23 Haziran 2016 Perşembe

HAKİM AMCA





HÂKİM AMCA
-----------------------------------------

 Belirli mesleklerin önüne yaptıkları işi anlatan sıfatı koyarız da, diğerlerini yok sayarız; bunu anlamakta zorlanıyorum.

 Uğradığım terzi dükkânında sohbetin demli tarafındayken kilosu epey hokkalı birisi girdi içeriye. Direk; nasıl derler; bodoslama; elinde tuttuğu gömleği terzi arkadaşımın masasına koyarak;

 “ Bu hâkim amcanın. Kolları kesilecek.” , “ Hâkim amca, saat kaçta biteceğini de sordu.” , “ Hâkim amca kaç para olduğunu da sor dedi.”

 Bizimkisi “hâkim amca” diye bir tutturmuş ki sormayın! Hakim çoktan emekli olmuş. Yaş kemale ermiş; fakat hâkim amca ifadesiyle bu topraklarda oynanan güzel oyun oynanıyor; mesleğin; yani MÜŞTERİNİN kim olduğu hatırlatılıyor.

 Niçin? Daha özenli, daha çabuk ve daha ucuz yapılsın diye… Hâkim amcanın gömleğini bırakan arkadaş gittikten sonra; anlaşılan niyet üzerine; hâkim karşısında yapılmayacak şeyi yaptık; güldük; hem de bolca…

  Bir gün yiyecek ve aldığımız hizmetler kıt hale gelirse, şu seslenişleri de duyacağız;

Çiftçi Amca! İşçi Amca! Esnaf Amca! Bunların kredisi yok sanmayın; sadece yeterince bollar; tıpkı halkın kendisi gibi; bol olanı, kıt olana dönüştürmeyi bilseler; efendilikleri oldukça değer bulur; VİP kapılarında BİLE…

Güven Serin 






15 Haziran 2016 Çarşamba

TÜRK AYNŞTAYNI



Huzur İçinde...

TÜRK AYNŞTAYNI

  Bilime adandığı kadar Türklüğüne adanan birisi Oktay Sinanoğlu. Çok önemli ve sırasıyla okunması gerekir dediği kitaplarının ilkinin ismidir; Türk Aynştaynı.

  Üzerinde şöyle bir formül var; Bilim + Gönül

Bu formül anlaşılan o ki tüm zamanlara huyum sağlayıp, tüm zamanların ihtiyaç duyulan formülü olacak.

 Gönülsüz koyunlara giden köpeğin bile kurt getireceği bilinirken, hiçbir şeyin gönülsüz temel tutmayacağı, zamanın o muhteşem eriticiliğine karşı duramayacağını,  tarihe da, edebiyata da, felsefeye de, ilime de bakarak görmek mümkündür.

  Oktay Sinanoğlu iki kez Nobel’e aday gösterildiği halde, kazanamamasını ince bir siyaset, usta bir satranç oyuncusu gözüyle değerlendirmeye almak doğru olur. Ülkemizin coğrafi durumu; ulusumuzun zengin karışımı; öteden beri sömürge görülen, şimdi savaşarak değil psikolojik olarak ve birbirimize düşman ederek oyun sahnesine çekilmemizi de ayrıca anlamaya çalışsak iyi olacak…

 Bazı insanların on parmağında on yetenek vardır. Bilim, bunlara deha diyor. Siz, yetenek de diyebilirsiniz… Tanrısal bir güzellik, evrimin seçkin başarısı da…

 Sinanoğlu, dört ayrı bilimin gözlemlerini neticeye ulaştırdığı yüzlerce formülü bir kenara bırakmadan, müziğe, yelkene, otomobile, seyahate, edebiyata olan ilgisini, düşkünlüğünü buraya taşımak istedim.

  Sinanoğlu’nun adanmış olduğu bilim anlayışını Ahmet Haşim’in Merdiven şiirine öykünerek kendi bakış açısıyla yeniden ortaya çıkarışını buraya taşımak istiyorum;

Ağır ağır iniyorum sarmal merdivenlerden,
DNA’nın özdeciksel basamakları mı bunlar
Fareleri fare yapan
İnsanları insan?

