama, çaydan önce geliyor.

  Anne ile kızı; çoktan gelinlerine cephe almışlar. Gelin; anasın gözü bir güzellikte; onların bu halini biliyor. Tuzakları çok basit; çocuklarını aşırı korumacılık anlayışıyla; babaanne ve halaya yakın olmalarını engelliyor.

  Oğul; işi, akşamüstü sakinliğine bağlamış. Bir parça saf, biraz kentli; güya yorgun ve ağrıları var… Sigara üstüne sigara…

  Savaş, kaçınılmaz! Geçici anlaşmaların hiçbirinin kalıcılığı yok. Çünkü anlaşma maddelerinde saygıya, sosyolojiye, psikolojiye dair hiçbir şey yok…

  Gelin masadan kalkıp çocuklarının peşine düşünce; kaynana ve kızı; veriyor veriştiriyor… Gelin, zafer kazanmışçasına; o masada, onların evinde fazla kalmayacak oluşunun soğuk; kutupsal püskürmeleriyle; ağrılarını tetikliyor; muhtemelen, hastalanıp erken gidecekler…

  En tarafsız olan damat! Suya sabuna dokunmadan; gecenin sefasını sürüyor. Ta ki, onun annesi ve babası da o masaya geleceği güne kadar…

 Masada karlı çıkan birisi yok. Sevgi çoktan terk etmiş o aileleri. Bireyselliğin tek çözüm olduğuna inanmışlar. Bir de taşlama sanatının sakinliğinin, çekilmez oluşunun farkında bile değiller.

  İster istemez kayınpeder ne yapıyor bu durumda? Bu soru geliyor aklınıza! Oğlunun yaptığını, suya sabuna dokunmadan, birlikte oldukları zamanın keyfini çıkartmaya çalışıyor…

  Sosyoloji, psikoloji, edebiyat; ne büyük gayretleri vardır insanı törpülemek adına. İnsan bu ilimlere bir arkasını dönebilse; ne kirli ittifaklar yıkılacak; bir bilebilse şu zavallı ömrü, debelenerek geçmeden…


Güven Serin 

14 Ağustos 2017 Pazartesi

TEBESSÜME SÜZÜLEN MAHCUBİYET



TEBESSÜME SÜZÜLEN MAHCUBİYET
---------------------------------------------

  2017 Londra, Dünya Atletizm Şampiyonası sona erdi. Türkiye’nin de yarışmaya katılıp bir altın madalya aldığı yarışlar; ulusal, uluslar arası anlamda ayrı güzelliklere sahne olurken, kişisel manada, insan denen canlının kazanma-zafer psikolojisini insan erdemi ve sevgisiyle nerelere taşıyabileceğinin de resimleri çıktı ortaya.

  Şüphesiz, spor karşılaşmaları uluslar arası hale geldiğinde bir başka heyecan yaşanıyor. İsmi duyulmayan, dünya sıralamasında; ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan altlarda olan ülkelerin telaşıyla, en üste olan ülkelerin ölümcül koşuları…

 En dikkat çekici sahnelerden birisi de son gün; erkekler 1500 koşusunda yaşandı. Kenyalı atletlerin üçünün de baştan sona önde koşması; ince uzun bacaklı siyah yüzlerin, buruk coşkularının yanında, kurtuluşa, zafere inanmış, ciğerlerini zorlayan bir koşu…

  Yarışmaya daha baştan birinci başlayan Kenyalı atletlerin en büyük rakipleri de yine kendileri oldular. Dermansız görünen ince uzun bacakların, ne büyük bir adanmışlık içinde kurtuluşa;” Ya esaret, ya ölüm!” algısına denk bir koşu…

  Ağızlar sonuna kadar açılmış! Ciğerlere giren oksijen yetmezlik içinde… Kalp, kan pompalama gayretini en üste çıkartmış… Birinci ve ikincinin Kenyalı atletlerden çıkması; Altın ve Bronz madalyalara ulaşmalarıyla sonlandı.

