31 Temmuz 2017 Pazartesi

KİM KORKAR SANATTAN?




KİM KORKAR SANATTAN?
-------------------------

  Milyonlarca kitabın yakıldığı dönemler, sadece 1940’lı yıllar diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Babil’in, İskenderiye ve Bergama Kütüphanelerinin başına gelenleri, içiniz sızlayarak mı, yoksa halsiz bir pişkinlik içinde mi algılarsınız? Bilemem… Bilmek de istemiyorum…

 Sanatın hangi dalı en çok korkutandır? Diye düşünsek; bütün hepsi tehlikeli bulunmuştur; öteden beri… Kimler tarafından? Elbette; gücü, iktidarı elinde bulunduran; hükümdarlar tarafından.

  Yakarak yok etmişlerdir eserleri ve eser sahiplerini; analarından doğduklarına pişman eylemişlerdir. Cumhuriyet çizerlerinden Musa Kart’da hapsedilmiş sanatçılardan sadece bir tanesi. Amerikalı çizer, Molly Crabapple, Musa Kart için bir karikatür çizdi; gerçek dışılığa, sahteciliğe gülümsemeye çalışan bir yüz; MUSA Kart…

 Acının, hüznün, korkunç şaşkınlığın gülümsemesi mi olur? Diye soruyorsanız; bu yüze bir bakın?

Güven Serin 





28 Temmuz 2017 Cuma

VANYA DAYI BİZE BİR ŞEY ANLAT






                            VANYA DAYI BİZE BİR ŞEY ANLAT



 Tıpkı,120 yıl,1200;belki de 12 Bin yıl önceki gibi; bizden bir şeyler dinlemek isteyecek olanların yanında, bizim dinleyeceğimiz, bir şey anlatsın diye yalvaracağımız insanlar olacak… Oluyor da; an ve an…

 Değişen şey ne? Masallar ve destanlar yerine; hikâyeler, şiirler, şarkılar mı? Onların yerine, yemek yediğimiz masanın soylu çirkinliği, pişmiş kelle gibi sırıtıp, poz esnasında her daim; iyi, güzel ve güleç görünme merakı mı?

  Anton Çehov’un Vanya Dayısına seslenir, oyunun oyuncuları; “ Vanya Dayı, bize bir şeyler anlat!”

  O da, heyecanla sorar; Ne anlatayım? Yeni bir şeyler anlat! Vanya Dayı, dünyevi cebelleşmeyi bir güzel tekrar ve o sanatsal cevabı verir; “ Yeni mi?”, “ Yeni ne var ki?”

  Tekerleğin bulunuşu, at ve öküz arabalarının konforu, buharın saygın hizmeti; demir yollarının muazzam taşımacılığı derken; uzayın perdelerini yırtan, jet motorları; uzun ömür denemeleri… Mısırlılar da denemedi mi ölümsüz olmayı? Ya, Uruk kentinde ki kral; ölümsüzlük otunu aramadı mı?

  Bulup yediyse; şimdi nerede; tabletlerin anlattığı muazzam medeniyetin, yıkık harabelerinden başka, şen medeniyet nerede? Tekrarlanan, yeni görünen, eskinin bir başka tekrarı değil midir? Etkilenme sancısı, tekrar etme tutkuları; az çaba, az bilgi ve görgü; tutuşulan kabul görmüşlük; benzerlikten, tekrardan başka neler getiriyor bize?

  Tarih Bilimcileri ne güzel oturmuşlardı önce ve sonrasını! Şimdi, Göbekli Tepe diye bir yer çıktı; 12 Bin yıl öteye gidiyormuş! Hiçbir yere sığmıyor. Ne ötesi, ne berisi; M.Ö.-M.S. Hiçbir tarih boşluğuna, aralığına sığmıyor.

  Taşlar, şekiller, oyma zanaat ve sanatları; hangi dine, hangi medeniyete katılacak? Yeni bir şey getirecek mi insanlığa?

  Bir taraftan bizi zorlayan yer çekimi! Neredeyse 5 Milyar yıldan bu yana dönen; dönmekten bıkmayan bir dünya; uzay boşluğuna güzel bir ışık, mavilik katmaktan başka ne yapıyor? Marsa gidecek olan koloninin son hazırlıkları, bitmeyen deneyler ve 6 ay sürecek yolculuk… Geriye dönüşü olmayan sözleşmeler; gönüllü; dünya değişimleri…

  Yeni bir şeyler mi getirecek dünyanın çılgın bıkkınlığına? Daha sevecen, daha yardımsever ve adil olmayacağımızın işaretleri, daha zengin, daha bilgin, bilgili oldukça; olmadığına göre; daha uzaylı olunca, tanrı ve kullar ayrıcalığı daha da keskin hale mi gelecek?

  Aztek, Maya işaretleri, kurban törenleri, eskinin, hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu, bir kez daha hatırlatsa da; yeni özgürlüklerin, dayanılmaz yalnızlıklarının destanlarını kim anlatacak? Şarkıların, masalların, hikâyelerin desteğini kaybeden insanlık; sadece; beylik sözcüklere, pozlara adamış, bir başka kurban töreni; bir başka, Aztek, Maya Medeniyetinden başka bir şey olmayacak mı?

  Vanya Dayı; bizi bir şeyler anlat! Yeni bir şeyler olsun! Yeni ne var ki? Her şey eski… Yeni oluşumların hepsini, eski kahramanlıklarla süslemenin, en ayrıcalıklı millet olduktan sonra, kendi milletinin en ayrıcalıklı insanı olup, kaidenin üzerine çıkmaktan başka ne telaşımız var?

  Sevgili, sevecen olmayı bile şarta-şurta bağlamış bir uygarlığın, zavallı kıymıkçıklarından başka neyiz biz? Yeni ve yenilikçi mi? Muhafazakar ve her şekilde karlı çıkacak soylu kurnazlar mı? Hem ötesi için; hem burası…

  Bütün bu sözcükler; sıkı anlam arayışları, canınızı mı sıktı? O zaman, şu köşeye; karşıya bir bakar mısınız? Lirizm, size kıs kıs sırıtıyor; sımsıkı yapışın; muhtacız onun esenliğine, şiirselliğine; muhtacız bütün masalların, destanların yeniden inşa ediliyor oluşuna. Realizmin asık suratını görmektense; hisse senetlerinin, tapuların, mal ve mülklerin dayanılmaz ağırlığını, kasayı, tasayı bir kenara bırakıp, şenlenmeye, şen kahkahaların yine o bildik tekrarlarına ihtiyacımız var.