Ağır ağır iniyorum sarmal merdivenlerden
Karanlıklarda kayboluyor ucu
Dönemeçleri görsen de,
Yeri delip girmeye çalışan burgu
Dönüp duruyor

Ağır ağır iniyorum sarmal merdivenlerden,
Başı neredeydi, ya sonu?
Yoksa
Kimya binasının kulesi mi bu!
Simya melekleri kulenin başında!
Çoktan taşlaşmış hortlakların bilimsel burnunda
Gaz kokuları,
Ağır ağır iniyorum sarmal merdivenlerden.

  Ne oldum delisi olmamak; yine insanın iradesi ve yaşamdaki yerini bilmesiyle yakından alakalı…

  Milyon sayıda kitabın olduğu kütüphaneyi gidence hangi kitabı alacağını bilmek, yaşamın erdemli, inançlı ve kararlı bir aşamaya geldiğini de anlatıyor.

  Evinde bulunan kilerin ağzına kadar yiyecek dolu olduğu halde, ne kadar yiyeceğini bilmek ve ihtiyacı olan insanlara da bu yiyeceklerin vitaminlerinden, minerallerinden faydalandırmak; yine ayrı, apayrı bir tercih; oldukça hissiyat dolu bir insan aşaması…

  Batının peşine takılmayı sadece kendinden kaçış ve daha lüks yaşam algılayanların önce dilini, sonra yaşam enerjisini kaybettiğini; ortada dönen, bir türlü yer çekiminin soylu davetine ayak uyduramayan nice kurban gözlerimizin önünde; sadece bakmak, bir parça anlamaya çalışmak gerekir…

 Yaşamını sadece ilime ait saymayan, kendi toplumunu unutmayan, insan olmanın sorgulamasını her dâhim yapan Oktay Sinanoğlu’na, onun önerilerine, uyarılarına kendimizi test edici bir duyarlılıkla yaklaşsak iyi olur; iyi olur dostlarım; kendimizi unutmamak, bu kadar ağıt yakmış, Kurtuluş Savaşını vermiş milletin Cumhuriyetine sımsıkı tutunmak zorundayız…

 Anlamaya çalıştıkça, öğrenimin öğretileri şu gerçeği verir bize; haklılığımızı, haksızlığımızı kin ve nefretten ayırıp, büyük sahnenin kurgusuna, yönetimine, oyunculuğuna seyirci olmaktan öte geçme becerisine sahip olmayı da…


 Güven Serin 








  

8 Haziran 2016 Çarşamba

BENİ KİMSE ANLAMIYOR


Anlaşılmayı istemek; anlamayı öğrenmekten geçiyor;
ne büyük yol ve yolculuk..


ANLAŞILAMIYORUM

 Akşam saati yaklaşırken işyerine arkadaşım geldi. Hani nasıl derler; suratından düşen bin parça…

  Ardı ardına bir hafta istikrar içinde yaşayamadığımız hayatlarımız; belki de böyle sallana sallana, sarsılar sarsıla en iyiye yol açacağız…

  Arkadaşım, dokunsan ağlayacak durumdaydı. Fincanda çay söyleyerek başladım işe. Kurtarıcı olmaktan öte sohbet etmek; güzel şey kırılma anlarında. Belki de insanın en bezgin anlarında esas sağım işi yapılır; ürün verir; yaşamın kendisine dokunur; bütün hissiyatıyla.

 Arkadaşıma ne oldu; deyince, şehsi bir olaydan çok genel bir sıkkınlığı anlatmaya çalıştı. Bütün konuşmalarının merkezinde “ Beni Anlamıyorlar” , “ Hiç Kimse Beni Anlamıyor” şikâyetini adeta perçinleyerek tekrarladı.