  Kenyalı Atlet Motonei Manangoi 1500 metre altın madalyayı aldı ve ülke milli marşı seslendirilirken, yakın çekim yüzü, ruhunu anlatıyordu. Henüz, ciğerlere çekilen havanın dengelenmemiş ağız açıklığı, beyaz dişler ve bir tebessüm…

  Öyle bir tebessüm ki, utanmadan, korkmadan, sakınmadan besleniyor. Öyle bir tebessüm ki; mahcubiyet ile birlikte süzülüyor; Afrika’nın başlangıcından, saz kulübelerden çok öncesinden; taş mağaralardan, ağaç tepelerinden, sımsıcak çöllerden ve büyük utanmazlıktan önce ki zamanlardan süzülen bir mahcubiyet…


 Güven Serin 

10 Ağustos 2017 Perşembe

ÖLÜ İKİ TAKLA ATARSA...


Büzgen-Sfinkter

ÖLÜ, İKİ TAKLA ATARSA!
----------------------------------


  Ölüler iki takla atarsa; diriler neler yapmaz? İp cambazlığa soyunan, her gün farklı iplerde oynayan biz diriler…

  Düşünsenize; atların çektiği bir cenaze arabası! At arabaları deyince; Şişhaneye Yağmur Yağarken, Haldun Taner’in çöpçü beygiri Kalender geliyor gözlerimin önüne. Her şey, yağmurlu bir günde, saat 15.00 sıralarında Kalender’in ürkmesiyle, arabanın devrilmesine yol açan bir süreçle başlar…

  Bugün, burada Şişhanede ayağı kayıp da düşen Kalender’i konu etmeyeceğim. Yıllar ve çok yıllar önce, bir başka ölü taşıyan at arabasının devrilmesi ve üzerinde taşıdığı tabutun yere düşüp iki parçaya ayrılması, içinde yatan Paddy Dignem isimli ölünün iki takla atarak boylu boyunca yere uzanmasını konu edeceğim.

  Aynı zamanda edebiyat denen mucizenin, anlatım, algı ve sunum farkını görmenizi dileyeceğim. Ölü, üzerinde bulunan ve ona bol gelen kahverengi tulumu, kırmızı suratıyla yeryüzüne yeniden dönmüşçcsine ağzı açık,çenesi düşük bir vaziyette öylesine bakıyor…

  Bunu gören; bunu düşünen yazar ne yapsın? Anatomi bilgisini, tiyatro meziyetini konuşturacak elbet.

 Ölünün açık ağzının ah konuştu, ah konuşacak;” Sanki ne var, ne yok ?” hal hatır sormak isteyen kırmızı suratlı bir ölü… Ama yazarın bütün telaşı; ölünün büzgenlerini düşünmek olur. Nasıl ki çenesini tutamazsa kırmızı suratlı ölü; insan bedeninde kırktan fazla bulunan büzgenlerini de kontrol edemeyeceğini bilir yazar.

  O yüzdendir telaşı! Hemen, bütün deliklerinin bal mumuyla tıkanmasını ister; ifade eder… İşte tam da bu anda; bu büzgen kültürünü; anatomik bilgiyi öğrenir öğrenmez; bütün büzgenlerime derin bir SAYGI duydum… Oldukça derin ve büyük bir minnet…

  Neden mi? Çok yeni; tanıdığım orta yaş bir beyefendi kolon ameliyatı geçirdi. Kalın bağırsağı tümüyle alınmak zorunda kaldı. Bundan böyle büzgenlerden en önemlisi sayılan bir veya birkaç tanesini kaybetti. Bedeninin yan tarafında taşıdığı bir torba ve günün hangi saati içine, hangi ölçüde akacağı belli olmayan gaita ve kokuları; büzgenini yitirmiş olmanın acısıyla; ağlıyor…

 Ne kadar ağlasa insan; az bile… Yaşamın içinde kaldığına sevinmenin büyük tarafı, insan büzgenlerinin ne büyük değer taşıyan bir mucize olduğunu; doğum esnasında; hıkınan, sıkınan kadınların da bu büzgen sayesinde doğum yaptığını; her açılan büzgenin veya kapalı tutulanın; paha biçilemez değerlere sahip olduğunu biliyorum artık…

 Güven Serin 


KADIN KALÇASINA ŞAPLAK ATMAK...

Pierre Auguste Renoir



KADIN KALÇASINA ŞAPLAK ATMAK!
--------------------------------------------------

  Kadın ve kalça, yan yana gelince biz erkeklerin gözlerinin yerinden çıkıp, dürtülerinden yayılan kanın sıcaklığı karşısında doludizgin olduğunu düşünüyorum.