  Ciddiyeti bile tekrarlıyoruz. En hakiki, devrimciliği, adalet arayışlarını; bizim ve onların tarafı, taraftarı olarak; en iyi merhameti dilerken bile, ne büyük acımasız emellerimizi inşa ediyoruz; maya, daha ilk aşamada, büyük yarış ve kavgayla başlamış;

  Vanya Dayı ne yapsın? Ne uydursun yeni diye? Gülsüm Ninemin anlattığı birkaç masal vardı. Her defasında yeni bir masal isterdim ondan. Tüntün Kuzu ve Keço ve birkaç taneden başka olmayan bir tekrar… İyilik ve kötülük arasından sıyrılan insan; beklentileri…

Güven Serin 


27 Temmuz 2017 Perşembe

BİLGİ SÖRFÜ




BİLGİ SÖRFÜ
---------------------

  Sörf deyince akla birkaç şey gelir. Rüzgâr, büyük dalgaları olan deniz veya okyanus! Bir de, ince uzun bir tahta… Üzerine tünemiş insanı da yok sayamayız…

  Önümde bir kitap; yıllardır… Kim bilir kaç kez patinaj yaptım;20–30 sayfadan öteye gitme cesareti göstermedim. Hâlbuki sayfalar 841 tane… James Joyce’nin sörf yaprakçıkları…

  Bir yazarın bilgi dehası olması, onu sınırsızlık ile dans etmeye zorlar. Sörfün boyutlarını, dalgaların yüksekliğini hayal etmekten çok öte zorlar insanı. Doymak bilmez, dalgalarla boğuşmaktan, onları yenmekten büyük keyif alır.

5–109. sayfa; nice sörf yapış gibi, Joyce yine coşmuş; dile geliyor; zamanlar, dalgalanmalar, kütüphaneler arası;

“ Bir bilge sokak kedisi, göz kırpan bir sfenks, sıcacık eşiğinden bakmakta. Onları rahatsız etmek, yazık! Muhammet, kediyi uyandırmasın diye binişinin bir parçasını kesmiş”

   23 sözcük… Oysa yüzlerce, binlerce yıl öteye uzanıyor. Şaşkına çeviriyor insanı. Mısır medeniyetine, firavunların tanrılarına, anlaşılmazlığı hep suyun altında kalacak büyük parça kabul edilecek büyük uygarlıktan, sünnete; erkek ve kadınlardan koparılan bir parçanın; ne büyük bir soru işaretine dönüştüğünü; sayfalarca, günlerce anlatılıp, milyarlarca uzlaşmazlık ve uzlaşı acıları yaşatacağı 23 sözcük; bu James Joyce’in sörf tahtası; benzemez Vergilius’un yatağından yatıp, hiçliğin bağrını deşmesine…


 Güven Serin 


26 Temmuz 2017 Çarşamba

SÖZCÜKLERİN SESSİZLİĞİ


Arıcı Filminden



                                   

  

SÖZCÜKLERİN SESSİZLİĞİ
----------------------------

  Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos’un sahnesinde sözcüklere pek yer yoktur. Dışarıda, yeterince şamata, kargaşa vardır, sözcüklere dair.

  Theo’nun sinemasında sözcükler susar ama bedenin dili çözülür. Bir de Eleni Karaindrou’nun bestelerinin dili…

  Sanki bütün kâinat susmuş; sahnenin arka tarafında; onlara dair, bütün suskunlukları izliyor. Theo Angelopoulos’un Arıcı filmi de öyle bir yapıt… Üç kuşak arcılık geleneği olan; son kuşağın bu işi sonlandırmasıyla; her daim, döngünün gücünün kazanacak oluşunu görmek, anlamak mümkün…

  Devir daimi hiçbir güç yenemiyor. Arıcı, arı bakma işini çok iyi biliyor. Bir kraliçenin önemini, diğer hapsolmuş dişi arıların tutsaklığını; balmumuyla bütün çatlakları kapayan nöbetçi arıların görevlerini eksiksiz yaptığını çok iyi biliyor.

 Ya bizler; bizler neleri biliyoruz? Arılar gibi tutsak olduğumuzu; yeterince dünyaların dışına, çevresine uzanamadığımız? Denizlerin, karaların altını? En bilinmez, gidilmez mağaralarda ki diğer yaşam izlerini?

  Theo’nun filmlerinde sözcükler suskundur. Tıpkı, dışarı çıkamayan, dışarı çıkan, dans eden kraliçe arının başına bir şey gelecek olursa, yedekte, tutsak olarak hapsedilmiş dişi arıların suskunluğu gibi…

  Oysa işçi arılar, ölene kadar çalışmaya yazgılıdırlar. Theo’nun sinemaya yazgılı olduğu gibi! Eleni’nin müziği; Arıcı filminde biraz geri planda kalıyor görünse de; Doksanıncı dakikada, sarhoş bir genç kızın ritmiyle çıkar ortaya; rock ve gizlenmiş buğulu, baharatlı bir müziğin sesleri sızmıştır sahneye.

  Kraliçe arının dansa hazırlanışı gibi; sarhoş bir an; bir kutlamanın ayak sesleri ve her daim; hüznün kazanması; isyansız, erdemli bir kabul ediş töreni yaşanır; Teho’nun Arıcı filminin sahnesinde.

 Güven Serin 




24 Temmuz 2017 Pazartesi

BU YOL NİRE GİDER?


KUM SAATİ BLUES KLUB



Fotoğraflar Mehmet The Blues sitesine aittir. 

BU YOL NİRE GİDER?
-----------------

  Yolun yolcusu olmak; yolun ve yolcunun kadersel birlikteliğiyle yakından alakalıdır. Yolun, yol olmak gibi niyeti yoksa yolcunun yola çıkmak gibi düşüncesi hiçbir zaman oluşmamışsa; bildik o meşhur sözü hatırlatmak isterim; “ Koyunlara zorla giden köpek, kurt getirir.” Böyle görmüş, sınamış atalarımız.

 Yola çıkmaya niyeti olmayan insanın çekilmezliği ağırdır. Rüzgârı, yağmuru, parayı, pulu, yemeyi, içmeyi, sıcağı, soğuğu, sesi, sessizliği mazeret olarak göstermesi kaçınılmazdır.

 Yolcu, huzursuzsa, yol da çekilmez olur. Belki de yolun kurnazlıkları, hileleri de ortaya çıkabilir. Çıkmalı da; aziz yolcuya, anasından emdiği sütleri bir bir geri getirmeli.

 Bu yol nire gider dedim? İstanbul’a hemşerim. Tünele, oradan dosdoğru pasaja; pasajın içinden geçip karşı sokağa, ilk sola; Jürnal Sokak sonunda, Kum Saati Blues Club’e…

 Ne var orada? Kulakları sağır edecek kadar güçlü, marifetli gitarcılar; şahdamarları çatlama olasılığını göze alacak kadar, müziğe; blues sevdasına inanmış, gitaristler ve baterist; davulcular var.