 Hep peşinde koştuğumuz şey anlaşılmaktır. Bunun yanında kabul görmek… El üstünde tutulmak… Yani, önemsenmek; tam olarak anlaşılmasak da, insan önemsendiği zaman; yani yeterince “haklısın” diyen varsa; aslında esas ANLAŞILMAMAK o zaman başlıyor.

 Yanılgılar, saplantılar ve ileride büyük bir hayal kırıklığı yaşatacak övgüler, alkışlar insanı en güzel zamanlarında; yaşın kemale erdiği, onurlu, erdemli bir yaşam keyfi süreceği zaman yalnız bırakmaz.

 Örnek vermek gerekirse; yaşamını sert karakterli, bol apoletli, kariyerli geçiren insanların hazin sonu böyledir. Kırılmalar, kırgınlıklar çöker üstüne; yaşarken, beden ölmemişken.

  İşte tam da bu yüzden anlaşılmamak önemlidir. Size niçin? Sorusunu sorduruyorsa daha da önemlidir… Niçin anlaşılmıyoruz? Bizi anlayacak olanlardan ne bekliyoruz? Kıyamet gibi popülerlik, yani birkaç kelimeyle konuşmak yayılırken; yaygınlaşmışken anlaşılmıyorum demek; tam da safdillik olacak.

 Bir eşeğin bile taşıyacağı yük belliyken, insanın anlaşılması için, karşısında ki anlama becerisi insanları iyi tanıması gerekmez mi? İnsanın gözü, kulağı sadece önde ve yanlarda olmadığı öteden beri bilinir.

 Algılarımız; sezgi, görgü, bilgi, deneyimle yoğrulmuşsa; gözlerimiz, kulaklarımız bedenimizin her yerindedir. Tıpkı çok iyi donanımlı savaş uçağı gibi; radarları açıktır. Menzili, hedefi veya koruma kabiliyetini bilir.

 Anlaşılmayı hak eden insan; aydın insansa, uygarlığın yalnız çocuğu olmayı da hak etmiştir. Zordur işi. Ama oldukça keyifli, heyecanlıdır. Evrenin fısıltıları her şekilde üzerine yağmaya başlar.

 Anlaşılma isteği olan insan; anlamayı da çözer. Çiftçinin dilini de, işçinin terini de, esnafın nazik beklentilerini de bilir. İlk önce o anlar; kolay gelsin, bol kazançlar, deyip onların önemsemelerini saygın bir şekilde yerine getirir.

 Bilin ki anlaşılmaya başlamışsınızdır; sessizce, ağır ağır; ama ileriye dönük…

  Fazıl Hüsnü Dağlarca fizik öğretmeni tarafından oldukça sevilen bir öğrencidir. Onun dersinde hocanın gözünün içine baka baka şiir yazarmış. Hoca da onu amma çalışkan öğrenci diye ayrı bir severmiş. Çünkü Fazıl Hüsnü Dağlarca, anlattıklarını not tutuyor sanıyormuş.

 Fizik öğretmenleri yani namı diğer Gos Baba çok iyi bir öğretmen olmasına rağmen; dersini öğretmek, öğrencilerini yarınlara hazırlamak için oldukça uğraş veriyormuş.

 Öğrencilerin Gos Baba dedikleri fizik öğretmeni kızdığı öğrenciye, demir hokkayı tutar şöyle seslenirmiş;

 “ Şimdi cism-i sakili kafana fırlatırım.”

 Anlaşılmak, anlattığını anlamaları için neler yapılmadı bu diyarda. Hem de iyi bilinen öğretmenler, imamlar, anneler, babalar. Dövdüler, sövdüler, falakaya yatırdılar. Eskiden karakola gidip de sopa yemeyen yoktu.

 Niçin? Hepsi anlaşılmak için mi?

  Hayır! Yeterince eğitim, uzağı görme, dönüşüm yaşayıp kentli olmadığımız için…
Uzağı görmek, sadece bilim insanının işi değildir. Yaşamı önemseyen sıradan insan bile bu görgü sayesinde anlaşılır, sade bir yaşam sunar; hem de nazik, alçak gönüllü bir görüntü içinde.

  Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın babası okuldan geldiğinde sorarmış; “ Bugün ne öğrendin?” Fazıl Hüsnü cevap verir; “ 30-30 şey ! “ Babası ise şöyle söylermiş;

  “ Yok! 20-30 şey görülür. Öğrenilmez. Bir şey öğren”

Yaşama ait 20 ile 30 bin gece yaşayan insan; her gün bir şey öğrenmeyi denemiş olsa; anlaşılırlık ve anlaşılmazlık söz konusu bile olmazdı; sonsuz evrenin uçsuz bucaksızlığı gibi bir şey olduğu anlaşılırdı hayatın ve dünyanın. Çünkü bizler evrenin biricik ve sonsuza dönük parçalarından başka hiçbir şey değiliz.

 Güven Serin 


6 Haziran 2016 Pazartesi

SAĞLAM BİR ZIRH YAPACAĞIM KENDİME


Hangi sağlamlık,hangi zırh? Ruhsal bir sağlamlıktan öte
korur bizi... Mutluluğun,temelinde % 90 ruhsal
dinginlik yatarken;yapaylığın peşinde koşmaya
yorulmuş,yorgunluğu yorumlamaktan korkan insanlık...



SAĞLAM BİR ZIRH YAPACAĞIM KENDİME

  Hangi zırh, hangi sağlamlık yeterince bir güvence? Ömürlerini üç metre duvarlar ardında geçiren nice insan; şehirler büyüdükçe, hak ve adalet dengesi arttıkça korkular ve önlemler de artıyor.

 Eğer ki çok güzel bir binayı göremeyecek-görünmeyecek kadar koruma altına alıyorsak, onun güzelliğinin bir yanı yok demektir. Oraya rüzgâr, gün ve insana dair sevgi yeterince giremeyecektir.

 Ölümsüz sanılan Akhilleus (Aşil) dünyanın en büyük efsanevi kahramanı sanılan büyük savaşçı, annesi tarafından ölümsüzlük ırmağına batırılırken sol topuğundan tutulduğu için sadece oradan vurulursa öleceğine inanılıyordu. Gün geldi oradan da vurulup, ölümsüz sanılan kahraman bile öldü…

 Şimdi, ne Sümer, Hitit, ne Yunan ne de Roma tanrıları var etrafta. Bütün güçler, sağlamlık ve önlemler değişime adanmış evrenin saygın çocuğu dünyanın değişmeden kalması mümkün görünmüyor.

  Ataları Türkiye, İstanbul olan İskenderiyeli şair Konstantinos Kavafis de ona ait zamana, sağlamlıkla tutunmak istemiş. Onun sağlamlığı, alacağı önlemler; kralların, hükümdarların, yalı, yat sahiplerinin önlemleri gibi değil elbet!

 İfadesinde, sözcüklerinde ki gibi;

 “ Sağlam bir zırh yapacağım kendime;
Sözlerden, kişiliklerden, güzel davranışlardan bir zırh…

  Böylece çıkacağım karşısına kötü insanların; korkusuzca ve hiçbir zayıflık duymadan!

  Zarar vermek isteyecekler bana. Bilemeyecekler ama saldıranların hiçbiri; nerededir YARALARIM, nerededir incinebilir yerlerim…

 Göremeyecekler beni örten yalanların altında…”

  Edebiyata, felsefeye adanmış felsefenin alacağı önlem, sağlam bir zırh ancak böyledir işte! Sözlere, kişiliğe ve güzel davranışa sığınmak…

 Niçin korkulur bu güçten? Niçin ana sınıflara, kreşlere daha çok gün, oyunla birlikte edebiyat, felsefe girmez?