  Aynı düşünceyi taşıyan Fransız ressam, heykeltıraş; günümüzden 150 yıl önce kadın kalçaları üzerine yapılacak resim için şu düşünceyi dile getiriyor;

“ Eğer tablodaki kadının kalçasına bir şamar aşk etmek arzusunu duyarsam, bu tablo artık olmuş demektir.”

  Bir kadın kalçasının güzelliği, yüceliği; bir sanat olayının ortaya çıkıp, ruhsal ve psikolojik olarak kabul görüşü; yani, zanaattan sanata dönüşümü de böyle bir şey olmalı…

  Yıllar önce; İstanbul Üniversitesi Avcılar yerleşke çay salonunda bir resim gördüm. O zaman uzunca baktığım resim, Fransız ressam, heykeltıraş Renoir’in olduğunu bilmiyordum. Bildiğim, hissettiğim tek şey; o tablonun karşısında ayrı bir hissiyat içinde sessizliğe, dönüşüme uğradığım.

 Sonra, hissettiklerimi, sıradan sanat görgüm ışığında gazetemizin köşesinde yazmıştım. Şimdi, Pierre Auguste Renoir’i tanımaya başlayınca, o resmin ona ait olduğunu öğrendim. Tekrar, yıllar sonraya, yine o tablonun sosyolojik, psikolojik, edebi anlatımına yaklaştım.

 Tablonun ismi, Tekne Gezintisi Öğle Yemeği Tablosu… Üniversite Yerleşkesinde bu tablonun kopyası asılıydı asılı olmasına, ama ismini, sanatçının anlatmak istediğinden çok, kendi anlatımını aktardım gazete köşesine.

 Tabloda ki resim; hali vakti yerinde ki şehir insanlarını, birlikte çıktıkları tekne gezintisinde uğradıkları lokanta da yemek yerken, bir birlerine duyulan hissiyat, giyim, kuşam, yiyecek ve içecek zevklerinden tutun da, gün ışığının, gölge yerin insan bakışına yaratılan üç boyutlu çalışmanın zevkini görmek mümkün.

  Yemekte kimler yok ki? Bir defa, iyi düzenlenmiş, içki şişeleri, zengin meyve tabakları olan bir masa. Aynı zamanda sanatçının sonradan evleneceği sevgilisi Âline Charigot, küçük köpeğiyle oynamakta.

  Bu tablo için kritik yapanlar şöyle söylüyor; “ Nazik Kaos”

Mavinin, turuncunun, laciverdin; renk ve desenlerin, ruh ve bedenlerin anlatımıdır bu eser…

Güven Serin 



9 Ağustos 2017 Çarşamba

ŞAFAK VAKTİ RÜZGARI YAKALAMAK


Kamera; Güven-Ganoslar Diyarı 


Kamera; Güven 
Fotoğraf çekmek kolay değil; Yunus Usta
iyi iş çıkartmak için her yolu deniyor.


Kamera, Güven
Yeşilin her katmanı,değerlidir,hoştur..


Kamera; Güven
Bülent Yorulmaz,gördüğü tepeler,vadiler karşısında
içselleştirme yapıyor.


Kamera; Güven
Uçmakdere Güney Tepeleri
Anıt Ağaç,zamansızlığı ve zamanı anlatıyor...

Kamera; Bülent

Sabah Kahvaltısı;doğaya teşekkür töreni..

Şarabı unutmuş olmamız,çay ile minnet
duymayacağımız anlamına gelmez elbet..


Kamera; Güven 
Ganoslar İçiçe Geçmiş Tepeler


                                           ŞAFAK VAKTİ RÜZGÂRI YAKALAMAK



  Böyle bir algı, düşünce, hayal olmaktan çok gerçeğin ta kendisidir. Eğer, çevrenizde Ganoslar (Işıklar) Dağları gibi dağlar, içtenliğin, iç içe geçmişliği diyarları varsa, o sabah tembellik etmeyip, gecenin 04.00 zamanı uyanıyorsanız; bu mümkündür.