 Başka? Mehmet Öktem var… Uzun boyu, uzun yaşı ve uzun bakışlarında ki blues deliliğini, birçok kutsal mekânda aranan aziz bakışların Mehmet Öktem’i. Diğer bir isimle;

MEHMET THE BLUES…

Güven Serin 



21 Temmuz 2017 Cuma

ÇOK KIZDIRIRSAN BİR KIZI





                                                     ÇOK KIZDIRIRSAN BİR KIZI!


  İstanbul, yorucu kalabalığına rağmen sanatsal devinimini hiç ara vermeden devam ettiriyor. Nüfusun çokluğuyla doğru orantılı olmasa da, her daim dünya sanatından birçok etkinliği bulmak mümkün bu kadim şehirde…

  Sabancı Müzesi, Modern Sanat, Pera Müzesi, ARTER, Galata Salt; bu mekânlarda bitmeyen yaşamsal, mekânsal ve sanatsal devinimlerin yanında, kendinize yer-yurt edinme biçimine dönüşecek ciddi, psikolojik etkilenmelere de açık olmak gerekiyor.

  Şimdi, bu şehrin bitip tükenmeyen şölenleri, gösterileri, geçmişten bu güne taşıdıkları doğallıklarının yanında, mimari, tarihi ve mitolojik hikâyelerine bir yenisi daha geliyor. 5–13 Ağustos arası; bu yıl ilki düzenlenecek, Restore Filmler gösterilecek.

  Dünya klasiklerinden seçilen filmler; Beykoz Kundura Restore Film Günleri adı altında, canlı müzik ve sessiz filmlere de sahnelenecek. Sanat yönetmeni Nagehan Uskan küratörlüğünde hazırlanan restore edilmiş filmler gösteriminde yer alacak yapıtlardan birisi de, John Cassavates’in Gölgeler eseri olacak.

 Gölgeler,58 yıl önce çekilmiş, izleyiciyle buluşmuş, şimdi tam da gölgelere sığınmışken, geçmişin içinden çıkartılıp, iyi bir yapıtın kendi başının çaresine bakacağının ispatı gibi günümüzün seyircisiyle buluşacak hale getirilmiş.

  Burada ki etkinliği görmek, oraya katılmak, katılabilmek; insan ruhuna, hareketsizliğine; kısacası durağanlığına iyi geleceği gibi, insanın insana, sanat dallarına ve iyi yapıtlara ne kadar çok ihtiyacımız olacağını da görmek, anlamak mümkündür.

  Beykoz Kundura Restore Film Günleri bir başlangıç, bir sıçrama bile olabilir. Yetinme ile kirli, işe yaramaz nice bilginin, filmlerin, videoların cirit attığı dünyamıza bir katkı-ayar; belki de güzel bir filtreleme çalışması gibi bir yenilik getirecek bir oluşum…

  Burada gösterilecek, izleyiciyle yarım yüzyıl sonra buluşacak olan Gölgeler; günümüzün sosyal yapısına oldukça önemli mesajlar; mesajdan öte bize rehberlik yapabilecek, sanatsal duruşumuza yeni doğallıklar etkileyecek bölümlerle, iyimserliği, hafife aldığımız yaşamları; insanları, işleri; dansçı kızların şarkılarıyla güzel bir şovla anlatacak;

Çok kızdırma bir kızı
Bulursun karşında belayı
Akıllıca atmasan adımını
Oynatır parmağında seni
Oluverirsin bir enayi.

  Sanatsal yapıtların işlevlerinden birisi de budur; sosyolojik sancıları, algıları, başımıza bela olan yaşam biçimlerini hatırlatmak. Bizi vazgeçirmek; kötülüğün, kabalığın, sahte ve çirkin gururun eşiğinden çıkarıp, gün ışığına, sadeliğin, hoşluğun, dengelerin bağrına çıkarmak…

  Bu dünya ve ülkemiz, yeterince ağır adamlık, kadınlık gördü. Belli mesleklerin her daim yüceltilip, kurban seçilmesi, övülerek, onların gerçek dünyalarından sapmalarına kadar arızalı oluşumlar; körler köyünde ki tüm körlere gelen doğal ortam kadar doğal gelmeye başladı.

  Bu tür etkinliklerin esas ve nihaiyi amacı bu olmalı! Zaman öldürmekten çok öte; eğlenmek, sınanmak, eleklere, basamaklara, boyutlara dokunmak. Dinlemek; duymak-işitmek ve harekete geçmek! Devinimin işlevsel hale gelişini, seyirci, yönetmen, oyuncu gözüyle bizzat izlemek…

  Bu filmde, Sartre hayranları var oluşçu felsefeyi de bulmaları mümkün… Yani, düşünen, irdeleyen bir canlı olan insanın varlığının veya var olmama olayının farkında olduğunu da işitmek.

  Beykoz Kundura Restore Film Günleri, zili sizlerin, bizlerin için çalıyor. Vakitsizliğin, uyumsuzluğun, algısızlığın ortaya çıkartılıp yaşamsal hazların geçiciliğiyle kalıcılığı arasında bir uyum, tuhaf bir denge tutturma becerisi yine insanın kendi içinde ki muazzam iradede gizli.

  Sanırım, bu filmden sonra en çok, güç, kas gösterisi içinde bulunan biz erkekler; kulaklarımızda şov yapan kadınların şarkı sözlerini bir avuntu, bir korku algısıyla mırıldanıp duracağız;

Çok kızdırırsan bir kızı
Bulursun karşında belayı…

 Güven Serin 

 

  

20 Temmuz 2017 Perşembe

ÇOBANIN SESLENİŞİ; İN O TÜMSEĞİN ÜZERİNDEN!


İnternet...



ÇOBANIN SESLENİŞİ;İN O TÜMSEĞİN ÜZERİNDEN!
-------------------

  Her daim olmasa da günümüzde herkesin katçığı bir mesleğin tükeniş halini anlatır; çobanlık… Çobanlığın mitolojide çok önemli bir rolü olsa da, günümüz insanının kafasında yarattığı insan formuna hiç uymuyor gibi görünüyor.

  Oysa çobanlık değerli bir meslek! İyi bir çobanın, kâhyalık gibi mertebeye; baş çobanlığa ulaşmasının yolculuğu uzundur. En iyi koyunları yetiştirmek, en iyi köpekleri beslemek; onların hastalıklarına derman olacak deneyimi, bilgiyi, en iyi otlakların yerlerini tanımak, bilmek ayrı bir tecrübe ister.