 İnsanın aldanışı belki de dünyevi zevklerin en güzel, en görkemlisi ve en işe yaramazıdır… Bunca tarihsel kişilik, önemli olay, savaş, zafer ve kahramanlık bir yana; insanın ilime, sanata olan adil birleştiriciliği bir yana…

 Mazeret arıyorsa kaba insan; her daim bir sebep bulmak istiyorsa yaşarken ölüme-öldürmeye; her an ve oldukça fazlasını bulacaktır. Renk, dil, din, zenginlik, zarafet hepsi ayrı bir sebep olacak; daha önce olmuş, büyük krallıkların çöküşünü hazırlayan ışıltılar, güç gösterileri ve ihtişamlı orduların yenilmesi gibi…

 Tüm dünyayı almak isteyen 33 yaşındaki Büyük İskender’i yerle bir eden virüs ve ölür ölmez dörde bölünen ülkesi-ülkeleri; her an yaratmaya çalıştığımız kendi kişisel egomuz, zenginliğimiz ve soylu gururumuz gibi, biz daha ölür ölmez parçalanmaya, çürümeye yol alacağı bellidir.

 Felsefe, edebiyat zarar verecekleri; adım adım, yudum yudum, santim santim hesaplar. Ve her daim kendi savunmasını yapar; zehir tasını içerken bile yüzyıllara dair alacağı kalıcı ve ebedi yolun yolculuğunun hikâyesini yazar.

 İstanbul’da 3 yıl yaşayan Kavafis sonunda doğduğu yere İskenderiye’ye döner. Bir mektupta buradaki yaşamı şöyle anlatır;

  “ Sonunda İskenderiye’ye alıştım ve zengin de olsam, büyük olasılıkla burada kalırım artık. Ama nasıl da ağır geliyor bu bana.

  Ne zorlukları ne ağırlıkları var küçük bir kentin. Ne büyük bir özgürlük yoksulluğu…”

Güven Serin 



  




2 Haziran 2016 Perşembe

KADIN KISKANÇLIKLARI


Bir daha olmasın lütfen! Yoksa karışmam! 


ÖTEDEN BERİ GELEN KADIN KISKANÇLIKLARI
-------------------------------------------------------------------

  Biraz kendinize bakmaya başlasanız, yeni giysiler alıp, parfümünüzü değiştirseniz; bir de aynanın karşısında oyalanıyorsanız; aman dikkat! Bilin ki; size yönelecek kadınsı gözlerin o mutlu dile şöyle diyecektir;

 Hayırdır bey! Sende ki bu değişiklik nedir? Bir de yaşınız kırkını geçtiyse; o meşhur deyiş hatırlatılacak; kırkından sonra azanları…

 Kadınların kıskançlıkları bitmez, öteden beri bugüne, bugünden yarına yol alacağı belli de olsa; erkeklerin düştüğü duruma da düşmezler. Yani; o korkunç trajedileri; seviyorum ulan seni, dedikten sonra 21 bıçak darbesi indirmezler…

 Sözü biraz da ironiye getirirsek; şöyle bir tartışma açmak isterim. Kadın erkeği niçin kıskanır? Muhtemelen başka kadınlar yüzünden… Yani doğada olan rekabet, en uygar kentlerde de, zamanlarda da devam ediyor. Belki de doğanın en muhteşem yasalarından sadece birisi ve en önemlileri…

 Kıskanmanın ruhuna, köküne dokunsak; şu çıkıyor karşımıza; bize ait olmayan beden, başkasına da ait olmasın. Ve dönüp dolaşılan yer o küçük organda bitiyor; yani o malum şeyde; güç simgesi, erkeklik organında…

 Acaba, bir gün erkekler bir karar alsa; özellikle sürekli kıskançlık saldırısına uğrayan erkekler; o malum organları kestiriyoruz. Madem bu kadar kıskanılıyor; organsız hürriyet istiyoruz!

 Bunu tam tersini düşünecek olursak; orta çağda şövalyeler uzun süren savaşlara giderken, özellikle kıskanç erkekler kadınlarına taktıkları çelikten kemerlerin ne büyük komedi, eziyet olduğunu anlarsınız.