  Vakit, şafağa uzanan vakitse; gün tazelik kokuyor demektir. Algınızın genişliği, duyarlılığı, şaşkınlığı karşısında minnetten öte bir sarılış destanı yaratmanız da mümkün…

  Dağlara, ormanlara, tepelere ve oraya ait; insandan çok önce gelmiş; bütün hayvanlara; karatavuklara, kekliklere, bülbüllere, çobanaldatan kuşundan kartala, domuza, çakala, tilkiye, farelere kadar tümüne insafın derinlerine bakan ilmi ve vicdani bir sarılış gerçekleştirmek, oldukça insan işi…

  Vakit, gitme vakti; aynı zamanda Ganoslarla özlem giderme anı demek olduğunu; ben kadar yürüyüşe katılan; Yunus Usta ve Bülent Yorulmaz da biliyor. Bu bilgi, bu heyecan Bülent için daha çok yeni olsa da; Yunus Usta ile başlattığımız bu Ganos, şafak yolculuğu yılları birbirine bağladı.

 Bu yüzden, Bülent,şafağa doğru ilerlerken sordu; “ Güven ağabey,bu yol nereye gider?” Bu soru, bilinen bir yolun tarifi, harita bilgisi olmaktan öte geçti; Theo Agelopoulos’un bir filmi içinde ki sahne sorusu gibi; yaşamın, uygarlıkların derinliklerine dikkat çeken bir algı yarattı.

 Gerçekten de bu yol nereye gider? İnsanlığın, uygarlıkların, henüz ortaya çıkmış kıymıklar bile tam anlaşımazken, bunca çabanın, savaşın, barışın bir türlü uzlaşılmayan cennetsel düşlerin, cehnnemi fikir ve yalnızlıkların; kısır döngülerin yolu; nereye gider?

 Cevap vermedim. Bilerek… Bülent de bilerek, cevabı istemedi… Biliyordu ki, doğaya, ilime, felsefeye, edebiyata doğru yürüyüş başladı mı; sonu yok! Bilinenlerden çok daha fazla; bilinmeyen…

  İran’ın çok önemli kadın şairi Furuğ Ferruhzad 32 yıllık ömre, halen yanına yaklaşılmayan özgünlük, öncülük sığdırmıştır. Şiir yazmanın yanında, yaptığı belgesel, çok önemli bir insanlık gerçeğine IŞIK tutuyor;

  Cehalete… Yoksulluğa… Kadının günahlarına dikkat çeken erkeğin hokkabazlığına da… Furuğ’un çektiği belgeselin ismi, Eve Karadır!

  Bu karalığın bulaşıcılığını, hastalığın ilacının yine insan olduğunu bir kez daha hatırlama heyecanı ile Ganoslara her çıkışımda, kavuşum anında; Ganoslar Işıktır! Diyeceğim… Denizdir… Ihlamurdur… Kekiktir… Kekliktir… Çam ağacıdır… Çobanaldatan, Karatavuk, bülbüldür… Adaçayıdır, üzümdür, bağdır; kayıp medeniyetlerin diyarıdır…

  Hafta sonu bu bölgeye hakkını veren bir gözlem içinde giderseniz, bölgenin tarihsel, mitolojik, doğal ve sosyolojik güzelliklerinin yanında, yalnızlığa terk edilmiş köylerinin, doğasının nasıl da büyük bir işgal veya huzur arayıcıları tarafından görülmeye değer olduğunu; akan araç trafiğinden anlarsınız.

 Tam da her şey doğallığını korur, henüz bozulmamışken; her şeyin ticaret olmadığını tüm kurullar ve bu konuda önce şehirler, ülkeler incelenerek, bu yörenin, vahşi bir ticari anlayış içinde yok edilmesini önlemek de elimizde.

  Gözlemecilere verilen görgü, ticari uyarılar, destekler işe yaramış. Uçmakdere, sancılar içinde doğum yapan annenin, doğmuş bebeği gibi; artık, gülümsüyor; bu işin öncüsü olabilir; ben de Ganoslaran evladı, kendisiyim, diye; gün ışıktır, çoğalma, yaşam çığlığıdır, diyor.

  Bölgenin anıt ağaçları da oldukça çok ve bakıma muhtaç… Hiçbir şey, bunca yıla boşu boşuna dayanmaz. Bir anlamı, açıklaması ve saygınlığı hak eder… Uçmakdere’nin girişinde ki anıtsal çınar ağacı gibi, Uçmakdere’in güney tepelerinde, eski manastır bölgesinde ki anıtsal ağaç; acilen, bakıma, korunmaya ihtiyaç duyduğunu; koşulsuz bir doğal güzellikle anlatıyor.