  Çobanların en büyük rakipleri kurtlardır. Hayvan dünyasının zeki canlıları; acemi çobanları, çoban olamayanları her daim atlatacak hayvanlar; ekip halinde çalışırlar. Çobanın da ekibi; köpekleridir. Hakiki, çoban köpekleri; sürüsünü terk etmeyen; gecenin kuytuluklarından gelecek saldırıları hisseden; sezen; soylu canlılar…

  Hayko Cepkin şarkısı; çoban olmanın, gitme yalnızlığı, üşüyecek kadar yalnızlığın hissedişini, dermanın gitmelerde aranılacağını anlatır. Değerli bir çalışma; bildik, mertebeleri, beylik kalıpları alt üst eden bir şey…

  Bütün bu paylaşımlardan sonra, esas olana; Çobanın tarihsel seslenişine gelmek istiyorum. Truva-Troya, Çanakkale ilimizin sınırları içinde, tarihsel, kültürel katmanların iç içe geçen büyük medeniyetin ismidir. Aynı zamanda büyük savaşın; insanlar ile tanrıların; yıllarca süren, belki de hiçbir zaman tekrarlanamayacak bir destanın; İlyada ve Homeros gibi bir ozanın da doğuşunun simgesi…

  Bu savaşın kahramanlarını saymakla zor bitiririz; Paris ile Helen; başkarakterler… Elbette, Hektor,Akkillleus,Odysseus,Vestor ve tanrılar; Zeus,Aphrodit,Hera,Athena…Aenes’i unutmadım elbet…

  Günümüzden 2100 yıl öncelerine inersek; zaman, Julius Caezar(Jul Sezar) hükümdarlığıdır. Sezar; Truva’yı yeniden kurdurur. İster ki eski ihtişamına geri dönsün. Truva’ya İllium, ismini verir.

  Julius Caezar bir gün Truva tepelerinde dolaşmaktadır. Kendisinden kırk yıl önce yıkılmış bir yerin üzerinde dolaşmaktadır. Bir tümseğin üzerine çıkınca, yakınlarda ki bir çoban; olanca hiddetiyle seslenir o günün hükümdarı Julius Caezar’a;

  “ İn o tümseğin üstünden, Hektor’un külleri duruyor onun altında.” Frigyalı çoban, tümseğin üzerinde bir hükümdar, komutan, gücün olmasını, tarihsel geçmişin, kahramanların hatıralarından daha önemli görmez…

  Frigyalı çobanın, tarihsel bilgisine, destansı kahramanlara verdiği öneme mi teşekkür edelim? Yoksa büyük bir medeniyetin üzerinde, geçmişi öldürmeyin, güne taşıyıp, taze bir vefanın-sahiplenmenin yeşermiş halinin erdemine mi sevinelim? …


 Güven Serin  

18 Temmuz 2017 Salı

RENKLERİ DEŞELEMEK


İnternetten...



RENKLERİ DEŞELEMEK
------------------

  Renkleri algılayıp söze, yazıya dökmeye gelince Ahmet Rasim’i en öne almak; çağırmak gerekir.

  Ahmet Rasim’in sıkıntılı olduğu, aynı zamanda hasta olup korkudan matbaaya gidemediği bir gün, aylaklık ve haylazlık arası gezintiye çıktığı bir vakit etrafını gözler; bir gün sonra çıkacak gazete için aynı zamanda Şehir Mektupları olup, bize eski İstanbul hakkında çok önemli bir resim, fotoğraf kadar önemli çalışmalardan birisini armağan edecektir.

  Ahmet Rasim, İstanbul’un önemli simgelerinin bulunduğu, göründüğü yere köprüye gelir ve etrafını süzer; hatta kimyager gibi analiz eder;

“ Gözlerim birden bire narçiçeği fesli, kahverengi paltolu, beyaz yelekli, Bismark pantolonlu, krem eldivenli, camgöbeğinin koyusu üstü laden benekli boyunbağlı bir efendiye tesadüf etti. İskarpinleri ne renktir diye bakayım derken bir çift kolla atlı bir araba engel oldu. İspir, kır bıyıklı, devetüyünün açığı kostümde ‘Varda!’ deyip duruyor. Bir madama fakat şık! Başında ki şapkaya bizim bahçenin çiçeklerini yığsanız yine az gelir. Gülkurusu renginde kartopu gibi çiçek, arasında parlak koyu eflatuni bir tüy ile taraftan al ebruli iki tüy daha. Şapkanın kenarının biraz yukarısında bir sıra vişneçürüğünü andırır, gelincik alına benzer, leylak çiçekleri var. Beyazı çok, siyahı az bir tül. Ondan sonra mora yakın kırmızı”


 İşte Ahmet Rasim böyle bir renk ustası, söz ve yazı sanatına adanmış kişidir. Tam da bu zamanlar daha çok Ahmet Rasim okumalı, tanımalıyız. Bunca bilginin, yağmur gibi yağan videoların, haberlerin kulaklarımızı ne çok tırmaladığı ve gözlerimizin ne çok kirlendiği; etrafımızda ki nice çiçeğin, ağacın ismini, hikâyesini bilmediğimiz gibi; renk dünyasını halen beş on renk saydığımızı garipliğini anlamak mümkündür.

Güven Serin 


17 Temmuz 2017 Pazartesi

ZAMANIN ETİDİR TOZ







ZAMANIN ETİDİR TOZ
---------------------


  Kim demiş;:ne zaman demiş? Bir şairin sözcüklere, şiire armağanıdır; “ Her yüzey tozlanmak için can atar/Zira zamanın etidir toz/Zamanın etiyle kanının ta kendisi…”

  Neredeyse zamanın durduğu anlarda yazıldı Vergilius’un Ölümü; Hermann Broch tarafından. Zamanı durdurduğu bir anda; Vergilius’un son günü ve gecesine ait bir destan… Öyle bir durmuştur ki zaman; sessizliğin basamaklarından söz edilir. Sesin değil… Sessizliğin hangi basamak aralığına ait olduğundan…

  Tozlar da öyle… Ne çok deli eder bizleri; hepimizi… Temizlik hastalığından ötedir tozlarla savaşımız. Israrla, hiç sızılmayacak aralardan sızar; en kıymetli eşyalarımızın üzerine çöreklenir. Adeta, bize savaş açar. Veya biz öyle sanarız…

 Bir toz zerreciği, büyük yaşamsal hareketin devamıdır. Kale duvarlarının; yüzyıllardır oracıkta duran eski yapıların üzerinde ki ağaçları, çiçekleri çoğumuz görür şaşarız. Bu bitkiler, ağaçlar burada nasıl yaşıyor diye?

  Hâlbuki bizim küçük toz zerreciklerinin yıllar, yüzyıllarca birikiminin sonucudur bir nefeslik toprağın, ilk ve toz halleri…

  Toz Ol! İyi bir hareketin ayak seslerini işitiriz bu deyimi duyunca. Bir kurtuluş, kaçış, kendini kurtarma çabasının ayak sesleri gibidir. Toz olmak; yok olmak, anlamına gelse de, esas var oluşa doğru tozamak; tozatmak belki de işe yarayacak bir dönüşüme geçmekten başka hiçbir şey değil…

  Vergilius; 2 Bin yıl önce toz oldu. Dante,700 yıl önce… Yunus da öyle… Ya sözcükler; ne çok toza benziyorlar değil mi; şiir, öykü, sözcük olarak geri dönüyorlar; en küçük aralıklardan bile sızıyorlar; tıpkı, minicik tozlar gibi; sildikçe, yok ettikçe; hünerlerini daha da geliştirerek geri dönüyorlar.