 Saray çevrelerinde bulunan kadınlara çok yakın olan iğdiş edilen erkeklerin de nasıl zararsız kabul edildiğini düşünmek de ayrı bir komedi… Bütün suçlu bu malum organ-organlarmış gibi bütün sorun çözülecekmiş düşüncesi…

 Hâlbuki hadım edilmiş erkeklerin elleri, kolları, gözleri, beyin hücreleri durmuyordu. Organ kesildiyse her şey durmuş sanılıyordu. Genç dana iken daha güçlü olsun diye iğdiş edilen sonradan da öküzlük sıfatını alan hayvancıkları hiç tartışmayacağım…

Güven Serin 



1 Haziran 2016 Çarşamba

GENETİK MİRASIM


Upuzun bir yol ve yolculuk; tam olarak nerede
başlar; nerede biter...


GENETİK MİRASIM

------------------------------------------------

  Babasının, dedesinin yaşlı olduğuna bakıp nice insanın bıyık altından güldüğünü görüyorum. Çünkü kendisinin de o yaşa, hatta o yaştan öte ulaşacağını düşünmek haklılığına sahipler…

  Mustafa Koç öldüğünde üzülmeyen insanın vicdanından şüphe duysak da, dede ve babasının yaşanın yanına bile gelmemiş olmasına yandı insanlar. Tam da en verimli çağı ve ülke ekonomisi, aristokrasisi için ciddi öneme sahip zamanlar…

  Kendi genetik mirasıma gelince tam bir korku içindeyim. Anne tarafımın erkeklerinin daha 50 yaşına gelmemiş olmalarının ilimsel sonuçlarını bilmesem de; tam da annemin babasının öldüğü zamanlardayım…

 Babamın babasının; Hasan dedemin haplarla zorla 61 ulaştığını biliyorum. Babamın ise 58 yaşında daha yüzünde bir kırışık yokken; genç bir ölüm yaşadığına da tanıklık ettim…

  Bütün bunları göz önünde tutmak gerekirse; genetik açısından işlerin yolunda gitmediğine karar verebiliriz.

 Teselli ise, yazarlığın düş gücüne, engin ümitlerine tutunmak istiyorum. Şöyle bir matematik hesabıyla işin içinden sıyrılıp, evrenin yaşam dolu gezegeninde tam da olgun bir yaş sınırında 5–10 yıl kazansak; yani 10  bin gün ve gece; hiç de fena sayılmaz hani…

 Annemin babasının erken ölümünü, o günün beslenmesine, vücutların dayanıksızlığına, aşıların yetmezliğine bağlayarak moral bulmak iyi olacak. Hasan dedemin sigarasına, rakısına ve askerlik sahnesinden çekilip, sakin bir hayat yaşama burukluğuna da dokunursak; geriye Yusuf babam kalıyor;

 Siyasetin soylu acımasızlığı içinde o kasabadan diğerine, o kentten, ötekine koşturan, idealizmin hastalığına tutulmuş; kendi için yaşamak yerine topluma zamansız ve bonkörce akıttığı yaşam enerjisini düşünerek de ayrı bir teselli bulmak zorundayım.

 O zaman matematiğe sığınak şu formülü oluşturmam gerekir;

Şerif dede 50, Hasan dede 61, Yusuf babam 58: ortalama yaşam süresini 56 ya çıkarmam mümkün. Onların bolcu sigara, stresini, toplumsal tutsaklıklarını da göz önünde tutup, onlara 10 yaş eklersem; 66 yaş aralığını yakalarım. Yani, bugünden tam 16 yıl sonrasına, düşsel bir dokunuş yapabilir;
Cemal Süreyya’nın 7 kırlangıç ömrüne, Cahit Sıtkı’nın 35 yaş şiirine de dokunup selam verebilirim…

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder / Dante gibi ortasındayız ömrün / Delikanlı çağımızda ki cevher / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün / Gözünün yaşına bakmadan gider…”

 
 Güven Serin