 Sabah kahvaltısını işte bu anıt ağacın hemen yakınında ki çeşmenin yanında yaptık. Manzaranın ucu bucağı yok… Tarifsiz katmanlar… Yakınımızda ki incir ağacının hoş kokulu, yaprağında ki davetkârlık, yaseminleri, karanfilleri, gülleri, ıhlamurları, iğde ağaçlarını imrendirecek kadar yoğun…

  Kahvaltı, dürbün ile doğanın manzaralarına bakışla devam etti. Elbette Leonard Chen’in Waiting For The Miracle şarkısı da manzara izlerine tanıklık etti. Furuğ’un Yeryüzü Ayetleri kitabından üç şiir okudu. Birini Yunus Usta, birini Bülent ve diğeri benim tarafımdan…

 Bunca güzellik; doğanın milyonlarca yıl çalışmasının ürünü. Ancak, edebi, felsefi, tarihsel, sosyolojik, insana dair doğaya doğal bir sokulmayla anlamlandırılıp değerli bir ana dönüşebilir. Yıkmadan, yok etmeden, batırmadan… Herkese; bütün canlılara, insanlara ait bu değerlerin misafiri olduğumuzu bilerek; evimize girerken ayakkabılarımızı bile çıkarmayı önemli gördüğümüz gibi; titiz, nazik, şefkatli ve görgü içinde dokunarak…

 Yunus Usta İranlı şair Furuğ’un kitabını eline aldı ve bir sayfa seçip okudu;

Güneş soğuğunda
Bereket yeryüzünden uçup gitti

Ve çayırlar kurudu ovalarda
Ve balıklar kurudu denizlerde
Ve toprak ölülerini,
Kabul etmez oldu…


 Güven Serin 








8 Ağustos 2017 Salı

BEDRİ RAHMİ'Yİ LANETLİYORUM


İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZESİ



BEDRİ RAHMİ’Yİ LANETLİYORUM!
----------------------------------------------

  Sahilde, yan tarafımda kadınların çoğunlukta olduğu masada ki kadınlardan birisinin ifadesi, yorumu Bedri Rahmi Eyüpoğlu üzerineydi…

  Aslında, konu Bedri Rahmi’ye gelmeden önce; gittiği yerler, kıtalar, ülkeler konuşuluyordu. Avrupa’dan, Amerika’ya, oradan Avustralya’ya kadar… Masanın başkahramanı gibi sözü dinlenen, konuşmaları yönlendiren Amazon vari kadın; bir süreliğine dinlendiği zaman; entelektüel sanılacak kadar görgü saçıyordu!

  Nereden esinlendiyse esinlendi, elinde ki akıllı telefondan internete, oradan da Bedri Rahmi’nin hayatına girdi. Aslında elimde ki, masamda ki kitap Bedri Rahmi’nin 1950’li yıllarda çeşitli dergilerde yaptığı çalışmaları anlatıyordu.

  Kadın, birkaç dakikada Bedri Rahmi’nin hayatını okudu. Bedri Rahmi’nin Karadut şiirinin hikâyesinin anlatımın yaptı. Ermeni kızı Mari’ye duyduğu aşkı, Mari’nin hastalığı ve Bedri Rahmi’nin onu iyileştirmek için varını yoğunu sattığı; ama yine de Mari’nin genç yaşta ölmesini engelleyemediğini…

  Bu büyük aşk sonra, Mari’nin ölümü ve Bedri Rahmi’nin kendisini içkiye vermesi… Sonra, eşi Eren’in onu tekrar bağrına basıp, eşine dönmesi; yan tarafta konuşan kadının Bedri Rahmi için verdiği idam kararını da açıklamasına neden oldu.

  Kadın, Bedri Rahmi’ye, sevgilisi öldükten sonra eşine dönmesi nedeniyle cephe aldı. Onu lanetliyorum, dedi. Kahkahası ise ölümcüldü… Edebiyata, yaşanmışlıklara, sevdalara, resimlere, şiirlere saygısının hiçbir şekilde olmadığının duyumu; ruhumu titretti; savunmasız kaldım.

  Entelektüel kadın, edebi, sosyoloji açıdan hiçbir şekilde fikri olmadığı ortaya döküldü. Yoktu yok olmasına bilgisi; ama neredeyse savaşa katılan komutan öncülüğünde bağırarak varmış gibi savuruyordu hiddetini, kinini;

“ Bunların hepsi böyle; lanetliyorum böyle adamları.” Diyerek kahkaha ile bitirdi Bedri Rahmi hikayesini...