 Güven Serin 




13 Temmuz 2017 Perşembe

YETİMLİK HİSSİYATI




                                                                      Eser; John Berger

YETİMLİK HİSSİYATI
-----------------------

  Sözcük anlamı babası ölmüş çocuk… Bize yansıyan tarafı, iç burkan bir yalnızlık, artçı depremler kadar öldürücü olmayan bir şey…

  Dinlerin de işaret ettiği, kollanıp, mutlu edilmesi gereken insanlar olarak bilinir yetimler. Bitmeyen savaşların neden olduğu; milyonlarca çocuk; hep aynı yazgının içinde, belki de hiç dokunamadığı, hep güzel bir düş olarak hatırlanacak bir baba…

  Barış Manço’nun birçok şarkısında görebilirsiniz bu hissiyatı. Şarkı seslendirmeye ilk başladığı gençlik yıllarında dahi, bir yetim hissiyatı yerleşir, ritmi coşkuya, sosyalliğe, huzura ait şarkıların sözcüklerine.

  Iraklı şair Abdülkerim Kasid, bir başka yetim anlatımını, dizelerine aktarır;

Ellerime
Geçmiş ve gelecekten
İki taş alacağım
Ve onlarla koşacağım
En hafif rüzgârla bile uçacağım
Bir rüzgâr çağıracağım, gelsin de
Gelsin de bütün izleri silsin diye
Ve bir yetim gibi oturacağım
Yolun kenarına, yasını tutarak
İki taşımın.

 Acaba, yetim olmayanların yalnızlığı, yetimlerin, düşslel, özlemsel ve edebi yalnızlık kadar güçlü, itibarlı ve her daim taze midir? Sanmam! Kızgınlığa dair bütün dereleri, ırmakları, o yalnızlığa taşırlar; yetim olmayan yalnız biçareler. Her daim, bir şiddet, korku ve alacak meselesinin ödenmemiş bedelinin davasını sürmektir yazgıları.

  Iraklı şaire yakınlığı, ona olan merakı, John Berger’in son zamanlarına rastlar. Bu kadar gezmiş, görmüş, okumuş, öğrenip deneyimlermiş bir insan, bu iradenin şaşmazlığı içinde çok önemli tespitini düşüyor insanlık tarihine;

“ Gündelik hayat var ama onu kuşatan şey boşluk. Bugün, milyarlarcamızın içinde yalnız olduğumuz bir boşluk. Böylesi bir ölümü bile can yoldaşına dönüştürebilir.” Berger, ölüme yakın zamanlarda düşmüştür bu notu; ebedi yaşama, ölümsüz bir eserin, kaidesi üzerine oturtulması kadar içi, dışı dolu ve yer kaplar; insanın ruhunda, milyarlık nöronlarında.

  Bu kedi
  Kulak mı kabartıyor
  Gevezeliğime?

Güven Serin 


12 Temmuz 2017 Çarşamba

CEZAYİRLİ KADINLAR


İnternetten


CEZAYİRLİ KADINLAR
--------------------

  Cezayirli Kadınlar, bir Picasso çalışmasının ismidir. Günümüzden 62 yıl önce yapılan, Cezayir Halkını, Fransız sömürgecilere karşı destekleme amacıyla yapıldığı biliniyor. Sanatçının en önemli silahı, tuvali, sözcükleri; kısacası, kendine özgü becerileri; kırmadan, dökmeden, yaşam haklarının öldürmekten değil, yaşatmaktan doğabileceğini anlatmaktır niyet.

  Birkaç yıl önce bu eser New York müzayede salonunda 180 milyon dolara satıldığını biliyoruz. Sömürge dünyasına karşı duruş için yapılan bu eserin, Cezayir halkına desteği ne kadar oldu bilinmez ama kapitalizm döngüsüne büyük yarar; milyon dolarlık katkılar sağladığı da apaçık ortada.

  Hâlbuki bir başka sanatçı, şu evrensel seslenişi yapıyor; “ Kayıtsızlığa karşı nasıl direnmeli?” Elimizden akıp giden yaşamlar; gözümüzün önünde, korkunç ayıplar ve sömürüler…

Güven Serin 

10 Temmuz 2017 Pazartesi

LAİSSEZ FAİRE-BIRAKIN YAPSINLAR





LAİSSEZ FAİRE-BIRAKIN YAPSINLAR!
----------------------------------

  Dünyanın bütün yolları;”kazan, kazan “ veya “ kazan, kazandır” ikilisine çıkıyor. Bütün savaşlarda, ağıtlar, yaralar, utançlar, külleriyle birlikte savruluyor bir tarafa. Savrulmayan bir tek şey var; kazanma ve iktidar hırsı…

  Bir insan, insanlığı da arkasına alıp, bilmem kaç yüzyıl ötesinin filozoflarının yaptığı gibi yürüyor yollarda. Adalet diye çığlık atıyorlar; kazanç ve kazananlara da bir lafları olmadan; bir şeyleri anlatmak istiyorlar; öteden beri anlatılmak istenen; her daim, birilerinin sırtına binen, yükün, haksızlığın hafiflemesi adına.

 Edebiyat, felsefe de boş durmuyor; yüzyılın başından; yani 20.yüzyılın su kenarlı olan adacıklarından; İrlanda’dan yorumluyor kendi adalet arayışını;

“ Can çekişiyor, şayet canı çoktan çıkmamışsa.”, “ Çığlığı sokak sokak aşüftenin/Dokuyor kefenini koca İngiltere’nin.”

  İçinde hareket, emek, sevgi olan hiçbir çaba sonuçsuz kalmaz; kalamaz. Sabrınız tükendiyse, sözüm yoktur. Büyük canavarın kollarını kırmaktan öteydi Cervantes’in Don Kişot’u. Düşündürmekti suskun, bıkkın, unutkan insanı. Deliliğin yüceliğiyle, adil olana, saflığa çağırmak; dünya zamanı için hiçbir hükmü olmayan ömürlerimizin, yanlış, berbat tüketimlerini edebiyatla anlamlandırıp, kırılanı, döküleni, kanayanı sarıp sarmalamak, yüce bir gülümseme içinde yaşama davet etmek; yaşatma tutmak…

  Meydana toplanan insan sayısı üzerine tartışıyor insanlık. Bir milyon veya iki milyon yerine, iki yüz bin neyinize yetmiyor, kayıtların resmi olanı buydu güya. Meydanın büyüklüğü, taşmışlığı başka bir şey söylüyordu; ey uyku, ölüm, Laissez Faire, uyan ve yeter artık; Adalet…

  Birkaç yüz yıl önce sadece İngiltere’nin kefeni dokunmadı. Bu ülkenin, öteden beri kefen dokuyucuları hiçbir zaman işsiz kalmadı. Kirli, sancılı ve hiç bitmeyecek bir oyunun kölesi, bilinmezin lanetli karlarlıydı onların yazgılarında ki utanç gerçekleri.