 Güven Serin  



7 Ağustos 2017 Pazartesi

GERÇEK SANAT ŞAŞIRTMAYA DEVAM EDİYOR



GERÇEK SANAT ŞAŞIRTMAYA DEVAM EDİYOR
---------------------------------------------------------


  Sanatçı en çok, en anlatılmaz ve en göz önünde olanlara dikkat çeker. Kalıpları, ezberleri, duyarsızlıkları şöyle bir yoklar… Ses geliyor mu gelmiyor mu? Her şeyden önce, iyi sanatın kendi başının çaresine bakacağın, kendi ruhunun azat edilip, vahşi kalabalıkların gafletine yenik düşmemesinin uyarıcı yalnızlığına imza atar.

 Picasso İspanyol iç savaşı bombalanan şehirler, yok edilen insanlık, eseler için bir tablo yapmıştır; GUARNİCA… Nice söylevlerin, kitapların bile bu dokunaklıkla anlatamayacağı kadar özgün bir anlatım; her çağa bir şey katmak, birilerini dürtmek, uyandırmak için var edilmiş bir eser; yapıt…

Furuğ Ferruhzad da aynı evrensel amaç için sorumluluk hisseden; tüm protestoları, konferansları, çığlık ve şikayetleri bir araya getirsen, bu dizelere boyun eğip saygı gösterecek dizelerle anlatmıştır; her başlangıcın bir sonu olduğunu; her çılgınlığın, başıboşluğun da karşılık göreceğinin başyapıtı sayılacak şiirini, hiçbir elektronik aletin güçlendiremeyeceği kadar duyarlı, duyulur bir fısıltı içinde söylemiştir:

Güneş soğuduğunda
Bereket yeryüzünden uçup gitti

Ve çaylar kurudu ovalarda
Ve balıklar kurudu denizlerde
Ve toprak ölenlerini
 Kabul etmez oldu

 Ninelerimizin bir ağıt gibi tekrarladığı nice lafın, tarihsel, sosyolojik ve deneyimsel bir karşılığı vardır. Minnet duyulsaydı bu törensel aktarımlara; cehaletin kurnazlığına teslim olunmasaydı; ninelerimizin ; “ Böyle yaparsanız, bereket olmaz, kalmaz!” söylemlerinin, bizlerin tembelliğini, duyarsızlığını anlattığını anlama mirası olarak başköşeye oturta bilirdik.

  Oysa bizlerin beklediği miraslar; tamamen mal-mülk üzerine… Acı bir acı…

 Güven Serin 




5 Ağustos 2017 Cumartesi

BU NE İŞTİR AMCALAR,ABLALAR?




BU NE İŞTİR AMCALAR ABLALAR?
-------------------------------

  Kabalık, argo almış başını gidiyor. Üstelik doludizgin… Nezaket; kibarlık budalası gibi algılanıyor. Klasik müzik, sanat müziği dinlemek; üst düzey algılamalarla yalnızlaştırılıyor. Bağırmanın bile farklı algıları; diz çöktürmeleri kural, yasa, gelenek haline gelmiş.

  Amcalarım, ablalarım; birisi; efendice bağırsa, nazikçe taleplerini dile getirse; o birisinin talebini, dilekçesini neredeyse hiç kimse, kurum dikkate bile almayacak hale geldi. Bu nice iştir; amcalarım, ablalarım?

  Kim kime, dum duma, yaşam, yaşanır olur; yaşamdan keyif alınabilinir mi? Bir laf; S..m,sözcüğüyle,sokarım uyarılarıyla başlamadı mı;dikkat eden bile yok. En zarif, en ilmi düşünenler bile bu tür lafların uyarılarına yazgılıymış gibi; önceliğin bu tür efendilere geçmesi; bir kadersel tercih, yoksa eğitimin, öğretimin kapanmayan yaralarının; cerahat fışkırması mıdır?

  Bir tanıdığım;Tekirdağ’ın önemli bir şahsiyeti,bu tür;s..k,eylemine susamış,kösnül efendilerle ilgi şu buluşu yapmıştı; “ Ne büyük şeyleri var;her yere ulaşıyor!” Hâlbuki köy boğası bile tercihlerini, olağan, doğal süreçlerde yapar; üremenin, soylu hatırına; ineğin aşımına yardımcı olur. İnek hazır değil; kızışmam yoksa yan, bile bakmaz; boğa; yani hayvan bile…

 Bunca, sesleniş; S…k ile başlıyor, bir dua, besleme gibi olmuşsa; bunca amca, abla ne işe yarıyor? Bu kadar kurum, müdürlük; adı üstünde; Milli Eğitim, Milli Kültürümüz, Ahlakımız; kemirgenlere teslim edildi de ağlayanımız mı yoktur; amcalarım, ablalarım?

  Taptaze bir olay; kadın, telefonda ki kişiye; en hakiki erkeğin en vurucu argo seslenişiyle; aynı işi yapıyor; yani, bildik o s…k,işini… Hakaretin en güçlüsü sanılıyor; oysa ne hakaret sayıları geldi geçti bu dünyadan; toz duman oldular; eserleri, esameleriokunmaz, duyulmaz oldu…

 Güven Serin 



4 Ağustos 2017 Cuma

BİZ DÜNYADAN GİDER OLDUK





BİZ DÜNYADAN GİDER OLDUK
-----------------------------------------

  Hayrandır halkın türkülerine; şairlerine, şiirlerine, hikâyelerine… Öyle bulmuştur sanatın, zanaat ile buluşmasını; böyle bir yolun yolcusu olmuştur; Bedri Rahmi Eyüboğlu…

  Bir dize; birkaç sözcük bırakmıştır bu felsefeye dair;

Biz dünyadan gider olduk.
Kalanlara selam olsun.
Ama hep böyle gidecekse bu dünya,
    Canım Yunus!

       Kalanlara haram olsun…

Güven Serin 

3 Ağustos 2017 Perşembe

DİNGİLİN TEKİ...



DİNGİLİN TEKİ…
----------------------

  Ne acayip bir memleket; ne muhteşem argo sıfatlarıyla derdimizi; dertlerimizi anlatıyoruz? Bu acayip işin sonunda;” Hadi be dingil! Bu kadar da olur mu?” sözcüklerini mırıldandığımı itiraf ediyorum.

  Diyeceksiniz ki;”Dingil” sözcüğünden ne çıkar? Argo manasıyla çok şey çıkar. Oysa dingil, bir aracın omurgası sayılırken, insana hitaben söylendiğinde hakarete dönüşüyor. Hoca Nasrettin mi? Yoksa az bilir, az okur olmanın çabuk kavuşumları mı? …

  Her gün; hatta otuz yıldır yürüdüğüm caddede; Hükümet Caddesinde yürüyorum. Yine bildik o koku; caddede ki kuruyemişçi, hile yapıyor. Tam da insanların en yoğun zamanında, ya, leblebi kavurur; ya da kahve çeker.

  Bu sefer, kahve çekiyordu. Önümde yürüyen; orta yaşın üzerinde ki kadın; “ Mis gibi koktu” diye seslendi; yanında ki bey efendiye. Beyefendi duymamış gibi sordu. Kadın, yine “ Misss gibi kokuyor; kahve.” Dedi. Demesine dedi ama kuru yemişçinin yanından en azından 15 metre de uzaklaşmıştı.

  Bizim beyefendi; “istersen alayım” deyince, kadın da psikolojik olarak “Evde var, gerekmez.” Diye cevapladı. Beyefendi dedik ya; aslında halk arasında böyle efendilere; “DİNGİL” diyorlar. İyi mi yapıyorlar? Kötü mü?

 Niçin Dingil? Ağabeycim; alacağı 100 gram kahve; ederi 5 TL… Bir insanı mutlu etmek bu kadar az bulunur ve bu kadar ucuz bir şey görünse de; öncelik almak, pratik ve efendilik yapmak; zor zanaat…

  Dingillik; ise oldukça bol! Ah, bir kıt olsa? Oysa o mis koku, kadının burnunun direğini sızlattı… Bir parça ses tonu, insan psikoloji neleri uzanır; ne muazzam şölenlere doğru patikalar oluşturur.