  “ Hatırla bu sözümü, Mr. Dedalus, dedi. İngiltere Yahudilerin elinde! Bütün yüksek makamlar. Maliyesiyle, matbuatıyla. Bu vaziyet bir milletin zevalinin emareleridir.”

  Yok, olmaktan kurtulanların, yok etmekle meşgul olmalarına, sosyologlar, ilim insanları, yüreğinde her daim adalet çığlıkları olanlar ne der? Çevir kazı yanmasın mı? Yoksa kırk satır, kırk katır mı?

 Denenmedi mi bunlar? Binlerce yılın destansı hikâyeleri yalan mı? Mağarasından çıkan Zerdüşt, boşun boşuna mı indi halkın, insanlığın içine?

 Güven Serin 


8 Temmuz 2017 Cumartesi

GROGAN ANANIN ÇİŞ KABI



                                  



GROGAN ANANIN ÇİŞ KABI
------------------------------

  Grogan ana, yaşlı bir kadın. Öyle geçmiş efsanelere ve hikâyelerin içine. Bir kahraman mı; yoksa sıradanlığa katkı yapan bir abide, anıt, yüksek duruş mu?

  Bu arada, Grogan ananın çiş kabı, başlığıma, yazı etiği adına küçük bir uyarı geldi. Bilirsiniz, imla konularında programların uyarıları oluyor. Altı yeşil çizgiyle işaretleniyor hemen. Üzerine geldiğinizde, niçin yeşille işaretlediği hakkında bir küçük not; “ Argo Sözcük” İşemeyi, işeme kabını daha nasıl anlatabilirim? Argoysa argo;bu bir iletişişim olayı ise;öyle olduğu gibi.

  Üstelik”çiş” sözcüğü, küçük çocukları büyütülürken de sıkça, masumhane bir şekilde kullanılır; öteden beri; “ Çişin geldi mi?” bolca duyduğumuz bir soru cümlesi değil midir?

  Y ve Z Kuşağı, “Çiş Kabı” ne olduğunu bilmemesi çok doğal. Eskiden, bu diyarlarda da evlerin tuvaletleri dışarıdaydı. Geceleri, özellikle soğuk kış geceleri dışarı çıkmanın problem olduğu zamanlarda, çocuklar, yaşlılar için çiş kapları; hemen bir köşecikte, üstü örtülü bir şekilde beklerdi.

  İrlanda diyarında da öyle; birçok ülkede de; insan ihtiyaçları, evrensel bir bütünlük, birliktelik doğurduğu belli oluyor.

  Biliyorum; aklınız Grogan ana da kaldı. Onun çiş kabında. Oraya nereden girdim tam da oraya gelmek üzereyim. Yaşlı Grogan ana aynı zamanda çok iddialı bir insan; nasıl desem; alfa bir karakter. Ayşe Ninem gibi… Ne varsa içinde, duygularının karşılığı sözcüğü çok iyi bilir ve kesinlikle rotasına sağlam ve kararlı bir iradeyle yürüyen insanlardın bunlar.

 Yaşlı Grogan ananın bir iddiası da, sıkça övündüğü bir söylemi de şöyleymiş; “ Ben çay yaparsam çay, çiş yaparsam çiş yaparım.”

  Muhteşemlik tam da burada başlıyor. İşini, çok iyi yaptığı, sağlam ve kararlı olduğunu, çayından da, çişine ait düşüncesinden de anlamak mümkün…

  Yine böyle bir söyleyişi; Grogan ana ile komşusu arasında geçerken; “ Ben çay yaparsam çay, çiş yaparsam çiş yaparım.” İfadesi üzerine komşusu, bin bir rica ile yalvarmış;

“Allah rızası için Bayan, ikisini de aynı kabın içine yapmayın da!”

 Sanırım bütün mesele bu; her iki aziz eylemi; ikram ve ihtiyaç giderimi en iyi şekilde yapmanın yanında, aynı kaba yapmamak ayrı bir zanaat… Belki de yüce bir sanat olayıdır; yaşama dair, güzel, estetik, var edici buluşlar yapmak…

Güven Serin 

 


 







6 Temmuz 2017 Perşembe

YOL NEDİR Kİ; BAŞLADIĞINIZ NOKTAYA ERGEÇ DÖNERSİNİZ







YOL NEDİR Kİ; BAŞLADIĞINIZ NOKTAYA ERGEÇ DÖNERSİNİZ
------------------------------------------

  Bu söz, sözcükler; tam olarak hangi zamana, uygarlığa aittir? Enis Batur’dan Montaigne’nin Kulesine, oradan da Ulysses,İlyada’ya uzanacak yolculuğu anlatıyor. Üstelik daha da ötelere aitlik işareti veriyor.

  Dönülecek olan yine aynı yerse; bunca uğraş niye? İşin gizemi veya tam tersi; anlaşılır olanı bu olmalı; meşguliyet… Değerli, itibarlı macera;maceralar…

  İnsan, her daim yuvasından dışarı çıkmak ister. Bağlı olduğu büyük evrene, büyük patlamayla savrulan parçalardan, büyük parça oluşunu fark etmenin ilmi, felsefi, maceravari heyecanıyla, büyük esareti kırmak içindir bütün çaba.

 Mümkün görünmüyor. Sadece bizim galaksimiz; bir uçtan diğer uça; 100 bin ışık yılı süreyi ifade eriyorsa; en yakın yıldızın 15–20 ışık yılı ötede olduğunu öğrenmişsek; bu büyük eziyetin en küçük kıymıklarının verdiği heyecan, acı da o kadar anlaşılmaz bir anlaşırlık ifade ediyor.

  Küçüklüğümüzün şanlı zamanlarında arkadaşım Zekeriya ile bize ait bir oyun oynardık. Birimiz gözlerini kırpar, diğeri; açık gözlü olan, onu çeşitli sokaklara yürütür, birkaç dakika gezinirdik.

  O tanıdık, her köşesini bildiğimiz yöre, birkaç dakika sonra, bilinmeyenlerle doluydu. Gören bir insanın, birkaç dakikalığa kör oluşu ve hareket halinde bulunması; zekânın, ilginç, gizemli üretimleriyle dolup taşardı.