  Böyle zamanlarda Barış Manço’nun “ Ayı “ isimli şarkısını da dinlemek için yanıp tutuşuyorum…

Güven Serin 


2 Ağustos 2017 Çarşamba

HEPİMİZE AİT BAKIŞLAR


Çingeneler Zamanı-Ljubica Adzovic

Ona adamış bir çalışma...


Ljubica Adzovic-Sutomore -Karadağ


HEPİMİZE AİT BAKIŞLAR
-------------------------------

  Fotoğrafa veya resimde ki yaşlı kadına bakınca gördüğümüz şey; hüzün dolu bir kadın. Görmüş, geçirmiş, deneyim sahibi olmuş insan yüzlerinden sadece birisi. Belki de en etkileyici olanlarından sadece birisi…

  Ninelerimizin bakışlarını yakaladım bu Balkan kadınında. Üsküp, Makedonya doğumlu! Çingeneler Zamanı filminde oynadı; bir oyuncu olmaktan öte; belki de kendi yaşamını seyir ettirmeyi düşündü; düşünüldü…

    Bu fotoğrafta ne görüyorsunuz? Diye sorsam? Yaşlı bir kadın… Üstelik sigara içen, bir parça erkeksi bakışları olan bir kadın yüzü… Görmüş, geçirmiş bir insan…

  İnsanın, insanlığın ortak özelliğidir; sineye çekilen yüz ve ruh çizgileri; bir ağacın her yıl bedeninde oluşturduğu bir yaşam halkası gibidir. Yeryüzünün ortak bakışları, taşıyıcılarıdır bu yüzler; sanki bütün çileleri, çirkinlikleri, pislikleri kendi bedenlerinde, bir arıtıcı, damınım evi gibi; en iyi olana, en kutsal ve nadide şeye; bakışa çeviren canlılar.

  Ljubica Adzovic, şimdi Sutomore Karadağ’da rüzgârı bol olan bir mezarlıkta; o bakışların hatırına huzur içinde; belki de sigarası halen yanıyor, tütüyor olabilme ihtimalinde…

 Güven Serin 


1 Ağustos 2017 Salı

YAPAĞI YATAĞIN HAZİN SONU





YAPAĞI YATAĞIN HAZİN SONU
----------------------------

  Kütüphane dönüşü, bir zamanlar ahşap evleriyle önlü mahalleden; Ertuğrul Mahallesinin sokaklarında ilerliyorum. Denize, dönük sokaklardan, mahallenin buruk yalnızlığından etkilenmekten kurtulmuş ama vazgeçmemiş bir insan kılığında…

  Issızlaşan ve her geçen gün yok olan evlerin birisinden bir yatak çıkmış dışarıya. Atılmış, belki de orayı talan eden, evsizlerin, barksızların işi…

  Yapağı yatağı, şimdilik bağrının deşilmesiyle kalması, ibret sel anlaşılırlık görüntüsünü daha da hüzünlü yapıyor. Bir zamanların olmazsa olmazı olan yapağı yatağının içinde ki yapağıları bir kısmı sokağa dökülmüş. Büyük kısmı, yatağın içinde duruyor.

  Kim bilir kaç koyunun yünü, yapağı haline, hangi aşamalardan geçerek geldi? Kuzu oldu; otlardı koyun oldu. Yün, yapağı oldu; insan ellerinden; makaslardan, düzen ve düzeneklerden geçerek en sonunda, en kıymetli bir yatak; gösterişli ve ağır bir eşya…

  Ya şimdi; Tekirdağ Ertuğrul Mahallesi ahşap evleri gibi bağrı deşilmiş durumda… Ölmüş de ardından ağlayanı yok! Kimsesizlerin düştüğü bir durum… Hızla değişen dünyanın, ihtiyaç kalmayınca, peş para etmez duruma düşen eşyaları; insanın ne kadar çabuk vazgeçtiğini anlatmaktan öte; tüketim ve yapay slogansı eğitimlerin, eşyaya davranışlarının, doğaya ve insana dönük de aynı hal aldığı; soğuk, donuk bakışlar altında, yalnızlaşan bir insanlığın ortaya çıktığın anlatıyor.

  Anlaşılmıyor mu? Sancınız henüz göbeğinize, bir türlü dokunamadığınız ruhunuza henüz baskı yapmıyor mu? Bunca hapın, telaşın, korkunun sebepleri nedir sizce? Bu kadar çok eşyalarımız, şaklabanlıklarımız olduğu halde? …

Güven Serin