 Bu işin sonunda, gelinen yerde gözler açılır; sadece doksan derece bakılmak şartıyla, varılan yerin neresi olduğu sorulurdu. Her zaman, yanlış cevap verirdik. Hep bildiğimiz ama gözler kapalıyken üretilen yer; bu dünyaya, o yöreye ait değilmişçesine çoğalır, gizemli, değişik farklı bir yere dönüşürdü.

 Şu an ve daha önce; belki de daha sonra; varılacak yer; ergeç dönülecek yere bağımlıysa; iki yol arasında ki yolculuğun keyfini sürmek, kutsallığın en kutsalı olmalı…

  
Güven Serin 

5 Temmuz 2017 Çarşamba

DON KİŞOT





                                 HÜZÜNLÜ YÜZ, DON KİŞOT


  Bu ifade, sesleniş Mançalı şövalye Don Kişot için biçilmiş kaftan gibi… Kederli Yüz; hüznün biraz daha derini olmalı.

  Miguel Cervantes’in tüm dünya insanına bağışladığı, edebi, felsefi ve sosyolojik dünyamıza, hiçbir zaman olmadığı kadar anlam yükleyen kederli yüz… O bir şövalye… Her daim dayak yiyen bir beyefendi…

  Her beyefendinin, şövalyenin bir yardımcısı olduğu gibi, Sancho Panza’da öyle; Don Kişot’un yardımcısıdır. Her daim, onun deliliklerine, büyük sancılarına, imgelerine tanıklık eden, ruhu saf şişman, kısa boylu adam.

  Günümüz insanı; yani popüler duyarlılığı, hazırcı ve benzer taklitlere, kavramlara neredeyse köle olan insanımızın söylemlerinden çoğunlukla duyduğum şeydir;”sanal dünyanın ne önemi var? Sanal dünya mı; yalan dünya!”

 Siz onu, bir kez Don Kişota sorun! İmgelerin, inanmış ve dayanılmaz bir istikrar içerisinde savunulması, yaşanır hale gelmesi; olmayan Dülcinea isimli çirkin bir kızın, kadının veya fahişenin; insan kılığında, zarafetin en zarif olanına, sevgilinin en saygın duruşuna kavuşulduğunu görün bir kez…

  Don Kişot’un Dülcinea’sı da böyle bir güzellik, eşsizlik taşır. Ona, hele bir laf atın! Karşınızda Don Kişot’u bulursunuz.


  Olmasaydı Cervantes ve Don Kişot; hiçbir zaman bu kadar güzel, anlamlı ve kalıcı bir destana dönüşmezdi yel değirmenleri. Düşlerin, bu kadar gerçek, gerçek diye bildiğimiz nice ağır lafın ise nü büyük yalan, yetersiz bir algı yarattığı sorgulanmazdı.

 Don Kişot’tur çirkini güzel kılan. Sevmenin gücüdür; dokunmadan da, koklamadan da, sevilip, yoktan yaratmanın edebi, felsefi gücü… En sıska atların; Rosinante gibi atların bile ne büyük saygıyı hak ettiğini, hiç eskimeyen, paslanıp tozlanmayan sözcükler, sözcükleri bir araya getiren eserle kanıtlar Cervantes

  Cervantes’in bu büyük eserini elinize her alışınızda; zaman, zamansızlıkla; yüzyıllar, hiçbir öneme sahip olmamışçasına sıyrılıp, güne sahne aralar. Sahne, diye bir ses duyarsınız; Mança’lı Şövalye Don Kişot’un sıska beygiri üzerinde, Dulcinea’sı, kahramanlıklarını işitsin diye, maceradan maceraya koşan kahramanı okuyunca.

 Bu kahraman bildiğiniz yücelikten, kas, şiddet çabukluğundan beslenen değil, her seferinde dayak, sopa yiyip, her seferinde ayrı bir edebi, felsefi mazeret bulup, macerasına sıska bedeni ve beygiriyle devam eden bir insandır…

 Hüzünlü yüzün daimiliği, zaman zaman, en yüce şairlere, filozoflara rakip olacak, onları geride bırakacak söylemlere ruh ve can veren bir insana da dönüşür.

 Edebi dünyanın bir başka hüzünlü yüzü daha vardır. Turgenyev… Tolstoy ile büyük çekişme içinde olan, her seferinde düelloya tutuşan ama bunu her seferinde erteleyen; tam 17 yılı böyle, oyalama, telaş ve kahramanlık içerisinde geçiren bir başka edebi, felsefi yüz…

  Don Kişot ile arasında yüzyıllara varan zaman kaymaları olsa bile, benzer yanları da, onları ortak bir gezegenin sahipleri yapar. Tolstoy ile Dostoyevski’nin kumar tutkuları ve kaybedişleri bitmediği gibi; Turgenyev’e borçları da bitmez. Dostoyevski borcunu ödemek için dokuz yıl beklediği de olur.

 Edebi düşünce içinde, insanlığın ortak alanları, hislerini kavrayan yazar ve şairlerin yarattıkları eserler de tüm insanlığa, daha doğmadan ait oluyorlar. Don Kişot, tüm insanlığın eseri olduğu kadar, zamansızlığın da yapıtıdır. Nice kederli yüzün, hüznün anlatamadıklarını anlamlandıran, korkunç, vahşi güçlere meydan okuyan; üstelik sıska bir at, yamuk bir mızrak ve kılıç, hasta, sıska bir adam direnciyle…

  Hangi kahraman; her seferinde dayak, sopa yer, en çirkin, en olmadık bir düşü, gerçeklerden daha gerçek, yüce ve saygın yapabilir? Bu bir destansı yapıt olduğu kadar, gerçek, yasa, gelenek, yücelik, kahramanlık bildiklerimizi de tekrar tekrar sorgulamak anlamına geliyor.

 Çirkin, güçsüz, düş diye hor gördüklerimiz; cennetin, büyük genişliği, evrenin muhteşem bir parçası olduğunu bilmeden yaşamak; ne büyük bir kayıp…

  Don Kişot,bir yaşam iksiri…Yenilmez düşmanla savaşmak,katlanılmaz acılara katlanmak,imkansız düşü;sevilmez,bulunmaz denen en çirkin kadını,en yüce sevgiyle şereflendirmek…İmkansızın düşünü düşlemek;sadece Don Kişot’un hakkıdır;her daim sopa yiyen,dayaktan korkmayan kahraman şövalyenin…


 Güven Serin 

4 Temmuz 2017 Salı

GÖZÜ TAMAMEN KAPALI


İnternetten




                                             


GÖZÜ TAMAMEN KAPALI
----------------------

  Bir sinema yapıtı… Sinema sanatı için devreye sadece oyuncunun girmesi yetmez. Oynanacak eser, yönetmen de en az oyuncu kadar eserin içine dâhil olur.

  Sinema, tiyatro ve diğer sahne sanatları; insanın dünyevi varlığından çok öte; evrenin varlığını, o büyük gizemi de anlatmak için vardırlar. Onlar, her daim, nazikçe hatırlatırlar; aklı da unutmayan, duyguları da lütufla işlemeye çalışan insana…

  Erişilmeze odaklıdır bütün teleskoplar. Görülmeze yazgılı olan mikroskoplar, bilinmezi anlatan filozoflar, yazarlar gibi…

  Eyes Wide Shut-Gözü Tamamen Kapalı, Stanley Kubrick’in sinema eseridir. Bir eserin genişliğini, derinliğini ve gizemini barındırır içinde. Yedi milyara, büyük çoğunluğa seslenemez ne yazık ki! Bilir ki, büyük çoğunluk, büyük tüketim, popüler ritimler içindedir.

 Yine de soylu bir hatırlatma yapar; sonsuzun hemen altında ki, ölümden korkan, ölümcül bedenler taşıyan insana;

  “ Hayatta kaldığımız için, belki de şükretmeliyiz!” Niçin? Hangi maceradan kurtulup, kimleri kurban olarak öne sürdüğümüz için mi? Derhal, eserin, gizemine, aldatmacasına, bir ekleme, bir ilave yapmanızı hissettirir yönetmen.

  Şöyle demek geçer içinizden; Yaşama, gelişimize, dünyaya seçilişimize, kafa yormalıyız! Çok önemli olmaktan öte bir mucizenin biletlerinden birisi; sadece birisi; gözleri, kulakları, ağzı, elleri, ayakları, kalbi, beyniyle; bir bütünlük anlatımını anlayıp algılayacak şansın muhteşemliği üzerine…

 Eserin, son hatırlatması ise, peygambervari olmaktan çok öte; hiçbir kılanın, ırkın, dinin, sınırların içinde veya dışında olduğumuz için değil; algılarımızı sonsuz evrene çevrilmiş radarlar, teleskoplar gibi ve onlardan üstün olan duygularla yüceltmek adına;

  “ Uyanık Olmalıyız!” bu, dikkat çekiş, değerli hatırlatma, basit, sıradan sözcüklerle, sıradan olmayan duygu ve akla adanmış bir şeydir…


 Güven Serin 


3 Temmuz 2017 Pazartesi

GÜL, EY SAF ÇELİŞKİ



GÜL EY SAF ÇELİŞKİ
-----------------------

  Tolstoy yaşlanmıştır artık. Rainer Maria Rilke, Tolstoy’u çiftliğinde ziyarete gider. Kırlarda yürüyüşe çıkarlar. Tolstoy, sorar; “ Şu sıralar neyle uğraşıyorsun?” Rilke, en utangaç haliyle; “ Şiirle” cevabını verir.

 Tolstoy, bu cevabı duyunca bir yığın laf, sövgü eder şiir üzerine. Kimsenin, zamanını adayacağı bir şey olmayacağı şiir için demediğini bırakmaz. Bu söylev, sövgü, Rilke’yi hiç etkilemediği ortadadır…


  Esin perilerini bekleyerek tam on yılda bitirir Duino Ağıtlarını. Duyduğu, duyacağı sesler üzerine; laboratuarda çalışan kimyager, dağın tepelerinde gözlem evinde uzaya duyulan büyük aşkın ilim insanları gibi; her daim beklediği esin perileri vardır.

 Onca, şiirsel sözcük, mısra; mezar taşına yazılacak üç dize kâfi gelecek;

Gül ey saf çelişki
Bütün gözkapaklarının altında
Hiç kimsenin uykusu olmama sevinci…

 Neler kaldı Rilke’den geriye? Ne çok şeyler; ne çok ifade ve anlatı kavramları;

“ Haykırsaydım, kim duyardı beni melekler katından…

Güven Serin 


  

1 Temmuz 2017 Cumartesi

BUZ YAKINDIR,YALNIZLIK KORKUNÇ




BUZ YAKINDIR, YALNIZLIK KORKUNÇ!
------------------

  Bir parça felsefeyi ilgi duyanlar; bu sözü kinin söyleyeceğini bilir. O deli Zerdüşt ancak böyle bir düelloya davet eder insanı. Onun kılıcı keskin, nişancılığı sağlamdır. Ruhunuza ateş eter… Ya kurtulur, sağ çıkar, kendi yolunuza koyulursunuz, ya da zaten ölmüşsünüzdür; öteden beri…

  Filozof, daha yolun başında uyarır; yazılarının havasının sertliğini anlatır. Onun aradığı okuyucu-insan; sertliğin sınanmasına hazır olmalı. İstemeli en hafif meltemi istediği kadar fırtınayı, tayfunları, yüce uğultulu cehennem zebanilerinin türkülerini.

  Çıtkırıldım anlayış yoktur onun yüce yolunda. Bilir onların dayanamayacağını kışın ayazına, çölün sıcağına. Bu yüzden, yakın olan şeydir ona buz; yani korkunç soğukluk… Yalnızlığın hiçbir şeyle dengelenmeyeceğini bilir; edebi, felsefi yalnızlığı hedef seçmez; milyonların içinde, şamatanın her renginde, bolluğun, bereketin içinde yaşadığı halde yalnız olanları işaret eder…

  Tam da bu sebepten, yazılarının içinde Zerdüşt’ün çok ayrı bir yeri olduğunu bilir ve söyler. Onu; bu yüce eseri, insanlığa bir armağan bıraktığını, yazarken dahi bilir, bu inanmışlık içinde, bildik bütün öğretilere, inançlara, felsefenin asi ve zarif kuşkularından arınmış, kararlı bir mucize gibi söylenir; SESLENİR…

 Kitabının oluşumuna, binlerce yılın; yılların kültürlerinin sızdığını anlatır. Bilge Dionysos’un çömezi olduğunu ilan eder. Kitabına sadece yüksek bir kitap değil; yüksek esintilerin kitabı, ifadelerini not düşer.

  Onun bir tek seslenişi bile; okuduğumuz binlerce sözcüğe, cümleye bedel bir cüretkârlık gösterir. Yalnız başına gittiğini; “ey çömezlerim” diye ifade ederken; onu takip edeceklerin de öyle yapmasını önerir. Ondan uzağa, büyük eseri Zerdüşt’den kendimizi korunmaya çağırır.

 “Uzaklaşın benden, koruyun Zerdüşt’e karşı kendinizi! Daha iyisi sakının ondan! Kandırmış olabilir sizi. Bilgiye yönelen insanın düşmanlarını sevmekle kalmayıp, dostlarından da nefret edebilmesi gerekir.

  Buldunuz beni; kendinizi aramadan daha. Böyle yapar bütün inananlar; bundandır hep az değer taşıması tüm inancın.

  Beni yitirin, kendinizi bulun diyorum şimdi size; ancak beni tümden yadsıdığınız

Güven Serin